Hafta başında uluslararası mali piyasalarda yeni bir dalgalanma oldu. İngiltere’nin çiçeği burnunda maliye bakanı, zenginlerin vergi yükünü azaltacağını söyledi. Yıllık geliri 150 bin sterlinin üstünde olan bireylere uygulanacak ve toplam maliyeti 150 milyar sterline ulaşacağı tahmin edilen bir uygulamaya imza atacaklarını kamuoyuna açıkladı. Bu uygulamanın enflasyonla mücadelede uyumlu olması beklenen para ve maliye politikaları arasındaki uyumun zedelenmesine yol açtı. Neticede güvenleri sarsılan piyasa aktörleri, bu haberin akabinde sterlinden kaçmaya başladı. Zira böyle bir maliye politikası, ülkedeki gelir dağılımı adaletini bozması bir yana, vergi geliri azalacak olan hükümetin borçlanma ihtiyacının artması anlamına gelecekti. Bir bakıma bu uygulamayla İngiliz hükümeti ülkedeki gelirler politikasını zenginler lehine tekrar ele almayı amaçlıyor.
Sonuç olarak hafta başında sterlin dolara karşı ciddi oranda değer kaybetti. Perşembe günü Sayın Cumhurbaşkanımız’ın üzerine basa basa söylediği konu bu. Sanki Türkiye ekonomisindeki gelişmeler bundan farklıymış gibi bir çıkış yaptı Cumhurbaşkanımız.
Özellikle Ukrayna-Rusya savaşının devam ettiği bir ortamda, tam da Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz sevkiyatını durdurduğu bir dönemde gerçekleşen bir mali dalgalanma yaşandı.
Birçok Avrupa ülkesi, bu kış artan enerji fiyatlarının düşük gelirli hanehalklarının harcamalarında yapacağı olumsuz etkiyi azaltmaya çalışıyor. Bu arada Avrupa Merkez Bankası’nın artan enflasyonla mücadele edebilmek için, resesyonu bile göze alıp faiz arttırmaya gittiği bir ortamda, yeni İngiliz Başbakanı’nın bütçe açıklarını arttırıp, enflasyona yol açabilecek böyle bir karar almasına hiç kimse anlam vermiyor.
Her şey bir yana, alınan bu karar bölüşüm konusunda ciddi bir görüş ayrılığına yol açmış ve İngiliz Muhafazakâr Parti hükümetinin bu mücadelede nerede durduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Hükümet enflasyonun ezdiği kesimlerin yükünü azaltmak yerine, zenginlere vergi avantajları sunmayı önermektedir. Özellikle hanehalkı borçluluğunun çok fazla arttığı bir dönemde, ülkelerin kendi gelirler politikalarını tekrar gözden geçirmeleri gerekirken, İngilizler bu gözden geçirmeyi maalesef yüksek gelirler lehine yapıyor. Bu uygulamanın düşük gelirli hanehalklarının borçluluklarına olumlu bir etkisi olur mu?
Mümkün değil.
Bu “arz yönlü” büyümeye enflasyona göre daha fazla ağırlık veren ekonomik anlayış bizler için yeni değil. Temelleri geçmişte atılan popülizmin ekonomideki yansımaları bunlar. Hanehalklarının azalan satın alma güçlerini onlara borçlanma imkânları sunarak icra eden bir popülist anlayışın bugünlere yansımaları bu sorunlar. Bugüne değin ekonomilerin aşırı finansallaşmasını sağlayarak hanehalklarının satınalma güçlerindeki azalmalar görünmez kılınabildi. Ama artık bu tarz uygulamalarının sonuna geliyoruz. Hem sahip olduğumuz mali imkânlar hem de gelir üretme kaynaklarımızda ciddi değişimler yaşanıyor. Dahası aşırı ekonomilerin aşırı finansallaşmalarının bizzat kendisi önemli sorunların kaynağı olmaya başlıyor.
Bugün iktisatta hâkim bakış açısını doğuran nedenleri 1970’lerin dünya ekonomisinde aramakta yarar var. Bugün neden dünya ekonomisinin bu denli “finansallaştığı” ve neden ekonomilerinin birbirlerine bu denli bağımlı hale geldiğini anlamak gerekmektedir.
Aslında 1970’lerin hemen başında, Bretton-Woods sisteminden çıkış sonrasında, dünya ekonomisinde yaşananlar bugün içine düştüğümüz ekonomik sorunların en son halkası olarak görülebilir. Bugünkü sorunların kaynağını, neredeyse elli yıl önceye meydana gelen kurumsal bir değişime bağlamak bazılarına çok gerçekçi görünmeyebilir. Ama bundan kastım uluslararası sistemde ulusal paraların serbest dalgalanmaya bırakılması ve bunun neticesinde merkez bankaları arasında sıkı bir koordinasyon ihtiyacının doğmasıdır.
Böyle bir koordinasyonun gerçekleştirilmesi göründüğü kadar kolay değildir. Para politikalarının niteliğini ülkelerin birbirlerinden farklılaşan ihtiyaçları belirlemekte büyük ölçüde. Bu politikalarda uluslararası bir koordinasyon arayışına girilmesi ülkelerin kendi özgün sorunlarının görünmez olması anlamına gelmektedir. Bu farklılıklara rağmen, sadece parasal koordinasyon uğruna izlenecek para politikalarını merkezdeki ülkelerle uyumlaştırmak bu ülkelerin, kendilerine özgü sorunlarla baş edebilmeleri için para politikasının sağlayacağı imkânlardan vazgeçmeleri anlamına gelmektedir. Bu da koordinasyonu zorlaştıran çok önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Aslında bugün Türkiye’nin izlediği para politikasının dünyadaki büyük merkez bankalarının izlediği politikalardan farklı olmasının ardında da böyle bir gerekçe yer almaktadır. Koordinasyonun yol açacağı ekonomik maliyeti çok net bir biçimde iktidar ödemek istememektedir. Ya da belli kesimlere ödettirmek istememektedir. Özellikle tam da kritik bir seçim öncesinde.
Geçmişte AKP iktidarı bu konuda çok zorlanmadı. Ancak uluslararası mali koşullarda yaşanan değişim, kendi politik önceliklerini öne çıkarmasına ve bunun için de dünya ile koordinasyon içinde bir para politikası uygulamasından kaçınmasına yol açtı. Yine geçmişte ekonominin finansallaşması üzerinden kamuoyu algılarını kontrol edebilen iktidarın, içinde bulunduğumuz dönemde finansallaşmayı ileri boyutlara götürecek mali kaynaklara erişemeyince, bugün maruz kalınan yönetimsel sorunlar daha da görünür hale geldi.
Siyasi olarak takati kalmamış bir iktidardan ekonomide ciddi ama siyasi faydası olmayacak, doğru hamleler beklemek mümkün değil.
Ancak dış dünyanın diretmelerini de görmezden gelmek eskisi kadar kolay değildir. Son yıllarda küreselleşme ve bu bağlamda yaşanan finansal gelişmeler böyle bir koordinasyon ihtiyacını daha da arttırmıştır. Bununla da kalmamış, ülkelerin maliye politikalarının merkez bankalarının izledikleri politikalarla uyumu hiçbir zaman olmadığı kadar önem kazanmıştır. Özellikle içinde yer aldığınız camianın “küresel enflasyon” gibi ortak bir tehlikeye maruz kaldığı bir dönemde bu koordinasyon ihtiyacı çok daha önemlidir. Zira küresel düzeyde yaşanacak bir enflasyona karşı ülke merkez bankalarının bir yaptırım güçleri yoktur. Genellikle bizim gibi “küçük ülkeler” bu durumu veri alırlar. Bununla ancak küresel düzeyde koordineli bir para politikası izlenerek baş edilebilir.
Yetmişli yıllarda yaşadıklarımıza baktığımızda, dünya ekonomisinin o günlerdeki dönüşümün artçı etkilerini çok kolay atlatamadığı anlaşılıyor. Hatta 1970’lerin sonunda, petrol şoklarının katkısıyla ortaya çıkan enflasyonist süreç, Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) o günkü başkanı Paul Volcker’ın meşhur müdahalelerini gündeme getirmişti. Yüzde 10’ları geçen enflasyon Fed faizlerinin yüzde 20’lerin üstüne çekilmesiyle kontrol altına alınmıştı. Ancak faizleri yükseltmeye dayanan bu müdahale, ekonomide talebin ciddi olarak yavaşlamasına yol açarken, üretimde de yeniden yapılanmanın önünü açmıştır. Arz yönlü iktisadi bakışın doğuşu ve arz için “beklentilerin” önem kazanması bu döneme rastlamaktadır. Aynı zamanda bu yıllar ekonomilerin finansallaşmaya başladığı yıllardır.
Aynı yıllarda Türkiye gibi ülkeler de uluslararası sistemdeki bu dönüşüme ayak uydurmak zorunda kalmış, benzer politikaları gündemlerine almışlardır. Aslında bu bile uluslararası düzeyde bir koordinasyon arayışıydı. Hem de tüm olumsuz ekonomik ve siyasi sonuçlarına rağmen.
Aslında bu dönem, sanayileşme ekseninde izlenilen kapitalist iktisadi modelin sorunlarının bir süre daha gizlenebilmesine olanak sağladı. Zamanla finansallaşma bunun bir aracı olarak kullanılmıştır. Bu yıllarda ekonomilerin yapısal problemler çözülemediği gibi, Volcker ve sonrasında izlenilen “neoliberal” politikalarla mevcut sorunlar çok daha karmaşık hale gelmiş, hatta bunlara gelir dağılımındaki bozukluklar gibi yenileri eklenmiştir. Bu yeni sorunların temelinde, ekonomide arzın önemini öne çıkartan ve arzın coğrafik olarak yeniden dağılımını öneren iktisadi anlayışın ülkelere direttiği gelirler politikası yer almaktadır. Bu politikanın neticesinde, bazı ülkelerde ücretlerin baskı altına alınması özellikle dikkat çekici olmuştur. O günden bugüne düşük ve orta gelirli sınıfın refahını arttıracak, kayda değer gelir artışları sağlanamamıştır. Aksine ekonomiler arasında rekabet ön plana çıkmış ve bu rekabetin varlığı ücretlerin baskılanmasının bahanesi olarak görülmüştür.
Elbette seksenli yıllarda bizim gibi ülkeler sadece gelirler politikalarını yeniden belirlemek zorunda kalmıyorlardı. Aynı zamanda vatandaşın tüketim kabiliyetini koruyabilmek için, finansal piyasaların kaynak yaratabilmelerine yol açacak liberalleşme süreçlerini de devreye sokuyorlardı. Bizim gibi ülkelerde mali gelişmişlik düzeyinin yeterli olmaması, en azından bir süre finansal kesimin gelişimini sağlayacak reformlara odaklanılmasını gerekli kılıyordu. Ama Batılı ekonomilerde girişilen serbestleşme hamleleri, hanehalklarının borca erişimini kolaylaştırırken, hanehalklarının borçluluklarının artışını doğurdu. Gelirleri baskılanan kitlelerin borçluluklarının artması sağlandı.
Benzer eğilim, 1990’lı yılların sonlarında Batı’da ve bizim gibi yeni piyasalaşan ülkelerde çok daha fazla ağırlık kazanıyor. Yeterli düzeyde gelir elde edemeyen kesimler, krediye erişim imkânlarının artmasıyla, daha fazla tüketim miktarlarına erişebilir hale geldiler. Bu da 2000’li yıllarda kitlelere sağlanan “sahte refah” algısı yarattı. Tabii bunun sonucunda hanehalklarının borçluluk oranları da artıyor, ekonominin geleceği ile ilgili beklentiler önemli hale geliyordu. Hem ekonomilerin hem de hanehalklarının kırılganlıkları artıyor.
Kanımca 1980’lerin başında dünya gündemine giren finansal gelişmeler, bir bakıma hanehalklarının 1970’lerdeki krizle baş etmek amacıyla düşen gelirleri telafi etmek için kurulmuş bir düzenin önemli bir parçasıydı. Sonuç hem hanehalklarının hem de şirketler kesiminin aşırı borçlanması oldu. Çok daha önemlisi, ekonomilerin finansallaşmasında ipin ucu kaçtı.
Finansal kesim değer yaratan bir sektör olma vasfını yitirerek, daha çok mevcut değerlerin ve servetlerin transfer edilmesine aracılık eden bir sektör haline geldi.
Ama daha da önemlisi, ağırlığı bu denli artan finansal piyasalarda giderek sıklaşan istikrarsızlıklar ekonomilerin geneli için tehlike oluşturmaya başladı. İngiltere’de başlayıp, dünyayı ve bizi de etkisi altına alan dalgalanmaların bir sebebi de budur.
Peki, ne yapılmalıdır?
Kanımca ülkelerin gelirler politikalarını tekrara gözden geçirmeleri gerekmektedir.