Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (132): Demirtaş’ın Kılıçdaroğlu’na desteği, Özer Sencar ve Bekir Ağırdır ile söyleşilerde öne çıkanlar

“Haftaya Bakış”ta Kemal Can ve Ruşen Çakır, Medyascope’a konuşan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu‘na verdiği desteği, Özer Sencar ve Bekir Ağırdır ile söyleşilerde öne çıkanları ele aldı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: “Öne çıkan olaylar” dedik ama, bugün Medyascope’ta yaptığımız üç söyleşiyi ele alacağız. Gerçekten de çok ilgi gördü ve belli ölçülerde tartışıldı. Selahattin Demirtaş’ın benim yazılı sorularıma avukatları üzerinden verdiği cevaplar, Özer Sencar ve sonra Bekir Ağırdır’la yaptığım yayınlar. Bunların hepsi aslında seçim ve muhâlefet eksenli hususlardı. Çok ilginç yönleri vardı. Bâzıları bana göre çok isâbetli, bâzıları bence sorunlu, ama her biri tartışmayı teşvik eden şeylerdi. Özellikle Özer Sencar ve Bekir Ağırdır’ın söyledikleri… Bunları konuşalım. Önce şunu hatırlatalım: Bütün bu tartışmaların ortasında, Kılıçdaroğlu bugün partisinin yöneticilerine ve milletvekillerine, “Altılı Masa hakkında konuşmayın” diye tâlîmat vermiş. Biliyorsun, en son, Genel Başkan Yardımcısı Bülent Kuşoğlu, “Kılıçdaroğlu aday gösterilmezse o masa dağılır” demişti. O bardak artık fazlasıyla taşmış. Toparlamaya çalışıyorlar, ama ne kadar toparlayabilirler açıkçası çok emin değilim.

Selahattin Demirtaş’la başlayalım. Ben bu konuyla ilgili bir yayın yaptım ve orada özellikle şunu vurguladım: Demirtaş’ın Meral Akşener’e karşı 2 yıl içerisinde üslûbu değişmiş, ama hâlâ temkinli. Kapılar sonuna kadar açık değilse de aralık duruyor. HDP’nin sert tepkisinde de, “Haklı, ama biraz daha dikkatli olunsa…” gibi nüanslar vardı — ki onların önemli olduğu kanısındayım. Ama en şaşırtıcı olan, Kılıçdaroğlu konusunda çok açık ve net bir şekilde onu övmesi ve destek vermesi. Yoruma tevile gerek yok diye düşünüyorum, bilmiyorum sen ne dersin? Açıkçası bu kadar açık ve net destek vermesini beklemiyordum. Ama Kılıçdaroğlu’yla Sakarya’da sohbet ettiğimde, sanki onun pek de şaşırmadığını, çok memnun olduğunu gözledim. Sen Demirtaş’ın bu çıkışlarına ne diyorsun? Tabiî ki partisini bağlar bağlamaz, o ayrı bir husus; gerçi parti de farklı bir şey söylemedi, ama seçmenini bağladığını şundan anlıyoruz: Yerel seçimdeki açıklamasından sonra, HDP seçmeninin onun gösterdiği yolda hareket etmesinde bayağı belirleyici olmuştu. 

Kemal Can: Evet. Ben de senin yorumuna genel olarak katılıyorum. Sana verdiği cevaplarda ve o söyleşinin genel havasında, bir açık tercih olarak ifâde edilip isimlendirilmese bile, böyle yorumlanmaya müsâit bir tutum var. Ama zâten Demirtaş’ın birkaç mektup ve yazısıyla, sistemli bir biçimde, daha çok kendi tarafına söyledikleri öne çıkartıldı, iğne-çuvaldız metaforları üzerinden HDP’ye ne söylediği gündeme geldi. Aslında, bir demokrasi zemininden, %80’ler seviyesinde oy alabilecek bir muhâlefet birlikteliğinden bahsederken, HDP’nin yaptığı gibi, “Siz tanımıyorsanız biz hiç tanımıyoruz” demek yerine, o “tanımıyoruz” tavrının yanlışlığını işâret edip karşı cevâbı o sertlikte vermiyor. Vermemesi de zâten öyle gereken bir şey olarak yorumlanabilir: Çünkü %70-80’leri bir arada tutabilecek bir kurucu demokrasi ortaklığı, bir irâde yaratmaktan bahsediyorsanız, İYİ Parti’nin yaptığı gibi herhangi bir kesimle hiçbir zeminde asla konuşmayacağınızı söylememeniz gerekir. Zâten Demirtaş, senin söylediğin gibi o müzâkere kapısını tamâmen kapatan bir tutum alsa, kendisiyle çelişmiş olacak. O yüzden de öyle bir tutum alıyor. Şimdi, mevcut adaylar ve gelişen tartışmalar içerisinde Kılıçdaroğlu’nun edindiği ayrıksı tutumu… Aslında Kılıçdaroğlu bu tutumu kendi çıkışlarıyla sağladı. Ama bir yandan da, diğer aktörler ve diğer aktörler üzerinden yürütülen operasyonlar Kılıçdaroğlu’nu kendiliğinden ayrı bir yere taşıdı. Bir tarafıyla evet, Kılıçdaroğlu kendi kampanyasını yürüterek, çeşitli konularla ilgili birinci tekil konuşmalar yaparak bir aday profili çizdi. Ama son sert açıklamaları bir kenara bırakırsak, Kılıçdaroğlu’nun farkını işâret eden tutum, büyük ölçüde diğer adaylar üzerinde oluşturulan tartışmalardan şekillendi. Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş’ı aday göstermesi, İmamoğlu’nun çokça tartışılan Karadeniz gezisinin sembolik mesajları, kendiliğinden Kılıçdaroğlu’nu biraz daha başka bir yere taşıdı. O da bunu pekiştiren birtakım açıklamalar yaptı.

Selahattin Demirtaş da kendi iddiasında olan geniş demokrasi ittifâkını, herkesle konuşabilen, herkesle temas kurabilen, kimseyi dışarıda bırakma iddiasını en azından açıklıkla ifâde etmeyen aktör olarak, Kılıçdaroğlu’nun, şahıs olarak öneminden bağımsız olarak yapmaya çalıştığı şeyin öneminin altını çizen bir açıklama yaptı. Sana verdiği cevapta ben bunu gördüm. Bu da tabiî ki kaçınılmaz olarak bu tutumun açık ve iddialı adayı görüntüsü verdiği için Kılıçdaroğlu’na destek anlamına geliyor. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun eleştirilmesine neden olan şey ya da İYİ Partililer’in HDP üzerinden tartışma çıkarırken ya da Mansur Yavaş’ı işâret ederken veya seçilecek aday tartışmalarını alttan alta yürütürken, aslında hep îmâ ettikleri, HDP’nin dâhil olabileceği bir denklemden uzak durmak, buna ihtiyaç olmadığı iddiasını besleyen bir şeydi. Açıkçası ittifâka dâhil olmadığını söylemesine rağmen, “Meşrû muhâtaptır” çıkışından îtibâren, Kılıçdaroğlu bu konuda açık kapı politikasını ve temasın devam edeceği bir zemini savundu hep. Dolayısıyla senin de söylediğin gibi bu iki yaklaşım, yani Demirtaş ve Kılıçdaroğlu yaklaşımlarının birbirine yakın gelmeye başlaması, açıkçası çok şaşırtıcı değil. Diğerleri biraz ayrışıyorlar.

Ruşen Çakır: Bıraktığın yerden Özer Sencar’ın söylediklerine geçebiliriz. Özer Bey’in daha önce söyledikleri, anket sonuçları, sanki Mansur Yavaş’ı destekliyor havasındaydı. Ama bizim yayında çok net birtakım şeyler söyledi biliyorsun. Erdoğan’ın Mansur Yavaş’ı perîşan edeceğini söyledi. Bir diğer husus da çok önemli: Muhâlefetin HDP desteğini almadan ne birinci turda ne ikinci turda kazanamayacağını söyleyerek noktayı çok net bir şekilde koydu. Halbuki Mansur Yavaş önermesinde ısrar edenlerin yaklaşımları genellikle şöyle — Ümit Özdağ’da da öyle, İYİ Partililer’de de öyle, MHP ya da AKP’ye yakın olmakla birlikte Mansur Yavaş’a oy vermeyi düşünebilecek insanlarda da öyle: HDP’siz seçilebilecek bir aday. Yani “Mansur Yavaş aday olursa, Altılı Masa partilerinden artı MHP’den ve AKP’den gelecek oylarla seçilir. Hattâ birinci turda bile seçilir, HDP’ye gerek olmaz.” Diyelim ki Erdoğan, Mansur Yavaş ve HDP’nin adayı çıktı. Burada bile kazanabilir gibi bir kampanya yapılıyor. Ama Özer Bey, bunun kesinlikle mümkün olmadığını söyledi. 

Kemal Can: Açıkçası ben de zâten böyle düşünüyorum. Hatırlarsan, hem “Adını Koyalım”da Mansur Yavaş konusunu değerlendirdiğimizde, hem başka biçimlerde aday tartışmaları yaptığımızda, hem yayınlarda hem yazılarda bunu söyledim. Çünkü Mansur Yavaş’ın en çok oy alan aday olarak belirli bir durumda ölçülebiliyor olması, bir garanti olarak sunulamaz. Çok bâriz bir biçimde, Özer Sencar’ın seninle yaptığı röportajda anlattığı bir şey var: Kararsız blokunun içerisindeki AKP’li oyları. Erdoğan’ın ya da iktidârın stratejisi de büyük ölçüde o oyları geri kazanmak üzerine. Bu, Bekir Ağırdır’la yaptığın röportajında da var. Şu anda iktidar ve Erdoğan, karşı taraftan oy almak değil, kendisinden şu ya da bu biçimde uzaklaşmış, kararsız blokuna geçmiş ya da tereddütteki seçmeni geri kazanmak üzerine stratejiler geliştiriyor. Burada ikili ayak var: Birincisi, “Yine çözersem ben çözerim” gibi bir şeyi ileri sürüyor ve kimlik siyâsetini öne çıkartıyor. İkincisi de, muhâlefetin sorunlarını işâret ederek oradaki zayıf noktalara bastırarak, oradaki tereddüdü artırmaya çalışıyor. Ama burada Mansur Yavaş’a, şu anda iktidardan kopmuş ve kararsız olduğu için “Olursa Mansur Yavaş olsun” deyip anketlerde Mansur Yavaş cevâbı verenlerin önemli bir kısmı, kampanya sürecinde Erdoğan’ın geri kazanmak için hedefe koyduğu kitle. Diğer adaylarla Mansur Yavaş’ın arasında 5 puan fark varsa, zaten iktidârın ve Erdoğan’ın tekrar oylarını toparlayarak kazanmak gibi bir hedefi varsa, zaten o blok ana hedefi.

Ruşen Çakır: Bir parantez açıp, Demirtaş’ın, adını vermeden Mansur Yavaş hakkında söylediği, “Oyları yüksek gözüküyor, ama ağzını açıp sorunları konuşmaya başladıktan sonra ne olacak?” meselesiyle, Özer Bey’in, Erdoğan’ın kampanyada Mansur Yavaş’ı perîşan edeceği sözlerini de burada hatırlatmakta yarar var.

Kemal Can: Kastettiğim şu: Özer Sencar, özel olarak onu mu îmâ ediyor ya da öyle mi düşünüyor bilmiyorum; kendisiyle bu konuyu tartışmadım. “Erdoğan, Mansur Yavaş’ı perîşan eder” meselesi, sadece Mansur Yavaş’ı hırpalayabilmesi, onun zayıf yönlerini açığa çıkartması değil. Erdoğan’ın, Mansur Yavaş’ı destekleyebilecek kesimlerle temâsının çok daha güçlü olması. Yani Erdoğan’ın karşısında Mansur Yavaş’ı destekleyebilme ihtimâli olanlar, o fazla görünen köpük, Erdoğan’ın çok kolay geri kazanabileceği bir köpük. Biraz böyle bir tarafı da var. Sâdece politik yetenek ya da kampanya gücü îtibâriyle Mansur Yavaş’ı ezmesi değil, aynı zamanda onun kendisine çok yakın bir kitleyle ortak zemininde, Erdoğan’ın açık avantajının olması. Zâten bence şu anda pek çok ankette, Erdoğan’a oy verecek ya da hâlâ iktidar seçmeni olan bir sürü insan, Mansur Yavaş ismini seçenek olarak söylüyor olabilir. Yani o geçişkenlik kapanmış değil. Bu yüzden de Mansur Yavaş’ın oyu daha yüksek görünüyor. 

Ama Özer Sencar’ın meslekî deneyimiyle söylediği şeyi, ben taban profillerine bakarak da doğru buluyorum. Şu anda sâbit bir noktada görünen oy, gerçekleşecek oy değil. Dolayısıyla sâdece anket sonuçlarındaki farka bakarak, “kazanacak aday” demek, doğru bir çözümleme değil. Bunu tabiî insanlar, “Neye bakacağız? Tabiî ki ankete bakacağız” diye cevaplıyorlar; ama anket tek bakılacak ölçü olursa, çok büyük siyâsî hatâlar getirebilir.

Ruşen Çakır: Orada bir de şöyle bir şey var: Anket denince… anketler değişebiliyor. Meselâ MetroPOLL Araştırma’nın en son bulgusu neydi? Kılıçdaroğlu’nun ilk kez Meral Akşener’i geçtiği. Hattâ bunu Özer Bey’le tartıştık. Kılıçdaroğlu, adım adım oyunu artırdı. Demek ki oyunu artırabiliyor. Kılıçdaroğlu büyük bir ihtimalle, adaylığını açıkladıktan sonra ve muhâlefetin diğer liderleriyle propaganda yapınca, oyunun daha da artacağı hesâbını yapıyor — ki bence mâkul. Orada şöyle bir şey oldu, şimdi hatırlayacaksın: En son ankette, Kılıçdaroğlu %47, Erdoğan %42 gözüküyor. Ben gayet sâkin bir şekilde, “O zaman Kılıçdaroğlu kazanıyor” dedim. Özer Bey, “Bu kesin değil. Çünkü Erdoğan topu çevirebilir” dedi. Ama ben o konuda çok emin değilim. Nitekim Bekir Ağırdır’ın söylediği, “Muhâlefet ilk turda kazanamazsa, ikinci turda kesin kazanamaz” tespiti çok çarpıcı. Biz başlığa da o sözü çıkarttık, ama ben ona da çok emin değilim. Erdoğan’a hâlâ çok güç atfetmek, bana çok gerçekçi gelmiyor. 

Kemal Can: Bunu da seninle daha önce konuştuk. Orada şöyle bir denge var: Erdoğan’ın çok yüksek politik yeteneklerinin olduğu ve çok zorlu süreçleri bile tersine çevirerek, şapkasından tavşanlar çıkararak dengeyi birdenbire değiştirebildiği iddiası bence çok abartılı. İki nedenle çok abartılı. Bir, zâten öyle bir yeteneğinin olduğundan emin değilim. İkincisi, varsa bile artık aynı kuvvette, elinde aynı kullanışlılıkta araçları olduğuna pek inanmıyorum. Devlet kontrolü anlamında gücünü artırmış ve pekiştirmiş olabilir; ama buna karşılık siyâsî araçları son derece sınırlı. Bir kere böyle bir tarafı var. Ama bunun karşısında, “Erdoğan hiçbir şey yapamaz, anketler çok net bir trend gösteriyor. Seçime kadar böyle gider, hattâ daha da aşağı gider. Çünkü artık millet ekonomik krizden yıldı, bu kutuplaştırma siyâsetinden de bıktı” gibi bu genellikte bir şeyi söylemenin de çok doğru olmadığını düşünüyorum. Ben, biraz ikisinin arasında bir yerdeyim. Evet, Erdoğan pek çok açıdan gücünü kaybetti. Yetenekleri artık meseleleri halletmeye o kadar kolay yetmiyor. Ayrıca, en başta da partisi olmak üzere, elinde çok az siyâsî enstrüman var. Artık seçim makinası olan ve alana çıktığında bir anda dengeleri etkileyebilen kuvvetli seçim makinası, kendi deyimiyle “metal yorgunluğu”ndan pek çalışabilir durumda değil. İşin bu tarafı var. Ama buna karşılık, tamâmen çâresiz ve sürüklenmekte, yenilgisini kabul etmiş ve bu yüzden de saçma sapan şeyler yapan birini de görmüyorum karşımda. 

Ruşen Çakır: Aslında bugün bu konunun başlığı, tam senin söylediğin gibi, “Erdoğan’ın şapkası ve çıkmayı bekleyen tavşanlar” olmalıydı. Ben şunu düşünüyorum: Erdoğan’ın seçimi kazanması değil de, muhâlefetin seçimi kaybetmesi söz konusu olabilir. Bunun da yolu, muhâlefetin çok ciddî, bâriz hatâlar yapması ya da içinin oyulması olabilir. Erdoğan’ın başarısı da buradan kaynaklanabilir. Biraz komplo teorisi gibi olacak, ama ben komplo teorilerine çok îtibar eden birisi değilim biliyorsun. Fakat büyük bir ihtimalle, Erdoğan seçime kadar olan süreçte, muhâlefet partilerinin bir araya gelişini, birlikte hareket edişini ve her partinin kendi içerisinde bütünlük arz etmesini engellemeye yönelik çabalar içerisine girecek ve birilerini devreye sokacak gibi geliyor bana. Bu şimdiden başladı da. Meselâ Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği ve geçen hafta tartıştığımız husus, biliyorsun, Erdoğan halka bir şey sunarak ve seçmeni iknâ ederek değil de, muhâlefet seçmenini bunaltarak, pişman ederek, muhâlefeti birbirine düşürerek, hattâ her partiyi kendi içerisinde kavgalı hâle getirerek bunu yapacak. Bir de bu partilerin türevleri var biliyorsun. İYİ Parti’nin, CHP’nin, Saadet’in… Oraların güçlenmesine bir şekilde doğrudan ya da dolaylı olarak yardımcı olarak bir şey yapabilir. Yoksa Erdoğan’ın söylem olarak, vaat olarak, bir vizyon sunarak kazanması bana mümkün gelmiyor.

Kemal Can: Evet, bu söylediğine katılırım. Ama zâten muhâlefet, bu konudaki zâfiyetini son dönemde iyice açık etmiş durumda. Ayrıca Erdoğan’ın bu konudaki imkânlarının dışında, bunun heveslisi çok sayıda aktör var. Yani Erdoğan bir şeyleri karıştırmak için birilerini kullanabilir, bu doğru. Muhâlefette parti içlerini, partilerin birbiriyle ilişkisini bozacak müdâhaleler yapabilir. Ayrıca onun adına ya da onunla paralel, bunu yapmaya aday, hattâ harekete geçmiş çok sayıda aktör de var. Burada Erdoğan’ın yeteneklerinin yanında, Erdoğan’ın bu ihtiyâcına servis verebilecek çok fazla hizmet erbâbının da alanda olduğunu görüyoruz. Seçim sath-ı mâiline girildiğinde, bu daha da hareketlenecek. Sanki çok da bu konuda zayıflık göstermeyip, iktidâra karşı oldukça başarılı bir birlik performansı verecekmiş gibi gösterilen muhâlefetin ve Altılı Masa performansının, bu anlamda son dönemde teklemeye başladığını ve sıkıntı çektiğini de görüyoruz. Ama ben, biraz önce de söylediğim gibi, iktidârın 2018’den, hattâ daha öncesinden îtibâren, karşı bloktan oy almak gibi bir perspektifte, “Fabrika ayarlarına dönecek, yeniden yumuşama gelecek. AKP içerisinde rahatsızlar var. MHP’nin fazla baskın olması ittifâkı bozuyor” lâflarına hiç îtibar etmedim. Çünkü böyle bir stratejinin Erdoğan’a hiç mâkul gelmediğini düşünüyorum. Karşı taraftan bir şey alarak durumu toparlamanın mümkün olmadığını, bir şeyleri çözerek, iyileştirerek kaybettiği oyları geri kazanmasının, ne bu vâdede ne de orta vâdede mümkün olmadığını gayet iyi biliyordu. Bu yüzden hâlâ bütün stratejisini, kendi tarafını tutabildiği ölçüde sağlam tutmak, karşı tarafı da mümkün olduğunca bozarak bir seçenek olmanın dışında tutmak üzerine kuruyor.

Muhâlefet ise bu stratejinin içerisine yüksek bir direnç barajı kuramadı. Buna karşı çok sağlam, ortak geliştirilen cevaplar bulamadı. Bırak alternatif olarak yeni politikalar üretmeyi, iktidârın bu stratejisine cevap üretecek ortak zemini de pek oluşturamadı. Artık seçime 8-9 aylık bir süreç var. Bu saatten sonra, iktidar için de muhâlefet için de şimdiye kadar olmayanların olması için yeterli bir zaman yok. Ellerindeki neyse, finale kadar bununla koşacaklar. İpi kimin göğüsleyeceğini göreceğiz. Erdoğan’ın, muhâlefeti bozarken, kimlik siyâseti açısından kendisini hâlâ tek seçenek göstermesinin yanı sıra, böyle uluslararası başarı, dünya lideri havası, belki de devlet imkânlarını kullanarak birtakım ekonomik vaatler duyurması, “Bir şey olacaksa yine buradan olur, çünkü güçlü bir alternatif belirmiyor” fikrini, kendinden kopan seçmene yerleştirerek bir alan tutmaya çalışacağını düşünüyorum. Buna da nereden cesaret etti? Ekonomik krizin vardığı noktada bir çözülme yaşamasına rağmen, büyük bir kopma ve erime yaşamıyor olmasını, hâlâ kendi blokunda dikkate değer bir kitleyi tutabilmesi, ona bu cesâreti veriyor diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Birçok izleyici, Özer Sencar’ın söylediklerinden, aday seçeneği olarak bir tek Ekrem İmamoğlu’nu bıraktığı sonucuna varmış. Akıl yürütmeyle bu olabilir. Çünkü Mansur Yavaş, Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener konusunda çok eleştirel şeyler söyledi. Geriye bir tek İmamoğlu kalıyor. Bekir Ağırdır ise Kılıçdaroğlu’nun adaylığının satın alındığını söyledi. Ben Salı günü Sakarya’da Kemal Kılıçdaroğlu’nu izledim ve kısa da olsa sohbet etme imkânı buldum. Her geçen gün daha da özgüvenli bir şekilde adaylığını kesinleştiriyor gibi. Artık oradan başka bir seçenek olur mu pek emin değilim. Sen ne dersin? Yine de beklemek lâzım mı? Altılı Masa buna ne diyecek? Bu aday meselesi Ekim başında da çıkmayacak gibi duruyor. Çünkü Kılıçdaroğlu’na bu konuyu sorduğumda, öncelikle ortak programın çıkması gerektiğini söyledi. Belki Ocak ayına da yetişmeyecek, daha geç bir târihte olacak. Sen Kılıçdaroğlu dışında bir isim olma ihtimâlini görüyor musun?

Kemal Can: Zâten sürecin sorunlu sayılabilecek kısmı bu. Kılıçdaroğlu bir süredir bir açık aday kampanyası yürütüyor. Ama aday olduğunu îlân etmeden bunu sürdürüyor. Bekir Ağırdır’ın söylediği o “satın alma” meselesi, işi şöyle bir noktaya getirdi: Artık bu saatten sonra Kılıçdaroğlu’nun adaylığına îtiraz etmek mümkün. Yani şu anda çeşitli adaylar var da birini seçeceğiz durumu yok. Sanki tek aday var, ancak ona îtiraz edilirse başka bir aday konuşulabilir gibi bir durum oluştu. Bu biraz bilinçli bir strateji. Ama bu bir hakîkat, herkes de bunu böyle algılıyor zâten ve aslında gerilim de buradan çıkıyor. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun, partisine Altılı Masa hakkında konuşulmaması tâlîmâtına neden olan açıklama, tam da bu cümleyi ifâde ediyordu. “Kılıçdaroğlu’na îtiraz edilirse masa dağılır” demek, aslında bu demek. Yani artık bu seçeneklerin ortaya konup, birinin öncelik kazanacağı bir durum değil; bir seçenek zâten elimizde var. Ancak bu seçeneğe îtiraz edebilirsiniz. Geçen gün konuştuğumuz gibi, “Onun da bir vebâli var” anlamına gelecek bir çıkış o. İşi biraz buraya doğru sürdü. 

Mansur Yavaş’ı çok konuştuk. Ama İmamoğlu meselesinde de, İmamoğlu hep siyâsî hırsı ve kampanya becerisi dolayısıyla öne çıkan bir aday olarak lanse edildi. Hattâ “Yerel seçimdeki kampanyası da bu yüzden başarılı oldu” diye sunuldu. İmamoğlu ile ilgili îtirazlara ve şüphelere genellikle, “Siz daha ideolojik ya da ahlâkî bakıyorsunuz. Onun daha geniş açılı, Nagehan Alçı’lı otobüsüne îtiraz ediyorsunuz” diye cevap veriliyor. Ama ben tam tersi, “İkinci Erdoğan mı olur?” tartışmalarından çok, bu atfedilen, yapıştırılan özel yetenekler meselesinin tartışmalı olduğunu düşünüyorum. Diğer adayların, meselâ Mansur Yavaş’ın en seçilecek aday olması, bu rakamın böyle çıkması, sonucun böyle çıkması anlamına gelmez; bunun tartışılmaya ihtiyâcı var.  Özer Sencar gibi araştırmacıların ortaya koyduğu sonuç böyle.  

Aynı şekilde, belediye eksenindeki diğer aday Ekrem İmamoğlu’nun da özel yetenekleri dolayısıyla daha esnek bir siyâsî figür olduğu ve bu başarısından çekinildiği için onun engellendiği kısmının biraz fazla genelleme içerdiğini düşünüyorum. Ben tam tersine, benzer bir şeyin, tıpkı Özer Sencar’ın Mansur Yavaş için, “Erdoğan kampanyada onu perîşan eder” dediği gibi, çok başarılı bir kampanya yürüteceği varsayılan bâzı aktörlerin de, cumhurbaşkanlığı kampanya sürecine başlandığında işlerinin çok da kolay olmayacağını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: İmamoğlu’nun adı pek geçmiyor, ama yine de tam anlamıyla devre dışı kaldığı kanısında değilim. Kampanya konusunda senin gibi düşünmüyorum, daha başarılı bir kampanya yürütebilir diye düşünüyorum. Tabiî bunun bâzı şartları var. Kendi başına değil de, onun bir ekip kurabilme ve bir ekiple çalışabilme imkânı var. Aday olup profesyonel bir ekip kurarsa…

Kemal Can: Ama o zaman, “Keşke bunu göstermiş olsaydı” diyeceğim. Hani bu “İletişim kazâsı oldu, yanlışlık oldu. Fazla da hırpalamayın” denilen şeyleri, tam da öyle bir ekip kurarak doğru düzgün yönetebileceğini göstermiş olsaydı… 

Ruşen Çakır: Siyâset böyle bir şey. 

Kemal Can: İmamoğlu, senin ileri sürdüğün bu varsayımı mümkün kılan hiçbir işâreti sunmadı. 

Ruşen Çakır: Benim aklımda hep, otobüste şu varmış bu varmış meselesinden ziyâde, “Vız gelir tırıs gider” lâfı var.

Kemal Can: Benim aklımda da “Akıllı olun!” cümlesi var.

Ruşen Çakır: Evet, bir de o var. 

Kemal Can: “Vız gelir tırıs gider” yani “Sizin dediğinizi takmıyorum” diyebilirsiniz. Ama “Akıllı olun” lâfı, “Ben biliyorum. Bildiğim yolun doğru olduğundan eminim” demek. 

Ruşen Çakır: “Akıllı olun!” lâfı, Erdoğan’ın “Haddini bil!” lâfına daha çok benziyor. 

Kemal Can: Neyse, yani şunu demek istiyorum: Burada bütün aday seçeneklerinin hepsinde, biraz dışarıdan yapıştırılmış ve teste muhtaç kabuller var. O, en çok oy alan, en çok destek alan, hattâ daha da abartıp “halkın istediği”, “çok özel bir kampanya insanı…” Bence bunların hepsi sorunlu. Çünkü adayların adaylık iddiaları ve bu iddiaların arkasını nasıl dolduracakları tartışmaya açılmadı. Bütün adaylar, kendisini tek ve ancak karşı çıkılarak durdurulabilecek bir seçenek olarak ileri sürdü.  Buradan da Kılıçdaroğlu daha avantajlı çıktı. 

Ruşen Çakır: Özer Sencar’ın ve kısmen Bekir Ağırdır’ın da söylediği İYİ Parti meselesini konuşalım istiyorum. Ben bu Pazar günkü yazımda bunu yazacağım. Onun için çok konuşmayayım. Sen biraz konuş, yazım için senden biraz kopya alayım. 

Meral Akşener’in, o söylediği merkez olma iddiasındaki duraklama, hattâ gerileme, bagaj meselesi, bir de anketlerde bir ara yükselişte görünen bir İYİ Parti yerine, şimdilerde belli bir yerde kalan bir İYİ Parti daha fazla öne çıkıyor. Bir diğer husus, benim gezilerinde gördüğüm ve yazdığım, büyük siyâset yapmama yaklaşımının artılarını kullanırken, şimdi eksileriyle karşılaşmaya başladı. Tamam, Akşener cumhurbaşkanı adayı olmayacağını söyledi, ama bu gidişle başbakan olması da giderek zorlaşıyor. Ben yazımda daha çok bundan bahsetmek istiyorum. Eğer bu seçimi, özellikle cumhurbaşkanlığını muhâlefet alırsa –cumhurbaşkanlığını alırken Meclis’te de belli bir gücü olacağını tahmin ediyorum–, AKP’de çözülme ihtimâlinin yüksek olduğunu ve İYİ Parti’nin de bu gidişle o merkezde AKP’nin boşalttığı yeri iyice tutup, Türkiye’nin yeni merkez sağ ve dolayısıyla birinci partisi olma ihtimâlini ciddî olarak düşünüyordum. Ama bugün bir tıkanıklık olduğunu görüyorum ve bu tıkanıklığı da büyük ölçüde kendileri yaratıyor. Yani Türkiye’nin somut koşulları onları buna zorlamıyor. Yapmaları ve yapmamaları gereken şeyler konusunda, yapmaları gerekeni yapmıyorlar, yapmamaları gerekenleri yapıyorlar gibi bir durum var. Şimdi bunları konuşunca Meral Akşener kızacak muhtemelen. Çünkü en son FOX TV’de, “Entelektüeller, şunlar bunlar bize dayatıyor” diye bir şey söyledi. Kızabilir, evet, ama kızsın. Kendi önünü tıkayan bir parti görüyorum ben. Zâten önü açık değil miydi? Sen ne dersin?

Kemal Can: Önü açıktı. Senin söylediğin o ihtimal var ya, hani Akşener’e başbakanlığı getirebilecek, merkez sağ ve sağın yeni patronu, birinci partisi olabilmek, muhâlefetin içerisinden yükselen, ama muhâlefetin içinden başlayarak daha sonra oluşacak sağ blokun ana gövdesini oluşturacak bir siyâsî hareket olmak… Bunlar hep ihtimaldi. Bu iktidârı değiştirecek, sağdan gelen bir lider olarak, ilk zamanki Akşener’in büyük ivmesinde de bu vardı. İşte problem tam da bu: Sâdece bir ihtimâle yaslanarak siyâset yaparsanız, sizin üzerinize düşünülen ya da kendi varsaydığınız bir ihtimâli tek siyâsî aracınız gibi kullanırsanız, başarılı olamıyorsunuz ve dalgalanmalara açık hâle geliyorsunuz. Çünkü sizin bu ihtimâliniz üzerinden siyâset yapanlar, bu ihtimâlinize yapışmış olarak siyâset yapmaya niyet edenlerin hepsi, aktif olarak sizin bu ihtimâlinizi çekiştiriyor. Ve siz bu çekiştirmelere karşı zayıf kalıyor ve zaafınızı saklayamıyorsunuz. Her şeyden birazcık olmak, her şeyin etkisine açık olmak anlamına geliyor. 

Geçen gün Adını Koyalım’da Burak, “İYİ Parti’yi oraya çekmek isteyenler var, buraya çekmek isteyenler var. Sonra Akşener ona da kızıyor, buna da kızıyor. ‘Biz o değiliz, biz bu değiliz’ diyor” demişti. Ben bu siyâsî analiz meselesinde hep şöyle davrandım ve öyle yorum yaptım: Birisini, benim düşüncelerim ya da benim durduğum yere yakınlığı üzerinden test etmiyorum; kendi söyledikleriyle ilişkisi üzerinden test ediyorum. Yani merkez partisi olup olmaması benim düşündüğüm merkeze ne kadar yakın gelip gelmediğiyle ilgili bir tartışma olabilir. Bununla ilgili benim bir kanaatim var. Ben bir şey düşünüyorum. Ama ben analiz yaparken, kendi kurduğu iddianın gereğinin adımlarını atıp atmadığına bakıyorum. Merkez partisi iddiası ya da o senin söylediğin ihtimâlin arkasını doldurma konusunda İYİ Parti ve Akşener büyük yalpalamalar yaşıyor. Yalpalamalar yaşamasının nedeni, sâdece bu ihtimâle dayalı bir avantajı kullanmakla yetinmek istemesi. 

Ruşen Çakır: Böylece ihtimâli azaltıyor. 

Kemal Can: Tabiî. İlk anda her şeye açıkmış gibi davranıyorsunuz. Ama bu sonra, kendini yiyen bir şeye dönüşüyor. Bu tıpkı, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma meselesi gibi. “Hem MHP’nin ana gövdesini içime alacağım, hem AKP’den kopan kitleyi alacağım, hem merkez olacağım, hem eski merkezi ihyâ edeceğim, hem CHP ile iyi bir partner olacağım…” Bunları yapabilirsinizi ama bunları yapabilmek için eylemsizlik yapamazsınız; aktif olmak zorundasınız. 

Ruşen Çakır: Bu tartışma sırasında aklıma gelen bir husus var: DEVA Partisi ilk çıktığında, “Yeni bir ANAP mı olacak?” deniliyordu. İYİ Parti’ye daha çok Doğruyol’u yakıştırdık. En azından ben öyle düşündüm. DEVA Partisi belli bir yerde tıkandı ve onun tıkandığı yerde İYİ Parti’nin yükselişini gördük. Târih olarak bakıldığı zaman üç aşağı beş yukarı öyle oldu. DEVA Partisi’nin gördüğü ilginin belli bir yerde sâbit kalıp, sonra giderek azalmaya başladığı noktada, anketlerde İYİ Parti’nin yükseldiğini gördük. Şimdi bu durumda, hâlâ yapabilirler mi bilmiyorum, bu süre içerisinde birçok şeyi kaybetmiş olabilir. Ama meselâ DEVA Partisi, başladığı yerden tekrar bir merkez sağ parti olma iddiasıyla, İYİ Parti’nin karşılayamadığı birtakım beklentileri karşılamaya çalışabilir. Aksi takdirde, Zafer Partisi gibi partiler bundan istifâde edecek. Yani, merkezde yer almak arayışında çok inandırıcı hamleler olmadığı zaman, merkezden uzaklaşan, bunu açıkça yapan yerler daha güçlü olacak. Bence, İYİ Parti’nin bu tereddüdü, bocalaması kendisine zarar veriyor. Onun kaybetmesinden istifâde edecek güç, DEVA gibi partiler olabilir. Hattâ CHP de olabilir. Ama onlar beceremezlerse, bu sefer daha radikal, sağ ve popülist söylemlerle gidenler bundan istifâde eder. Akşener hâlâ bunu çevirebilir. Ama son söyledikleri ve yaptıklarıyla, sanki bunu yapmak istemiyormuş gibi geliyor. Özer Sencar’ın söylediği bagaj meselesi, genellikle partideki insanlara atfediliyor. Ama belli ki Meral Akşener’in de bir bagajı var. 

Kemal Can: İYİ Parti’deki bir başka mesele de partileşme süreci. Çeşitli nedenlerle burada haklı gerekçeleri de var. Çünkü kuruluş süreçleri, bir partileşme süreci olarak yaşanmadı. MHP içerisinde muhâlefet hareketi olarak başlayıp, kongreye gitmeye çalışıp, sonra partiden tasfiye edilen bir ekibin oluşturduğu bir mecbûriyet olarak doğdu. Sonra, muhâlefet blokunun içerisinde önemli bir potansiyel olarak kendini gösterdi. Muhâlefet blokunda durma kararlılığıyla birlikte bir ivme kazandı. Bu potansiyelin sâhiciliği konusunda da bir güven verdiği için, Akşener’in önü açıldı. İYİ Parti’yi asıl ivmelendiren şeyin de bu olduğunu düşünüyorum. Ama bunları yaparken, iki üç tâne seçim sürecinden geçmek ve çeşitli dalgalanmalar yaşamak zorunda kaldı. Bu, partileşme sürecine odaklanan bir zaman ve imkân sağlamadı. Tabanı, lideri ve kadrosu birbirinden ayrı gelişen ve birbirleri arasındaki ilişkisi de, klasik parti işleyişinden başka biçimde oluşan bir yapı olarak devam ediyor. Dolayısıyla, burada bağlayıcı ve sürükleyici olarak, Akşener, baştan îtibâren bir rota çizen, kelimenin birinci anlamıyla liderlik eden bir tutum ve inisiyatif almadı. Bâzen birini görevden alıp, sonra onu tekrar koyup, “Ömer’in Yolu”na da onay verip, ekonomi programına da yol vermesi…Yani “Ömer’in Yolu”yla, Ekonomi Kurtuluş Planı’nın aynı tezgâhtan çıktığı parti ne kadar eklektikse… Dolayısıyla bunu sâdece liderin sürükleyiciliğiyle yönetmek o kadar da kolay değil. Akşener, partinin elinde başka bir argüman olmadığı için, şu anda onun lokomotifliğiyle giden ve seçmen desteğini doğrudan liderin tavrıyla biçimlendiren bir hareket hâlinde ilerliyor. Ama bu, henüz bir parti bütünlüğü oluşturmadı. Seçime 6-9 ay kalmış bir zamanda da bunun halledilmesi pek kolay değil. Dediğin gibi, bir imkân var, ama yine seçim âciliyeti gibi bir hatta girildiğinde çok zor. Nasıl yapılacak bu işler?

Ruşen Çakır: Burada noktayı koyalım Kemal. Bitirmeden, medyadan bir haber verelim. Biliyorsun, Suat Toktaş, Halk TV Genel Yayın Yönetmeni, görevinden istifâ etti. Sen CNN Türk’te onunla çalışmış mıydın? Tanıyor musun?

Kemal Can: Ben Suat’ı çok eskiden, Ankara gazeteciliğinden beri tanıyorum. Sanıyorum aynı dönemde hiç çalışmadık.

Ruşen Çakır: Uğraştı etti, Halk TV’yi bayağı ayağı kaldırdı. Daha önce de gitti geldi, ama bu sefer tam gitmiş. Yazık oldu. Hani bir ara, “Gazeteci olmayanların medya patronu olması doğru değil” tartışması vardı. O geldi aklıma. Suat’a geçmiş olsun mu, hayırlı olsun mu diyelim ve artık noktayı koyalım. Evet, “Haftaya Bakış” bu hafta böyleydi. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.