Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Kıyamet senaryosu gerçekleşirken…

Bilen bilir, ünlü Truva ile ilgili söylencelerde Paris, Hektor, Agamemnon, Odisseus ve tabii Aşil gibi çok sayıda baskın erkek karakterin yanında, destana damgasını vuran Afrodit ve Helen gibi kadın karakterler de bulunur. Bu kadın karakterlerin en akılda kalanı Kassandra’dır. Truva Kralı Priam’ın en güzel kızı olarak bilinen Kassandra, zamane tanrısı Apollo tarafından ilginç bir şekilde lanetlenir: Geleceği görebilecektir, ama kehanetlerine kimse inanmayacaktır. Sonuçta Kassandra her şeyi önceden görür ama söylediklerinin doğru olduğuna inandıramadığı için de geleceği öngörmesi bir işe yaramaz.

Truva Savaşı’nın anlatan ve İtalya-Pompei’de bulunan Roma dönemine ait bir fresk

Son birkaç ayda dünya siyasetinde olanlar çok sayıda uzmanın kendisini Kassandra gibi hissetmesine yol açtı, yaygın bir Kassandra sendromundan bahsedebilir hale geldik. Vardık mı bilinmez, COVID-19 pandemisi sonrası dünya hakkında çok sayıda spekülasyon yapıldı, bunların çoğu da karamsardı. Kapitalizmin tek bir hastalıkla çökeceğine inananları bir kenara bırakırsak, iyimserler dahi “Şerden hayır çıkar mı?” umudundaydılar, insanoğlunun bencilliğini bu şer de iflah etmeyecekse, ne edebilirdi? Pandemideki yalnızlığımızı takiben daha dayanışmacı, diğerkam ve işbirliğine açık insanlar olduk mu, henüz bilemiyoruz. Anaakım iktisat kuramlarının insanı Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” şiarına uygun hareket eden kendi çıkarının peşindeki bencil yaratık olarak tasvir etmesine bakmayın, birçok çalışma insanların bayağı işbirliğine yatkın olduğunu gösteriyor. Yine de bu yatkınlık barış içerisinde yaşayacağımız dünyada bir cennet yaratmamıza yetmiyor.

Pandemi başlı başına bir felaketti, en son tahminlere göre doğrudan hastalıktan ya da diğer sebeplerden yaklaşık 20 milyon kişinin hayatını kaybettiğini söyleniyor, COVID-19’dan ölenlerin resmi sayısı 6 milyon civarında. Salgın döneminde dünya ekonomisi genelde yüzde 3 oranında küçülürken, bu oran gelişmekte olan ülkelerde çok daha fazla. Pandemi döneminde 115 milyon kişi daha “aşırı” fakirlik sınırının altına düştü ve çok uzun zamandır fakir nüfusun oranı arttı. İşsizlik oranları özellikle gelişmemiş ülkelerde arttı. Salgın sonrasında ekonomik büyüme yeniden sağlanmak üzereyken Ukrayna’da ve diğer bölgelerdeki sıcak çatışmalar enerji fiyatlarında yükselmeye yol açtı, önümüzdeki kış bütün dünyada bir “ısınma” sorunu yaşanacağı öngörülüyor. 2022 yılında düzenli olarak yükselen gıda fiyatları şu anda düşmeye yüz tutsa da 2023’de dünyanın birçok bölgesinde açlık yaşanması bekleniyor. Küresel ısınma sorunu devam ediyor, büyük harfli politikalar yürürlüğe konsa da kısa vadede etkili olması beklenmiyor. 2021 sonunda çoğunluğu Suriye ve Venezuela’dan olmak üzere 97 milyon mülteci varken, buna Ukrayna çatışmasının yol açtığı 7 milyon mülteciyi de eklememiz gerekiyor. Mülteci sorunu da kısa vadede çözülebilecek gibi değil.

Küresel koşullar bu kadar olumsuzken, ülkemizin kendisine özgü nitelikleri de sorunları ağırlaştırıyor. İşsizlik oranı yüzde 10 iken, genç işsizliği yüzde 22’ye ulaşmış durumda. Resmi istatistikler yıllık enflasyonu yüzde 80 civarında gösteriyor, öte yandan maaş zamlarına karşın reel ücretler düşmüş, yoksulluk artmış durumda. Konut fiyatlarında ve kiralardaki artış barınma sorununu tetiklerken, öğrencilerin eğitimlerine ara verdikleri görülüyor. Kadına yönelik şiddetin yanı sıra sokaklarda da güvensizlik had safhaya ulaşmış, Türkiye’nin her yeri Esenyurt… Mülteci karşıtlığı her an önümüze düşüyor, bundan rant devşiren siyasi aktörler bile var. Güneydoğu’da siyasal huzursuzluk devam ediyor, Suriye ve Kuzey Irak’ta sıcak çatışmalar halen var. Ukrayna ve Kafkasya’daki savaşlar sona ermemişken, komşu Yunanistan ile gerginlik tam hızla yükseliyor, “absürt” de olsa bir savaş çıkma olasılığı var. Bütün bunlar gerçekleşirken de ülkemizin dikkati en geç Haziran 2023’te gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçimine yoğunlaşmış durumda, başka konuların gündemdeki yerleri uçucu oluyor.

Gerek küresel, gerekse de yerel sorunların üzerinde uzlaşılmış çözümleri yok. Karşı karşıya olduğumuz küresel sorunlar tek bir ülkenin ya da blokun inisiyatif almasıyla çözülebilecek gibi değil, zaten öyle bir küresel liderlik üstlenebilecek bir liderlik de göremiyoruz, dünya şimdiden Angela Merkel’i özlüyor, nerede eski liderler… 1945’ten beri uluslararası düzeni sağlamakla mükellef Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası, NATO ya da Avrupa Birliği gibi kurumlar da bu konularda aciz olduklarını gösterdiler, dünya vatandaşlarının kayda değer bir kısmı bu kurumlara güvenmiyorlar. 

Biçarelik sadece küresel düzenle sınırlı değil. Güvensizlik kendisini ulusal kurumlara duyulan hislerde de gösteriyor, insanlar hükümetlerine, parlamentolarına ve siyasi partilerine güvenmiyorlar. Ülkemizin mustarip olduğu kutuplaşma hastalığı gittikçe yaygınlaşıyor ve siyasi görüş ayrılıkları partizan düşmanlıklara dönüşüyor. Dünyadaki demokrasilerin sayısı azalmaya devam ediyor, dünya nüfusunun kayda değer bir kesimi diktatörlükler ya da otokratik yönetimler altında yaşıyor. Üstelik “ileri” demokratik ülkelerde dahi mutedil politikacılar yerine “faşist mi, popülist mi” emin olamadığımız liderler seçim zaferleri kazanmaya devam ediyor, önce İsveç daha sonra da İtalya’da aşırı sağın güçlendiğini görüyoruz, Fransa’da Le Pen’in “Milliyetçi Cephesi” iktidarı devralmaya yakın. İngiltere’de muhafazakarların seçim kaybedecekleri kesin gibi ancak kazanan solcular olmayabilir. Almanya’da geniş spektrumlu ittifakın beceriksizliği aşırı sağın yeniden gündeme gelmesini sağlayabilir. Bu ahval ve şerait altında mutedil gibi gözüken siyasetçiler de retorik değiştirmeye ve “masadaki sarhoş misafirin” adabına uymaya başlıyorlar; kötü siyaset iyi siyaseti kovuyor tabii.

Pekiyi, ne olacak? Dünya tarihini uzun soluklu yorumlamayı sevenler, 5-10 yıllık dalgalanmalardan çok etkilenmezler, analiz birimleri yüzyıllar olduğunda. Elbette birkaç on yıla sahne değişecek ve belki de bu kötümser hava yerini “doğamızın iyilik meleklerine” bırakacak, Pinker’ın da söylediği gibi insanlık son binlerce yıldaki en iyi günlerini yaşamıyor mu? İşini doğaya bırakmayanlar, failliği elinde tutmak isteyenler için manzara daha da karanlık. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın İnsani Kalkınma Raporu’nu yazanlar iyimser, “güzel günler önümüzde” diyorlar, bir açıdan haklılar, bayağı dibe vurmuş durumdayız küresel olarak. Ancak bu güzel günlerin gelebilmesi için Birleşmiş Milletler’in liderliğini üstleneceği bir yeniden yapılanma ve küresel dayanışma döneminin gereksiniminden bahsediyorlar ki;  “dünya beşten büyük” iken bu liderliğin kabul göreceğini söylemek zor. Tarihe etki-tepki perspektifinden bakanlar bu olumsuz durumu “şerden hayır” olarak görüyorlar, “illa ki” bu gelen kabusun tam tersi bir siyasi hareketin doğacağını düşünüyorlar. Daha mikro perspektiften bakanlar var, tek bir çiçeğin açmasının baharını müjdeleyeceğine inanıp yerel seçimlerden küresel siyasete strateji devşiriyorlar. Tabii bir de “restorasyon” meraklıları var ki eski nizamı yeniden inşa etmenin bütün sorunları çözeceğini savunuyorlar.

Restorasyon savunucuları da tek tip değil. Bazıları -ki sesi en çok çıkanlar onlar- eski kurumlara itibarlarını vermenin sorunu çözeceğini öne sürüyorlar. Onların bakış açısından yaşanan sorunlar bazı sorumsuz politikacıların akil insanların sözlerini dinlememeleri, önlerini kesen bağımsız kurumları işlevsiz hale getirmeleri. Yönetimler bu kurumların -ki AB’den CDC’ye, IMF’ten sıradan bir merkez bankasına kadar geniş bir yelpazede yer alırlar- güçlerini yeniden verseler sorunlar çözülecek. Tabii yaşadığımız sorunların büyük bir kısmını bu kurumların ve bürokratların yarattığını yok sayıyorlar, o başka. İkinci tür restorasyon savunucuları sadece kurumları değil, siyaseti eski haline dönüştürmeyi hedefliyorlar. Parlamenter demokrasinin neredeyse bir asırlık saltanatında alışageldiğimiz hükümetin sandıkta değil mecliste kurulduğu, her siyasi girişimin dağıtılacak kaynaklara erişebildiği o mutlu dönemi özlüyorlar. Bizim “Altılı Masamız” bu görüşü seviyor çünkü masanın dört üyesinin toplam oyu hala yüzde 5’i geçemedi, bu oy oranıyla eski usul parlamenter demokrasi haricinde herhangi bir rejimde siyasi güce sahip olamazlar. DTP adlı bir partinin “oyun kurucu” olduğu eski günlerin özlenecek bir hali var mıydı tartışılır. Bu yaklaşımı küresel düzeyde AB’nin siyasal gücünü arttırmak isteyenlerde görüyoruz, AB federal bir devlet olsa, başında kimsenin seçmediği ve kimsenin tanımadığı bir başkan olacak, bunu yok sayıyoruz.

Geldiğimiz anda, ufuk bu kadar kararmışsa ve Kassandra bir kez daha haklı çıkacaksa, çözüm restorasyon değil çünkü sorunları zaten restore edilmek istenen sistem yarattı. Yürütülen politikalardan en fazla etkilenecek olan vatandaşların görüşlerini yok sayan, seçimden seçime karmaşık bir sistemle alınan vekaleti her konuyu kapsayan bir meşruiyet kaynağı olarak gören ve aslında sadece kendi çıkarını düşünen siyasetçi ve bürokratların kurduğu o sistem… Vatandaşları “kitle” olarak görmeye meyilli, anlamsız bir şekilde “star” hayatı süren siyasetçiler ve bürokratlar; asgari ücret ile geçinmeye mahkum milyonların kaderini belirlediler, bir yerde de testi kırıldı, düzen bozuldu. Düzeni yeniden kurmak, daha ileriye değil, geriye gitmek anlamına gelirken, yaratıcı bir yıkıcılığın zamanıdır. Yıkma işini tarih ve müptezel siyasetçiler halletti, yaratıcılık işi biz vatandaşlara kaldı. Öyle bir düzen hayal etmeliyiz ki vatandaşın sözünün gölgesi her kararda görülebilsin, hem de pederşahi sultanlar aracılığıyla değil; kendi hakiki katkısıyla. Her konuda, o politikadan etkileneceklerin fikri masada olsun, ona rağmen ve onun için geliştirilmesin politikalar. Üstelik, en zayıfın, en dışlanmışın sözünün duyulabileceği bir masa hayal etmeliyiz, mutlaka masa kurulacaksa. Ve daha da önemlisi, o masayı kurarken, sadece kendi mahallemiz, ülkemiz, ırkımız, cinsimiz için değil; bütün dünya için bir masa kurmamız gerektiğini de bilmemiz gerekiyor ki en zor olanı bu. Böyle bir meydan okuma varken, kulaklarını tıkayıp eski usul iş yapmaya soyunmak, Kassandra’ların daha da çok haklı çıkmasına yol açar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.