İsveç-Finlandiya-NATO krizinde ABD-Türkiye ilişkilerine dair…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine itirazını geçen perşembe yineledi, “hayır diyeceğimizi ilgili arkadaşlara söyledim, yolumuza bu şekilde devam edeceğiz” dedi.
Bu açıklamadan birkaç saat sonra ABD Başkanı Joe Biden, İsveç Başbakanı Magdelana Andersson ve Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö’yle beraber Beyaz Saray’da kameraların karşısına geçti ve iki ülkenin ittifaka katılımına tam destek verdi: “Güçlü demokratik kurumlara, güçlü ordulara, güçlü ve şeffaf ekonomilere sahipler ve neyin doğru olduğuna dair güçlü ahlak anlayışları var. NATO üyesi olmak için gerekenlere fazlasıyla sahipler”.
Bazı iletişim bilimciler bu ifadeleri Türkiye’ye yönelik ağır bir iğneleme, hatta seçim yapmak durumunda kalınırsa, ABD’nin İsveç ve Finlandiya’yı Türkiye’ye yeğleyeceğinin bir işareti olarak yorumlayabilir. Kesin olan şu: Biden, İsveç ve Finlandiya’yı bir an önce NATO’ya katmak, en azından Andersson ve Niinistö’yü 29-30 Haziran’da Madrid’de yapılacak NATO liderler zirvesinde çekilecek aile fotoğrafına müstakbel üyeler olarak sokmak istiyor.
Şimdilik herkes Türkiye’nin itirazını o güne kadar giderecek bir formül bulunabileceği konusunda iyimser görünüyor. Erdoğan, İsveç ve Finlandiya liderlerinin yüz yüze görüşme teklifini reddettiği için bu durumda eski Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın daha ilk günden yazdığı gibi, çözümün anahtarı Biden’da olmalı.
Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik başvurularına olumsuz yaklaştığımıza dair ifadelerin, aslında Biden’a yönelik “Beni muhatap al, en azından bir telefon et” mesajı olduğunu düşünüyorum
— Ambassador Namik Tan (@NamikTan) May 13, 2022
İsveç’te yayımlanan bir gazete de, 2009’daki NATO genel sekreterliği seçiminde yaşanan anlaşmazlıkta olduğu gibi, ihtilafın ABD başkanı tarafından çözülebileceğini yazdı. Hatırlayalım; Erdoğan o zaman başbakandı, Abdullah Gül de cumhurbaşkanı. NATO’nun 60. yıl zirvesinde Danimarka Başbakanı Rasmussen’in genel sekreterliğe seçilmesi bekleniyordu. Zirvenin ilk gününde (3 Nisan) Erdoğan, beklenmedik bir şekilde Rasmussen’in adaylığına olumlu bakmadığını açıklayınca ortalık karıştı. Erdoğan, iki gerekçe açıklamıştı: PKK’nın yayın organı Roj TV’nin Danimarka’dan yayın yapıyor olması ve Hz. Muhammed karikatürlerinin Danimarka gazetelerinde yayımlanmasıyla patlak veren kriz için Rasmussen’e götürdüğü çözüm teklifinin reddedilmesi.
Kriz, zirvede Türkiye’yi temsil eden Cumhurbaşkanı Gül’ün dönemin ABD Başkanı Obama ile yaptığı toplantıda çözüldü. Erdoğan, Obama’nın Türkiye’nin isteklerinin karşılanması konusunda “garantör” olması üzerine vetosunu çektiğini duyurdu.
Obama, söz konusu zirvenin hemen ertesinde TBMM’deki meşhur konuşmasını yapmak üzere Türkiye’ye gelecekti. Yıllar sonra anılarını yazınca ortaya çıktı ki Obama meğer krizi aşmak için bu ziyareti koz olarak kullanmış ve Türk tarafına “Engellemede ısrarcı olunursa Türkiye’ye yapacağım gezi de etkilenir” demiş.
Peki o günkü pazarlıklar ne sonuç vermişti? Genel Sekreter Yardımcılığı ile Afganistan misyonunun başına birer Türk getirildi. Rasmussen, 6 Nisan’da İstanbul’da düzenlenen “Medeniyetler İttifakı” toplantısına katıldı ve özür kabilinden, “Yeni görevimde kültürel ve dini hassasiyetlere önem vereceğim” açıklaması yaptı. Roj TV ise uzun yargı süreçlerinden sonra 2013’te kapatıldı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Vakayı uzun uzun yazdım, zira ABD Başkanı Biden’ın “İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği konusunda Türkiye’yi ikna edebilecek misiniz?” sorusuna “Türkiye’yi ziyaret etmeyeceğim ama bence iyi olacağız” diye yanıt vermesi, bu arka planı bilince yerine oturuyor. Ne de olsa Biden, Obama’nın yardımcısıydı. Üstelik Türkiye’ye gelmeyeceğini, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Amerikalı mevkidaşı Blinken ile görüşmesinden sonra söyledi. Pekala kendisine bir “garantörlük ve ziyaret” teklifi iletilmiş olabilir.
İki lider Türkiye’de değilse bile haziran sonunda İspanya’daki NATO zirvesinde bir araya gelecek. O zamana kadar yoğun bir diplomasi trafiğine şahit olacağız muhtemelen. Bakalım pazarlıklar bu defa ne sonuç verecek?
Tabii emekli büyükelçilerden Şafak Göktürk’ün işaret ettiği bir ihtimal daha var:
“Türkiye -içeride ve dışarıda- çifte olağanüstülük yaşamaktadır. Ekonominin eridiği, çok kasvetli bir seçim atmosferinde ilerlendiği ve iktidarın kaybetmeme adına daha neler yapabileceğini hesapladığı iç süreç, Ukrayna’da savaşın zamana yayılmaya başladığı ve buna bağlı olarak Rusya’nın, yanında ve yakınında duran ülkelerle ekonomik, siyasi, askerî yeni arayışlara gireceği dış perspektifle örtüşmektedir. Demokrasiden savrulma, jeopolitik kırılmada muadil paydalarla buluşabilir. Dilerim, bugün iki Nordik ülkenin NATO’ya adaylığı üzerinden yaşananlar böyle bir yönelimin ilk işareti değildir. Demokrasi, Türkiye için bir tercih değildir. Bir varoluş ve güvenlik koşuludur”.
Diğer yandan Erdoğan’ın özellikle seçim arifesinde bir dünya lideri olarak İsveç ya da Finlandiya gibi “silik” ülkelerle didişmekten ziyade, bu krizin ve dolayısıyla kendi imajının Türkiye kamuoyunda nasıl göründüğüyle ilgilendiği akıllara gelebilir. Nitekim giderek kötüleşen ekonomiye çözümler bulmaktansa, “tüm dünyaya karşı beka mücadelesi veriyoruz” gibi çıkışlar yapmak çok daha kolay.