Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (122): Hekimler isyanda, Sedat Peker’in son çıkışları, HDP kongresi ve Demirtaş’ın yazısı, Kılıçdaroğlu’nun helalleşme ziyaretleri

Kemal Can ve Ruşen Çakır, “Haftaya Bakış”ın bu bölümünde doktor Ekrem Karakaya‘nın öldürülmesinin ardından hekimler ve sağlık çalışanlarının iki gündür sürdürdüğü eylemleri, Sedat Peker’in son açıklamalarını, HDP kongresi ve eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş‘ın son yazısını, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu‘nun helalleşme ziyaretlerini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Hastalığı daha tam atlatabilmiş değilsin, ama ayaktasın, hadi bakalım… 

Kemal Can: Atlattım sayılır.

Ruşen Çakır: Hastalık demişken hekimlerden bahsedelim. Göz göre göre işlenen bir cinâyet, protestolar ve iktidarın olaya tam anlamıyla olmasa bile kayıtsız kalması diyeceğim. Çünkü çok büyük tepki var. Özellikle İstanbul ve Ankara’da hekimlerin gösterilerine yönelik polisin engelleme çalışmaları var. Bütün bunlarla berâber bu haftaya damgasını bastı. Aynı gün İstanbul’da bir avukatın ve müvekkilinin de öldürülmüş olduğunu gördük, yaşadık. Şiddetin bu kadar sıradanlaştığı bir ülke ve görevleri, yaptıkları iş nedeniyle insanların öldürülmesi söz konusu. Özellikle sağlık çalışanlarına yönelik şiddet konusu ne zamandan beri dile getirilen bir husus. Ama iktidar sürekli olarak bu konuyu ciddîye aldığını söyleyip çok fazla bir şey de yapmadı. Bir de cinâyeti işleyen hasta yakınının, aynı zamanda bir başka hastânede güvenlik görevlisi olması gibi abes bir durum da var. Doktor öldürecek kadar gözü dönmüş bir insanın güvenlik görevlisi olarak çalıştığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu olay ülkenin üzerine sanki bir kâbus gibi çöktü. Hekimlerin tepkilerine baktığımız zaman gerçekten canlarına tak etmiş. Bir de mâlûm, orada Erdoğan’ın meşhur “İsteyen gitsin” çıkışı da var. Hekimlerin, özellikle de genç hekimlerin koşullar nedeniyle ülkeden çıkmaları üzerine, onlara karşı da takınmış olduğu “Ya sev, ya terk et” gibi bir tavrı vardı. Hepsi üst üste gelince, Türkiye’nin içine düştüğü hâli gösteren bir tablo ortaya çıktı. Ne dersin?

Kemal Can: Zâten tepkilerinin bu kadar yoğun olmasının nedeni de aslında bu. İşin birkaç katmanı var. Senin söylediğin gibi, aynı gün işlenen bir başka cinâyet, kadın cinâyetleri, iş cinâyetleri ve hem bireysel şiddetin tırmandığı hem de insanların hayatlarını kaybettiği bâzı şiddet olayları ya da ölmelerine neden olacak ihmal ve uygulamalarla ilgili bir kayıtsızlık ve cezâsızlık hâli var. Doktorlarda olduğu gibi bâzı meslek gruplarında yoğunlaşan saldırılar, hem işleriyle kurdukları ilişkiyi bozan bir güvensizlik hâli yaratıyor, hem de insanların tek tek belirsizlik ve güvensizlik içerisinde olmalarına yol açıyor. Aslında bu, kendi sorunlarını çözme yeteneğini kaybetmiş bir ülkenin içine sürüklendiği krizli bir tablo.

Bunu özel olarak doktorların yaşadıklarına getirirsek, sen de birkaç noktaya dikkat çektin: Bu iktidâr, özellikle sağlık meselesini bir icraat alanı olarak görüp, siyâsî bir fayda mantığıyla tabiplerin ve meslek mensuplarının defâlarca uyarılarına rağmen onları aşırı yüklü bir hizmet zorlamasına tâbi tutuyor. Beş dakikalık muayene süreleriyle, tâbir yerindeyse “müşteri memnûniyeti”ni önde tutan, ama mesleğin ve bilimin gereklerini bir tarafa bırakan zorlamalar içerisinde, doktorlarla hastaları karşı karşıya getiren bir sistem yürütülüyor. Hem sağlıktaki ticârîleşme bunu yükseltiyor, hem de bir kamu hizmeti olan bu hizmeti bir politik fayda mantığıyla, tıpkı hızlı trende ya da başka şeylerde yaptıkları gibi zorlamalarla, yani işin gereğini ve arka planını doldurarak, onun gereklerini yerine getirerek, kadrolarını ve imkânlarını geliştirerek değil, mevcuttan daha fazla verim almaya zorlayarak bir sistem işletmeye çalışıyorlar. Bunun da çok boyutlu, karmaşık gerilimleri ortaya çıkıyor. Doktorlar büyük bir yıpranma içerisinde. Zâten ağır bir pandemi yükünden çıktılar. Korkunç bir yük altındalar ve buna karşılık ne meslekî olarak ne maddî olarak tatmin edilemeyen, bu yüzden de geleceklerini yurt dışında arayan insanlara dönüşmüş durumdalar.

Buna karşılık, bu zorlamanın, vatandaşla doğrudan doktorları karşı karşıya getiren bu yaklaşımın yarattığı şiddet karşısında da açıkçası cezâsızlık ya da bunun önemlerini almamak gibi bir kayıtsızlık var. Bu kaçıncı vaka? Hastânelerde doktorlara ya da sağlık personeline yönelik kaçıncı saldırı girişimi? Son yıllarda bunun görünür biçimde arttığını ve bu tür girişimlerin de karşılıksız kaldığını görüyoruz. Bütün bunlar üst üste gelince, bu cinâyet çok bâriz bir tablo olarak büyük bir isyanı tetikledi. Ama ilginç bir şey: Bu reaksiyona da, gerek güvenlik güçlerinin müdâhalesi gerek siyâsî kesimlerin verdiği tepkiler, hattâ doğrudan Sağlık Bakanı’nın ana muhâlefet partisi genel başkanına attığı tweet, meselenin hiç de farkında olunduğunu göstermiyor. Tam tersine, aynı minvalde devam ediyorlar. 

Yine bugün sosyal medyaya düştü, yayına girmeden bir süre önce gördüm: Bir imam, üstelik galiba cinâyetin yaşadığı Konya’da minbere çıkmış, grev yapan doktorların dövülmesine icâzet veriyor. 

Ruşen Çakır: Sadece dövülmesi değil, vurulması da var… 

Kemal Can: Bu akıl alır bir şey değil. Önümüzdeki günlerde göreceğiz, onunla ilgili de bir şey yapılmayacak. Doktorları tartaklayan, gazetecileri itip kakan, hattâ bunu artık sistematik bir gösteriye dönüştüren emniyet görevlisine de bir şey yapılmayacak. Daha sonra doktorlara saldıran başka insanlar da bunu kendinde hak görmeye devam edecek. Çünkü balık baştan kokar hesâbı, bu konuda en baştan îtibâren, yapılan işin değersiz olduğu, asıl olarak verilen hizmetin önemli olduğu gibi bir perspektiften sağlık meselesine yaklaşıldığı zaman –şehir hastâneleri bunun başka bir veçhesi–, bir kamu hizmeti ve hakîkaten bilimin ve mesleğin gereklerine uygun biçimde verilmesi gereken özel bir kamu hizmeti olarak ele alınmadığı için ve bu hizmeti yürütenler hem özlük hakları bakımından, hem îtibar bakımından, hem meslekî tatmin bakımından doyurulmadığı için, ayrıca bu mesleği yapanların, meslek örgütleriyle devletin çeşitli kurumlarının son derece entegre –bunu pandemide de gördü – çalışması bir yana, tam tersine bir tür mücâdele içinde yürümek zorunda kalması, çok boyutlu bir durum olarak karşımıza geliyor. Bu, önümüzdeki dönemde benzer sorunlarla birlikte ciddî bir sağlık krizinin de başladığını gösteriyor. Bu tür tekil cinâyetler, şiddet olaylarının yanında, aslında çok kuvvetli bir yapısal bozulmanın da başladığını, bu yapısal bozulmanın devam etmesi durumunda da, bu tür anomalilerin artacağını düşünüyorum ve bundan endîşe ediyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal, biraz başka konulara geçelim. Aslında bu hafta konuşacak çok şey var. Meselâ Sedat Peker’in tekrar sosyal medya üzerinden yayınladıkları. Video yok, ama kendi denetimindeki başka bir hesaptan atılan tweet’lerle yine birilerini hedef aldı, önemli şeyler söyledi. Hiçbir şey de yapılmadı. Geçmişe yönelik şeyler de var, bugüne yönelik iddialar da var. Onlara karşılık bir şey yapılmaması olayın bir yönü. Bir başka husus da, neredeyse tam bir yıl sonra tekrar etkili bir şekilde dönmesi ve hattâ seçim sürecinde videolarla geleceğini de söylemesi. Belli ki hazırlıklar yapmış ve kendince seçim dönemine müdâhil olmak istiyor. Ne yapacak, kimi hedef alacak? Herhalde iktidar yanlısı birtakım ifşâlarda bulunmayacak diye tahmin ediyorum. Ama yine de neyi nasıl yapacağını kestirmek mümkün değil. Şu hâliyle bakıldığı zaman, daha çok iktidârı ve iktidârın çevresindeki kişileri hedef aldığı görülüyor. Ne diyorsun? Sedat Peker bir yıllık aradan sonra tekrar gündemi çok ciddî bir şekilde belirler mi? Tabii gündemi belirliyor olması savcıların harekete geçmesi anlamına gelmiyor, ama birçok dengeyi de bozuyor. Ayarları da bozuyor.

Bir diğer husus da, Sedat Peker’in, zamânında bir kenara koyup stokladığı bilgilere ve belgelere ek olarak, iktidar savaşları kapsamında birileri tarafından da beslendiği kanısındayım. Dün Ahmet Şık’la yaptığımız yayında da aynı konuyu konuştuğumuzda, o da aynı kanıda. Biliyorsun, o da bu konuya çok ilgi gösterdi ve bu konuda çalışmalar yaptı. Belli ki iktidar savaşlarının da Peker üzerinden yansıması gibi bir olayla karşı karşıyayız.

Kemal Can: Evet, bir tür mecrâ haline geldi. Sedat Peker kendi ifşaatları, kendi müdâhaleleri, kendi tanıklıkları üzerinden bir şeyler yapıyor. Bir de birtakım aktarıcılıklar da üstleniyor, ya da onun üzerinden birileri birilerine mesajlar gönderiyor. Galiba öyle bir tarafı da oluşmaya başladı. Çünkü Sedat Peker, kendisini bir mecrâ hâline getirdi. Böyle bir tarafı var.

Son açıklamalarda şöyle bir şey seziyorum: Tabii bu zaman içerisinde değişebilir, ama ilk çıkışlarında, son bıraktığı yerden devam etmediğini görüyorum. Bıraktığı yer neresiydi? Hatırlarsan, Erdoğan’la helâlleşecekti. En son orada bırakmıştı. Ondan sonra videoları kesti. Uzun bir sessizlik dönemi oldu. Daha sonra Birleşik Arap Emirlikleri’yle karşılıklı gelmeler gitmeler oldu. Şimdi yeniden başladığında oradan devam etmiyor. Tabii yine Süleyman Soylu’yla, Bekir Bozdağ’la polemik yaratacak birtakım îmâlarda bulunuyor, yine o sularda geziyor. Ama iddialarını, yine kendi tanıklıkları üzerinden daha da geriye, bu iktidârın daha da öncesindeki zamanlara taşıdı. Daha önce de böyle şeyler yapmıştı, daha önceki döneme ilişkin Kutlu Adalı hikâyesini anlatmıştı. Son olarak Demirören hâdisesi ve yine Mehmet Cengiz ve Ertuğrul Özkök hâdiseleriyle birlikte, Mesut Yılmaz kasetine doğru, 90’lara doğru taşıdı. Zâten asıl olarak kendisinin de ortaya çıkış yılları bunlar. 

Dolayısıyla bu karanlık alanı ya da kendisinin de alay ettiği temiz olmayan toplum, temiz olmayan devlet hâlinin târihini biraz daha geriye götürüyor ve iktidâra odaklanmış biçimdeki ifşaatlarını biraz daha geniş bir alana yayıyor. Meselâ bu, benim için dikkat çekici. Bunun gerekçesinin ne olduğunu tam olarak bilmiyorum, özel bir bilgiye sâhip değilim. Bu konudaki açıklamaları da, bundan sonra yapacağı bazı açıklamalara ilişkin tanıtımları da, böyle devam edip etmeyeceğini kesin olarak göstermiyor. Ama en azından dönüşündeki bu özellik benim dikkatimi çekti. 

Bu bağlantıların hepsinin güncel birtakım karşılıkları da var. Mehmet Cengiz olayı ya da Ertuğrul Özkök olayı, bugünle de bağlantısı olan bir olay. Tamam, Mesut Yılmaz kaseti 90’lara dâir bir şey. Ama Mehmet Cengiz, “Beşli Çete”’ dolayısıyla bugünün bir insanı. Bugün, kendisinin yeniden iktidar dışında bâzı temas alanları aradığına ilişkin yoğun söylentiler var. Hattâ bunu doğrudan Kılıçdaroğlu’nun kendisi ifâde etti. Birtakım aracılar gönderildiğini, birtakım mesajlar iletilmeye çalışıldığını söyledi. Dolayısıyla bu bağlama oturunca, yani 90’larda bir başbakanın kasetiyle ilgili aracılık yapan, sonraki 2000’ler boyunca bu iktidârın en muteber müteahhidi olan, bugün ana muhalefet partisine mesajlar ve aracılar göndermeye çalışan birinden bahsediyor. Bu, başka bir bağlam. Bunu ne kadar derinleştirecek ya da tartışmaya açacak, bunun arkasındaki ilişki örgüsünü kendi tanıklıklarıyla ve senin söylediğin gibi eline ulaşanlarla ne kadar derinleştirecek bilmiyorum. Ama bu, senin söylediğin gibi bugün karşılık üretebilecek, ama daha çok dünü konuşan bir seriyi sürdüreceği intibâını veriyor. Ben açıkçası böyle düşünüyorum. Seçim üzerinde etkili olurken de, iktidârı hırpalamaktan çok, alternatif çıkışların peşinde olan birtakım kesimlerin bâzı ilişkilerini ve bâzı riskli adımlarını da tartışma konusu yapabileceğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Sedat Peker’den daha esrarengiz konuşmaya başladın Kemal. 

Kemal Can: Çünkü gidişâtı kestiremiyorum.

Ruşen Çakır: Yani şunu diyorsun: Erdoğan sonrası döneme yatırım yapmaya niyetlenen birilerine de, “Bu o kadar kolay değil. Nefesim ensenizde” diyor yani… 

Kemal Can: Evet. Ben böyle bir intibâ aldım. Niyetini okuma şansına sâhip değilim, ama ilk çıkışları îtibâriyle böyle bir esinti var.

Ruşen Çakır: Tabii ama şöyle de bir şeyi unutmamak lâzım: Bu tür olaylarda Sedat Peker’in genellikle kendisini de dâhil edip suçun ortağı olarak tanımladığı olaylar daha fazla etkili oluyor. “Duydum ki sen bunu yapmışsın, sen şunu yapmışsın” dediği şeyler ayrı. Bir de diyor ki: “Ya, beni hapisten sen çıkarttın.” Anlatabiliyor muyum? Böyle bir güç var ve Mehmet Cengiz’e karşı elindeki en büyük koz da bu. “Sen beni hapisten çıkarttın. Bana bilmem kaç milyon dolar para getirdin”. Kendisini de suçluyor. Dolayısıyla insanlar da, “Adama bak, sadece başkasını ifşâ etmiyor. Kendisini de ifşâ ediyor” diyor. O anlamda tam bir “Doğrucu Davut” oluyor. Anlıyor musun?

Kemal Can: Tabii. O yüzden etkili oluyor zâten. Birinci dereceden “Ben yaptım” diyor. Kutlu Adalı cinâyetinde de öyleydi. 

Ruşen Çakır: Geçmişte böyle bir olay oluyor. Anlatınca gördüm, o günleri unutmuştum. Şimdi o yıllar hayal meyal şekillenmeye başladı. Hepimiz gazeteciydik, biliyorsun, ama o kadar çok şey yaşandı ki unuttuk gitti. Adamın resmen cezâevine girişlerinin gazetelere haber oluşunu hatırlıyorum. Çıkışını da hatırlıyorum, ama bunların hepsinin ayrı bir öyküsü varmış ve bunlar gerçekten çok çarpıcı şeyler. Neyse… Kılıçdaroğlu’na değinelim biraz. 

Kemal Kılıçdaroğlu şu sıralar yine helâlleşme gezileri yapıyor. Balyoz mağduru askeri ziyâret ediyor. Ertesi gün 28 Şubat mağduru bir öğretmeni ziyâret ediyor ve bunların da devam edeceğini söylüyor. Dikkatimi çeken bir şey var: Ya kendileri bunları çok büyütmüyorlar –ki ziyâret ettiği kişinin kapısının önünde açıklama da yapıyor–, ama çok da fazla ilgi görmüyor. Bir gün Balyoz mağdurunu, ertesi gün 28 Şubat mağdurunu ziyâret etmesi, aslında çok çarpıcı şeyler. Toplum artık kanıksadığı için mi böyle oluyor? Tabii bir de işin başka bir boyutu var: Kılıçdaroğlu’nun gündeme sokmaya çalıştığı helâlleşme kavramı, bence, onun özellikle kendi adaylığını hazırlama anlamında da çok kullanışlı bir kavram gibi geldi bana. Ama bu son yaptığı işlerin çok etki yaratmaması soru işâretlerine yol açıyor bende. Sen ne düşünürsün?

Kemal Can: Tam olarak böyle düşünüp mü yapıyorlar bilmiyorum. Biraz rastlantısal da olabilir, ama Kılıçdaroğlu bunu çok bireysel bir program olarak yürütüyor; partisinin bir siyâsî programı gibi değil. Senin de söylediğin gibi, adaylık ihtimâli olan, bu ülkeyi bütünlüğüyle tarafsız biçimde temsil etmeye aday biri olarak, her kesimle böyle bir ilişki kuran özel bir portre olarak yürütüyor. Diyarbakır ziyâreti bile öyleydi aslında. Bu, bâzılarının aktivizm diye eleştirdiği kurum kapılarına gitmesi, evinden yaptığı videolar, bâzen iş çevrelerini, bâzen bürokrasiyi, bâzen yargıyı, bâzen dünyadaki güç merkezlerini uyardığı çıkışlar ve şimdi de helâlleşme ziyâretleri. Bunlar bir siyâsî programdan çok, bireysel program olarak yürütülüyor. Senin söylediğin gibi, “Kendileri de çok büyütmüyorlar” yaklaşımının arkasında da, o bireysel programın çok öne çıkartılması belki rahatsız edici olabileceği için –ki bu muhâlefet çevrelerinde tartışılmaya da başladı–, bunun gürültüsünü çok fazla yapmadan, ama sıklaştırarak… Yani bir seferde büyük gürültülü temaslar değil, çok sayıda küçük küçük temaslarla yürütülmeye çalışıldığını düşünüyorum. Bu anlamda çok da yanlış bir strateji olmayabilir. Çünkü daha önceki helâlleşme çıkışını bir siyâsî tercih olarak ifâde etti ve bunun tartışmaları yapıldı. Ama şimdi, bunun gereğini bireysel olarak yapması ve çok fazla bir siyâsî propaganda meselesine dönüştürmemesi aslında faydalı. Etkinlik veya amaca uygunluk açısından yavaş sonuç verecek, ama hızlı olmasından doğacak alerjileri de kesen bir şey. Bence böyle bir yöntem izleniyor. Tabii bunun başka kesimler tarafından çok tartışılmıyor olmasının da başka nedenleri var. Zâten iktidar bunu çok köpürtüp kullanmayı istemeyeceği için, yandaş medya ya da ana akım medya da bu konulara çok girmiyor. 

Muhâlefet içerisinde de, bu yürütülen programın çok köpürtülmek istenmediğini de biliyoruz. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun helâlleşmeye çalıştığı kesimlerin kendiliğinden temsilcisi olduğunu iddia edenler var. Zâten onlar, kendileri varken, kendilerini aracı olmaktan çıkartıp, böyle doğrudan temaslardan çok büyük haz duymuyorlardır. Ya da kendileri bu aracılığı sağlamadıkları için köpürtecek bir şey duymuyorlardır. Muhâlefet içerisinde bundan rahatsız olan çevreler de olabilir. Bâzı ziyâretleri çok olumlu bulanlar, senin söylediğin gibi, ertesi gün yapılan ziyâreti de çok rahatsız edici bulabilirler. O yüzden, muhâlefet cephesinde de bunlara tek tek büyük bir iştahla yaklaşılmadığını düşünebiliriz. 

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu daha önce, Mavi Marmara baskınında hayâtını kaybeden birisinin âilesini de ziyâret etmişti. Ya da “Altılı Masa”nın ilk Bilkent toplantısı öncesinde, 28 Şubat mağdurlarıyla toplu halde görüşmüştü. Bir de benim bildiğim, Anadolu’ya gittiği zaman muhâfazakâr çevrelerle kapalı toplantılar yaptığını duyuyorum. Onları genellikle de dışarıya pek yansıtmıyorlar. 

Konuşacak epeyce konu var Kemal. Mesela HDP Kongresi ve Selahattin Demirtaş’ın yazısı. Bunu “Adını Koyalım”da da doğru dürüst konuşamadık. Biliyorsun Ben Salı günü Diyarbakır’daydım. İnsanlar kongreden çok Demirtaş’ın yazısını konuştular. Dün de Kobane Davası’nda Demirtaş ilginç şeyler söylemiş. Bir kendisine yönelik tehditlerden, bir de boykot pazarlamaya çalışanlardan bahsetmiş. O cephe seçime kadar bayağı karışacak gibi gözüküyor. Ben Demirtaş’ın mesajını doğrudan HDP’ye yönelik olarak gördüm. Ama dün Ahmet Şık’la yaptığım yayında Ahmet bu düşünceme katılmadı ve daha genel bir perspektif olduğunu söyledi. Açıkçası ben HDP’ye yönelik eleştiri olduğunu düşündüm. Tabii kendisini de katıyor bir anlamda. HDP’nin şu anda her şeyi Altılı Masa’ya bırakıp, oradan gelecek tavırlara göre cevap verme stratejisini çok doğru bulmuyor Demirtaş. Ben öyle anladım yazısını. “Siz onların ne yaptığına bakmadan önce, kendimiz açılım yapalım, ondan sonra diğerlerine bakalım” yaklaşımı var. Bence bu doğrudan HDP’ye yönelik bir eleştiri. Katılır mısın?

Kemal Can: Evet. HDP’ye dönük, ya da kendisini de dâhil ederek siyâsî hareketinin genel çizgisine dönük bir şey söylüyor. Bunu da çok saklamıyor. Hattâ bu ilk söylediği de değil. Daha önce de mektupları olmuştu.

Ruşen Çakır: Ama bu çok açık ve net. 

Kemal Can: Evet, dozunu ve netliğini artırıyor. Ama şöyle bir tarafı da var açıkçası. Hattâ ben Çarşamba günü “Adını Koyalım”da da bahsetmeye çalıştım. İğne-çuvaldız meselesinde, evet, kendi tarafına bir şey söylüyor. Karşı tarafın ne yapacağını tartmak ya da “Kendi öfke ve ihtiyaçlarınızın belirleyiciliğiyle davranmaktan vazgeçmemiz gerekir” derken, aslında karşıya da bir şeyler söylüyor. Altılı Masa’dakiler, “Ne güzel. Selahattin Demirtaş HDP’yi eleştirdi. ‘HDP Türkiyelileşsin.’ Mesâfesini koysun, bizim elimizi rahatlatsın. Tıpış tıpış buraya gelip bunu yapsın. Bu ittifaka açık desteğini versin. Fazla da îtiraz etmesin” diye bakarlarsa, bu mektubu yanlış okumuş olurlar. Evet, Demirtaş kendine ve kendi tarafına söylüyor. Ama kendi tarafına söylediğinin şöyle bir tarafı da var: Burada cesâret ve karşı tarafı iknâ etmekle ilgili adım atmaktan bahsederken, herkesin de bunu yapması gerektiğinin altını çiziyor. 

HDP’ye çıkartılan “Türkiyelileşme, mesâfe, şu bu” gibi görev listeleri ya da problem listeleri var. Peki, Altılı Masa kendileri için benzer bir görev listesini önlerine koyuyor mu? Meselâ HDP’ye yönelik, “Biz yan yana durmayız. Biz aynı yerde adımızın anılmasını bile istemeyiz” dedikleri bir parti muamelesi yapmaya devam edecekler mi? İttifak yapmaları veya ittifaka almaları gerekmiyor. Ama burada bir ölçü, bir anayasal çerçeve olması gerekiyor. İddia ettikleri parlamenter, çoğulcu, demokrasi ilkeleri mantığı içerisinde bir anayasal sistem değişikliğinde, bu kadar oy desteği olan çok önemli bir kesimin temsilcisi hareketi yok saymak, etkisiz katsayı gibi sadece bir sayıdan ibâret görmek, orada bulunan ve oraya destek veren insanları, orada kendi taleplerini ifâde ettiğini düşünen ciddî bir siyâsî birikimi yok sayarak devam etmek mümkün müdür? Burada eksik bıraktıkları, yapmadıkları, yapmaktan kaçındıkları ya da yanlış yaptıkları birtakım şeyler var mıdır? Her bir aktörün bunları kendine sorması gerekiyor. Demirtaş, o iğne-çuvaldız meselesini bence bu anlamda bir genel açılım olarak herkesin önüne koyuyor. Herkes Demirtaş’ın mektubunu, “HDP’ye herkesin çıkarttığı bir görev listesini Demirtaş çıkarttı. Diğer herkes, onun yapacaklarına bakmak ve bir şey yapmak zorunda değil” gibi bir serbestiyet içerisinde hissetmemeli kendini. Çünkü bütün sayısal verilere baktığımızda, muhâlefetin HDP’ye ihtiyâcı olduğu çok açık. Seçimi kazanmak için de ihtiyâcı var. Kazandıktan sonra devam etmek için de var.

Ruşen Çakır: Demirtaş’ın özellikle duruşma sırasında söylediği boykot meselesi, iktidârın kendisi için bu konuda yapabileceği en gerçekçi senaryo, HDP seçmenini 2. tura kalmış cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullanmamaya teşvik etmek. Selahattin Demirtaş’ın bu konuda çıkış yapması da, boykot meselesinin önünü kesmeye yönelik. Bu anlamda önemli. 

Senin söylediğinden hareketle şöyle bir şey söylemek istiyorum: Bir partinin, bir hareketin, bir oluşumun, kendisine bir görev listesi çıkartmasıyla, bir başkasının ona dayatması arasında bir fark var. Çıkartılan listeyle dayatılan liste aynı bile olabilir. Ama önemli olan, bunu senin özgür irâdenle yapman. “Onlar böyle istiyor” diye değil, kendi hareketinin geleceğini bunu gerektirdiği için çıkartmak. Demirtaş’ın yazısından benim anladığım, Altılı Masa’ya şirin görünmek gibi bir derdi yok. Bu yazıyı, HDP’nin kendi geleceğinin inşâsı ya da HDP’nin ötesinde, bir hareketin geleceğinin inşâsı için bir şey söylüyor diye okuyorum. Ama senin söylediğin mesele de çok ciddî. “Selahattin Demirtaş da bizim söylediğimiz noktaya geldi. Bunlar akıllanıyorlar. Zâten bir şey yapmamıza da gerek yok” düşüncesi hâkim olursa –ki özellikle önce İYİ Parti, sonra CHP çevrelerinin isteyeceği bir şeydir bu–, o zaman işin rengi değişebilir. 

Burada Altılı Masa’daki 3 partinin, yani, Saadet Partisi, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin, HDP’ye karşı çok sert bir duruş sergilediğini görmedim şu âna kadar. Berâber fotoğraf da verdiler, ziyâret de ettiler. Demokrat Parti’nin yaklaşımını gerçekten bilmiyorum. Ama esas mesele, CHP ve İYİ Parti ile olan mesele. Bir iddiaya göre, Meral Akşener Diyarbakır’a gidecekmiş. Geçenlerde Salim Ensarioğlu’nun kardeşinin vefâtı üzerine tâziye için gitti ve geri döndü. Ama halkın arasına karışmadı. Şimdi başka şehirlerde yaptığı gibi Diyarbakır ve ilçelerinde bir esnaf ziyâreti, halkla konuşma, onlarla sohbet etmek gibi bir şey yapacak olursa, o zaman bir şeyleri ölçme imkânımız olacak. Bir kere, giderse önemli olacak. Gittikten sonra neler olacağı, neler konuşacağı, insanların ona ne söyleyeceği, onun ne tepki vereceği önemli. Biliyorsun, Mansur Yavaş’ın Van’da bir “İnşallah” deneyimi var. O da çok acayip bir olaydı. 

Kemal Can: Doğru. Altılı Masa’nın şöyle bir sıkıntısı var — bunu bir süredir konuşuyoruz: Oradaki bütün siyâsî partiler, muhâlefet bloku ya da Altılı Masa olarak bu iktidaârı değiştirmek üzere bir ortaklık zemini içerisinde davranıyorlar. Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da da ortak biçimde hepimizin tespit ettiği gibi, bu masadan kalkma lüksü hemen hiç kimse için yok. Ama bu, bütün önceliklerini de bu ortak hedefe göre biçimliyorlar anlamına gelmiyor. Süreç ilerledikçe, herkesin kendi parti hedefleri ve muhâlefet içerisinde kendi partilerinin pozisyonuyla ilgili hesapları da zorlaşıyor. Hattâ partilerin kendi içinde de zorlaşıyor. Dolayısıyla bunların birtakım sonuçları olacak. Bunları daha çok görmeye başlayacağız. Burada yine liderlerin pozisyonları belirleyici olacak. Çünkü şu anda muhâlefet ittifakı, liderlerin ittifakı olarak yürüyor. Partilerin bütün olarak tam entegrasyonu henüz gerçekleşmiş değil. Buna, liderlerin arkasında duran partiler olarak katılıyorlar. 

Dolayısıyla şimdi, bu tek tek liderlerin, biraz önce bahsettiğimiz Kılıçdaroğlu’nun bireysel performansında gördüğümüz gibi, şimdi senin işâret ettiğin gibi, Meral Akşener’in, dikenli alanların dışında kalarak değil, bazı yerlerde bir şeyler söyleyerek yürümeye devam etmesi durumunda, yeni bir tablo ortaya çıkabilir. Ama bunların, önümüzdeki günlerde daha netleşeceği anlaşılıyor. Şu anda hâlâ harekete geçmiş değil hiç kimse. Kılıçdaroğlu’nun fazlasıyla hareketli görünmesinin nedeni, diğer herkesin, politik olarak fazla hareketsiz durmasından kaynaklanıyor. Şu anda ülkenin yaşadığı sorunlar karşısında, iktidârın girdiği kriz karşısında, muhâlefet partilerinin çok daha agresif politik bir hız içerisinde olmaları, böyle bir kampanya yürütüyor olmaları beklenirken, hâlâ Kılıçdaroğlu’nun çıkışları ve “Vatandaşı dinliyoruz” sınırını geçmeyen bir tutumla idâre ediyorlar. 

Ama şunu da anlamıyorum: Kılıçdaroğlu kurumların önüne gidiyor, AKP’li bürokratları bâzen sert biçimde uyarıyor. Endîşesiz ve endîşeli muhâfazakârları temsil eden kesimler bundan rahatsızlık duyuyorlarmış. Niye duyuyorlar? Yolsuzluğa karışmış bir AKP bürokratından, daha sonra, bu yaptığı ve doğrudan suç oluşturan şeyle ilgili hesap sorulması, endîşesiz ve endîşeli muhâfazakârları neden rahatsız ediyor? Bunu anlamakta hakîkaten zorlanıyorum. Eğer muhâfazakârlığın içerisinden böyle bir problem çıktıysa, bunun temizlenip halledilmesi, hesâbının görülmesi, tam tersine, en önce kendi âit oldukları çevrenin isteyebileceği bir durum olmalı. Burada bir tuhaflık var. 

Ruşen Çakır: Bunu daha önce de çok tartıştık. Ortada aslında muhâfazakârların endîşesinden ziyâde, birtakım siyâsî partilerin beklediklerini bulamama endîşeleri sanki daha belirgin. Bu, büyük ölçüde şehir efsânesine dönüşmüş durumda. 

Kemal Can: Meselâ bir muhâfazakâr, Mehmet Cengiz’e “Beşli Çete” denmesinden niye rahatsız olur? 

Ruşen Çakır: Hiçbir şekilde olmaması lâzım. Tam tersine destek vermesi lâzım. Evet Kemal, artık noktayı koyalım. Bugün Arife günü, yaptığımız yayınla bayrama giriyoruz. İzleyicilerimizin bayramını tebrik edelim. 

Kemal Can: İyi bayramlar. 

Ruşen Çakır: İzleyicilerimize teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.