İsmail Güzelsoy yazdı: Çünkü zayıflar

Uzun yıllar önce bir makale okumuştum. Avusturyalı bir zoolog, İtalya’da bir kentten aldığı iki kumruyu, olabildiğince uygun koşullarda arabasının bagajına yerleştirip Viyana’ya getirir. Laboratuarına ulaşıp bagajı açtığında gördüğü manzara adamı şoka sokar. Dişi kumru eşine saldırmış, ölümcül yaralar açmıştır. Hayvan davranışları konusunda uzman olan zoolog bu duruma anlam veremez çünkü kumruların saldırgan olmadığını en iyi bilen meslek grubunun mensubudur kendisi. Hele de dişi bir kumru! 

Başka denemeler yapmaya karar verir. Laboratuarında farklı boyutlardaki kafeslerde birer çift kurt, serçe gibi, farklı saldırganlık eşiği olan hayvanları yerleştirir ve üzerlerini örtüp bu kafeslere hareketlendirir. Amacı, bagajdaki yolculuğu simüle etmektir. Her deneme Zoolog’u bir kez daha şaşkınlığa düşürür çünkü “asla” saldırmaz diye düşündüğü hayvan çiftleri, böyle zorlu bir ortamda beklenmedik bir şekilde saldırganlaştığı gibi, “vahşi” hayvanların bir kenara büzüşüp süreci atlatmaya çalıştığını gözlemler. Şu anda makalenin ayrıntılarını hatırlamıyorum ama zoolog çalışmalarını bir hayli geniş ölçekte gerçekleştirir ve gördüğü manzara pek değişmemektedir. Şöyle bir sonuca varır: Ölümcül darbelerle donanan varlıklar şiddet kullanma konusunda daha temkinliyken, munis varlıklar zor koşullarda daha kolay saldırgan olabiliyor. Makale bu aşamadan sonra hayvanların davranış modelleri üzerinde ilerlese de ben buradan başka bir sonuç çıkarmıştım ve galiba hâlâ da o günkü gibi düşünüyorum: Şiddete başvurmak gücün değil zayıflığın ifadesidir. Bu ilke yalnızca doğada değil, antropolojik düzeyde de işler. Güçlü bir ebeveyn çocuğunu eğitirken ona şiddet uygulamaz, bu bir acz ifadesidir. Eğitim ve terbiye verme çabasının akamete uğradığının bir işaretidir şiddet.

Türkiye’de devletin -açık ve derin karanlık yapılar içinde- şiddete başvurmakta neden bu kadar atak olduğunu bu çıkarsamadan okuyabiliriz belki de. Çünkü korkuyorlar. Benim kuşağım devletin şiddete mayil davranışlarıyla çok erken yaşlarda tanıştı. Kenan Evren’in televizyonlarda, “Bir solculardan asıyorduk, bir sağcılardan” biçiminde, dili döndüğünce aklileştirerek tarif etmeye gayret ettiği şiddet, devlet geleneğinin dayandığı temel aygıtın en safdil dışavurumlarından biriydi. Çünkü devlet aygıtları, bu ülkede kendi meşruiyetlerine inanmayı beceremedi bir türlü, korkularının sebebi tam da buydu. Bir yapının zayıf oluşu, çoğunlukla o yapının kendisini kurgulayışında bir sorunun varlığına işaret etmez mi? Devlet geleneği de tam olarak bu kaygı üzerine kurulmuş. Siyasetten bürokrasiye, yürütmeden güvenliğe, her alanda bir meşruiyet endişesi var. Bunun bilgisi onları saldırgan ve hırçın yapıyor. Tek meşru dayanakları, bin türlü şaibeyle kirlenmiş seçim sandığı ve oluşturdukları çıkar ittifakları. Bu da meşruiyetin olmadığı anlamına geliyor. Meşruiyet yoksunluğunu, şiddet kullanarak örtme yolunu seçtiler. Şiddet, meşruiyetin sorgulanmasını önleyecek daha ilkel bir hukuku inşa edebilmenin yoluydu. Yani uygar bir toplum sözleşmesini gerektiren bir hukuk anlayışı yerine, geniş ölçekli bir mafya “adaleti”ne dayalı bir meşruiyet zemini oluşturdular. Kaypak ve loş bölgeleri giderek artarak toplumsal dokunun bütün saydam alanlarını ele geçiren bir zemindi burası. Böylelikle karmaşık ilişkiler ağı içinde, adalet bürokrasisini eğip bükerek öz-meşruiyetlerine dair endişelerini yatıştırmaya çabalayıp durdular. (Sedat Peker’in yaptığı ifşaatlar bu bakımdan önemliydi. Onun araladığı pencere, iktidarın kozmik odasının kokusunu yaydı ortalığa. Daha derinlerde kokudan durulmayacaktır, eminim.)

Bu gözlemlerim yalnızca bugünkü iktidarla sınırlı değil. Mensubu olduğum kuşak, Özal’ın, Çiller’in, Demirel’in tedrisatından maluldür ve bu ülkeyi yönetenlerin suç şebekeleriyle nasıl organik ilişkilere girdiğini çok iyi bilir. Gençlik yıllarımızda devlet geleneğinin sergilediği saldırganlığın gerisinde, neredeyse mistik bir güç olduğuna inanırdık. Zaman içinde anladık ki güçlü olan, iktidara muhtaç olmaz genelde. Tuhaf bir şey söylediğimin farkındayım ama bu coğrafyada güç ile iktidar çoğu zaman iki kutbu temsil eder. Her ne kadar gündelik hayatta bunları eşanlamlı kavramlar gibi kullansak da iktidara, dahası mutlak iktidara ihtiyaç duyan bünyelerin temel sorunu güçsüz oluşlarıdır. Zayıflığının, zaafının farkında olarak ve suça batarak ülkeyi yönetmeyi sürdürme azmi, şiddetten başka bir seçenek bırakmıyor bu efendilere. O nedenle hayvan hakları için sokağa çıkanlara gaz bombası, plastik mermi yağıyor. O nedenle kadın cinayetlerini durdurmak için sesini yükseltmek isteyen kadınlar coplanıyor, onur yürüyüşleri engelleniyor vs. çünkü zayıflar. Çünkü tanımlı kamusal ilişkilerin çok derinlerinde, kirli ilişkilere batmışlar. Çünkü suçlular ve bunun çok iyi farkındalar.

Bu suç öyle pistir ki bir noktada “Çizdim, oynamıyorum” diyemezler. Tükenene kadar oynayacaklar ve tükenecekler. Çünkü derine gömmeye çalıştıkça yüzeye çıkan bir bilgi kırıntısı rahat vermiyor onlara: Güçsüzler ve iktidardalar. Nasıl büyük zavallılıktır bu, bir bilsen! Güçlü bir muhalefet, güçsüz bir iktidardan ehvendir ve toplumsal süreçte çok daha kalıcı dönüşümler yapma potansiyeline sahiptir. Tam da bu nedenle, güçsüz iktidarların en büyük çabası, zaaflarının dışarıdan görülmesini engellemeye odaklıdır. Haliyle, şiddet böylesi bir korkunun tek panzehri olarak görüle geldi. Tıpkı serçelerin, kumruların birbirine saldırışı gibi… Çünkü bu zayıf varlıklar, karşılarındakine saldırırken aslında kendi kırılganlıklarıyla kavga etmektedir. 

Küçük bir not: Başlı başına bir yazı konusu olmakla birlikte, alakasız bir şekilde buraya bir not iliştireceğim. Tek adam rejiminin yıkılması başka bir tek adamla mümkün olamaz. Bunu söylediğim her yerde azarlanıyorum son günlerde. Herkes dil birliği etmişçesine, önce şu garabetten kurtulmak gerektiğini söyleyip beni susturuyor. Yani daha hafif bir garabetle ağır bir garabeti yenmek olarak özetlenebilecek tuhaf bir strateji öneriliyor. Çok anlamsız! Tek adam rejimini yıkacak olan alternatif, hukukun üstünlüğüne dayalı, özgürlükçü ve demokratik katılım üzerine kurulu bir yapılanmadır. Demokratik bir platform oluşacaksa, ekonomiden, toplumsal kimliklere, STK’lardan eğitime, bu ülkede hasar görmüş dokuların nasıl onarılacağını bize tane tane anlatabilecek, akademisyen, yazar, gazeteci, kanaat önderleri vs.’den oluşan “restorasyon bileşenleri” durmalı karşımızda. Falanca değil de filanca tartışması, mevcut iktidar modelinin dayattığı paradigmaya teslim olmaktır. 

Sorun “falanca tek adam” değil, “tek adam” kavramıdır. Hatırlasana, bir önceki krizde Kemal Derviş’in kurduğu köprü uzun süre kullanılmıştı. Sence bu ülkede, Kemal Derviş’in birikimine sahip kaç kişi çıkar? Milyonlarca, değil mi? Neden biz hâlâ isimleri konuşuyoruz? Adayın sadece sembolik olduğunu söyleyip arka planda dev bir kadroyla bizi tanıştırmak istemez mi Altılı Masa? Ülkenin potansiyel gücünün iktidara yansıdığı bir model inşa etmek zannettiğimizden kolay. Tek adam meselesinin aşılması bir rejim sorunsalıdır ve bu da mevcut tek adama bir rakip önermekle mümkün olmayacak bence. Tek adam kavramına karşı, güçlü ve kendi meşruiyetinden kuşku duymayacak kadar köklü bir demokrasi, özgürlük ve insan hakları iklimi oluşturmayı hedefleyen bir yapılanma şart. 

Notu ana gövdeye de son cümleyle bağlayabildim ya!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.