Son 20 yıllık AKP hikayesinin sonuna yaklaşıyoruz. Bu cümleyi yazarken bile içimi bir tedirginlik kapladı. Böyle büyük büyük laflar etmenin doğru olmadığını biliyorum. Bir şekilde Erdoğan’ın seçimi kazanması durumunda muhtemelen bu cümleye rastlayan birisi gülümseyecek ve benimle alay edecek. Üstelik cümlenin doğru çıkması durumunda ise hiç takdir edilmeyeceğim. Birçok insan, zaten aşikâr olan bir durumu yazdığımı iddia edecek. Yani şu günlerde, AKP’nin iktidarını kaybedeceğini söylemek az maliyetli bir iş değil. Ancak yine de bunu söylemek istiyorum çünkü AKP’nin seçimleri kaybedeceğini iddia etmeden onun bu kaybı durdurmak için neler yapabileceğini anlatmak mümkün değil.
AKP hikayesi bitiyor çünkü yaşadığımız ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar bir beceriksizliğin ürünü değil. Aksine, bilinçli şekilde inşa edilen bir sistem var ve bu sistem toplumun belirli kesimlerine refah ve imtiyaz aktarımı üzerine kurulu. Bizlerin hatalı veya yanlış gördüğümüz ekonomi politikası aslında amacı bedelini tüm topluma yükleyerek dar bir eliti kayırmak için tasarlanmış bir strateji. Dolayısıyla bunun değişmesini beklemek hayalcilik olacaktır. Bizlerin dünyasında kaygı uyandıran her gelişme AKP’nin kurduğu sistemin iyi işlediğini gösteren bir gelişmeye tekabül ediyor.
Bunun en bariz örneklerinden birisi son zamanlarda gündemde olan göçmen ve sığınmacı meselesinde ortaya çıkıyor. Kısa bir araştırma yaptığınızda Türkiye’nin aslında bir vize politikası olmadığını ve ülkemize gelmek isteyen herhangi bir kişinin hiç zorlanmadan bunu yapabildiğini görebiliyoruz. Üstelik kendi muadillerine göre ucuz uçuşlar yaparak bizlerin vergileriyle turistlerin ulaşımını sübvanse eden bir Türk Hava Yolları da var. Üstelik izlenen kur politikası yabancılar için ucuz bir tatil seçeceği sunuyor. Bu sayede milyonlarca ziyaretçi ülkemize çekiliyor. Bununla da kalmıyor, yabancılara vatandaşlık karşılığı konut satışı ve kira kontratı karşılığında oturum izni verilmesi gibi seçenekler de sunuyoruz. Bütün bunların altında bedelini bütün toplumun ödediği bir durum yaratıyor. Vergi mükellefleri Türk Hava Yolları’nı finanse ediyor, insanlar yükselen konut fiyatları ve kira bedelleri karşısında barınma sıkıntısı çekiyor, Türk işçisinin ve esnafının emeği adeta yabancılara peşkeş çekiliyor. Bu durumun kazananı ise kasalarına milyarlarca dolar para giren inşaat ve turizm lobileri.
Kitabın ortasından konuşmak gerekirse, uygulanan hiçbir politika ulusun genelinin refahını ve güvenliğini sağlamayı amaçlamıyor. Ulus daha çok imtiyazlı bir zümreyi finanse etmek için sömürülecek bir kalabalık olarak algılanıyor. Hükumet, medyayı ve sosyal yardım ağını elinde tuttukça kaya gibi duran bir oy oranını da muhafaza etmeyi başaracağını düşünüyor. Ne var ki, halkı sürekli olarak fakirleştiren, ona bedeller ödeten ve bunu da istikrarlı bir program dahilinde yapan hükumetin kaybettirdiği insan sayısı bu sistemin kazananlarından daha fazla. Bu yüzden muhalefetin bir arada oluşu ve güçlü bir alternatif önermesi Erdoğan’ın en büyük kabusu. Bir aradalık, yönetme iradesinin bir ittifakta tecessüm edişi, üzerinde uzlaşılacak bir ortak aday ve açıklanacak sarih bir yol haritası AKP hükumetinin sonunu pek ala getirebilir.
Bu uzlaşının ve birlikteliğin oluşabilmesi için ise siyasi partilerin üzerinde buluşacakları bir zemin inşa etmek gerekiyor. Bu zemin, muhalefetteki çeşitliliği düşününce, olabildiğince somut ve kapsayıcı olmalı. Soyut, subjektif hatta normatif bagajlarla bu zemine yaklaşmak murad edilen ittifakın hiç kurulamaması demek. Bu yüzden, herkesin üzerinde uzlaşacağı gayri şahsi kurumsal bir devlet, hukukun üstünlüğü ve bürokrasinin rasyonalitesi gibi Weberyan ilkeler oldukça cazip görünüyor. Zira, hangi ideolojiden gelirseniz gelin bunlar üzerinde uzlaşabileceğiniz asgari müştereklerdir ve ülkede kurulan kişisel, keyfi rejime güçlü bir itiraz yükseltebileceğiniz güvenli alanlardır. Bu durum belki, muhalefet partilerini destekleyen ve siyasetin duygusal tarafını temsil eden insanlar için hayal kırıklığı yaratabilir ancak oluşabilecek en geniş mutabakatın yolu da buradan geçiyor.
Bu durum AKP elitini ziyadesiyle rahatsız ediyor. Seçimleri, ülkeyi daha iyi yöneterek kazanma ihtimali olmadığı için, bütün enerjilerini bu yüzden muhalefet aktörleri arasındaki birlikteliği tahrip etmek için harcıyorlar. Muhalefeti topyekün kriminalize etme ve terörle ilişkilendirme stratejisi yerel seçimlerde başarısız olduğu için daha incelikli bir yol bulduklarına şüphe yok. Bu yol ise muhalefetin gündemini ve söylemini manipüle etmekten geçiyor. Öyle ki siyasetin merkeze yığılmasından rahatsız olan muhaliflerin bir şekilde kışkırtılması bu stratejinin en önemli parçası.
Burada hükümetin potansiyel iki hedefi ve potansiyel iki “güvendiği dağ” var. Bunlardan ilki,; ittifak kurma kapasitesi son yıllarda olağanüstü artış gösteren CHP. Bu sayede muhalefet farklı renklerine rağmen güçlü bir şekilde birbirinin ayağına basmadan güçlü bir gölge gösterebiliyor. Ancak bu durumdan rahatsız olan ve partinin Kemalist çizgiden uzaklaştığını iddia edenler elbette ki var. AKP’nin son 20 yıllık CHP seçmeni okuması oldukça kaba ve yüzeysel olduğu için, CHP tabanının neredeyse tamamını ulusalcılığa yakınsayan Nur Serter ve Canan Arıtman çizgisinde görüyor ve Kemalizmin CHP’den tasfiye edildiği hikayesini anlatan kim varsa onu daha görünür kılmak için çabalıyor. Halbuki, CHP tabanı Kemalizmi yorumlama konusunda oldukça esneyebiliyor ve AKP’nin görmeyi arzu ettiği profile pek benzemiyor. Üstelik, orta sınıf, şehirli ve apolitik milyonlarca insan CHP’ye oy veriyor ve bunu ideolojik bir takıntıyla yapmıyor, sadece modernizme ve medeni yaşama duyduğu saygıdan dolayı yapıyor. Buna rağmen, AKP’nin sadece Perinçekçileri cezbetmeye yarayan propaganda makinesi özellikle Kürt meselesi ve evrensel hukuku ilgilendiren konularda CHP seçmenini umarsızca ayartmaya çalışıyor.
İkinci hedef ise İYİ Parti ve son dönemlerde toplumun birçok farklı kesimini cezbetmeyi merkezde konumlanan söylemi. İYİ Parti’den beklenen, MHP tarafından belirlenen milli güvenlik çizgisine sadık kalması ve dar bir söylem seti içerisinde kalarak tehlikesiz bir muhalif aktör olmasıydı. Yani kendi devamını yeterli gören ve bunu genişletmek için çabalamayan bir İYİ Parti, Erdoğan’ın siyasi ikbaline kast etmedikçe bir sorun olarak görülmedi. Mamafih, yerel seçimlerde Akşener’in sergilediği ittifak yanlısı tutum ve elde edilen sonuç İYİ Parti’nin kendisine biçilen rolü oynamayı pek istemediğini gösterdi. 2020 senesi ile birlikte Akşener, Libya tezkeresinde, Afganistan’a gönderilmesi planlanan askeri birlik konusunda, Gare sonrasında milli güvenliği kendisi yorumlamayı seçti ve hükümetin kurduğu baskıya meydan okudu. Bununla birlikte İYİ Parti seçkin akademisyenleri ekonomi kadrosuna dahil etti ve kalkınma ile alakalı birçok konuda söylem ve politika üretti. Bütün bu girişimlere, Akşener’in Anadolu şehirlerine yaptığı ziyaretler eklenince insanların zihninde merkez sağ bir parti imajı oluşmaya başladı ve anketlere göre partinin oyu artmaya, yüzde 20 sınırına dayanmaya başladı.
Bu durum elbette ki hükümette bir tedirginlik yaratıyor çünkü AKP’nin aslında seçim başarısının arkasındaki en büyük faktör sağ siyasetin merkezinde ona meydan okuyan bir aktörün olmaması idi. Sağ muhalif partiyi milliyetçilik ile özdeşleştirmekten büyük bir mutluluk duydu Erdoğan ve siyasi münakaşanın kendisi ile CHP arasında geçmesinden hiç şikayetçi olmadı. 2007 senesinde gizemli bir şekilde akamete uğrayan Demokrat Parti macerası ve 7 Haziran seçimlerinden önce çözüm süreci dururken ısrarla ekonomik sorunlara eğilen MHP kampanyası bu açıdan büyük bir problem oluşturuyordu. Demokrat Parti ve Has Parti’nin 2009 yerel seçimlerinde toplam yüzde 9’a ulaşan oy oranları ise hemen her iki parti liderinin AKP’ye davet edilmesiyle çözülmüştü. Dolayısıyla İYİ Parti’nin merkezin sağında konumlanan eğilimi ve giderek artan popülaritesi AKP için aşılması gereken ciddi bir sıkıntı. Bu yüzden, sürekli olarak dikkati milli güvenlik meselelerine ve Kürt sorununa çekilmek istenen bir İYİ Parti’nin var olduğunu görüyoruz. Ulusalcıların CHP’ye yaptığı ahlaki yargılama, birçok isim tarafından İYİ Parti’ye de yapılıyor ve partinin milliyetçilikten uzaklaştığı savunuluyor.
Bu yüzden, gerek son zamanlarda patlayan sığınmacı ve göçmen sorunu, gerek Gezi davası, gerekse Canan Kaftancıoğlu’na getirilen siyaset yasağı aslında; CHP ve İYİ Parti’nin söylemlerini ve gündemlerini ele geçirmek, onlara bir meşruluk kaygısı yaratmak için hazırlanan pek de masum olmayan suni gündemler olabilir. Her bir krizde, hükümet yanlısı medya veya troller tarafından manipüle edilmiş sosyal medya tarafından benimsenen söyleme bu iki partinin teslim olması bekleniyor. Her iki partinin de bu söyleme teslim oldukları anda merkezde kurdukları geniş alandan kendi dar kabuklarına çekileceğini tahmin etmek güç değil. Böylece hem ittifak siyaseti sarsılabilir hem de bu partiler pragmatik tarzlarını terk etmiş gibi gözükebilir, popülaritelerini yitirebilirler. Bu söylemi reddettikleri zaman ise muhalefet içinde tatmin edemedikleri kesimlerin kendilerinden uzaklaşmalarını göze almaları gerekiyor. Bu uzaklaşacak kesim korkusu da o kadar yapay bir şekilde pompalanıyor ki Kılıçdaroğlu ve Akşener’in kendi tabanlarına ihanet etmiş gibi duyguya kapılarak paniğe sürüklenmeleri hesap ediliyor gibi. Bu yüzden CHP üzerinde Memleket Partisi’nin, İYİ Parti üzerinde de Zafer Partisi’nin kılıcının sallandığı intibası özellikle anonim sosyal medya kullanıcıları tarafından sık sık yapılıyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bunlar organik tepkiler değil ve Laclau’nun kurgulanmış bir halk tabiriyle örtüşen şeyler. Muhalif siyasetçileri halkın gerçek gündeminden koparmak ve kurgusal bir dar alana sıkıştırmak için izlenen bir strateji sadece. Buna teslim olmamak gerekiyor. Ancak önümüzdeki dönemde Demirtaş davası ve HDP kapatılma davası gibi konularda muhalefetin daha ciddi testlere tabi tutulacağını da unutmamak lazım. Şimdiden kopacak fırtınaya hazırlanmak ve seçim sürecine doğru bir psikoloji ile girmek gerekiyor.