Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Kimlikler lütfen – Papiere Bitte!

Eski hikâye, mekânı “gökyüzünde neşeli bir meyhane” olası Ferhan Şensoy’un eski bir oyunu, “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” Nazi Dönemi’nden Almanya’yı anlatır. Şensoy, oyunu renklendirmek bir de seyircileri havaya sokmak niyetiyle iki çömeze Gestapo kıyafeti giydirir, kapıda kimlik kontrolü yaptırır: “Papiere Bitte!”. Seyirciler fazlasıyla havaya girmiş olmalılar ki, tıpış tıpış kimlik gösterirler, kimse de “Ne kimliği, Gestapo nereden çıktı?” filan da demez. Şensoy bir de İstiklal Caddesi’ne taşır; orada da vatandaşımız Gestapo’yu kırmaz, kimlikleri gösterir. Aslında Milgram’ın “Otorite”, Zimbardo’nun “Stanford Hapisane Deneyi” gibi sosyal psikoloji literatürüne girmeyi hak eden bu deneyin ne kadarı efsane, ne kadarı şaka, ne kadarı da gerçek bilmiyoruz çünkü devamında vatandaşlara mezarlık duvarı ittirme gibi girişimlerin de olduğu söyleniyor. Yine de çoğumuz omzu kalabalık birisi bize kimlik sorarsa, gösteririz gibi geliyor.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ziya Gökalp ile süslenmiş açıklaması bayağı bir gürültü koparttı sanırım, şimdiden giden seçimin ardından ağlayanlar olduğu kadar “Başka bir aday mümkün!” iletişimine bir geçiş de görüldü. Kılıçdaroğlu’nun hamlesi, şah mıdır, yoksa vezir mi gitti diye tartışanlar varken; oynanan oyunun tavla olmadığını umanların sayısı da az değil. Ne yazık ki tarih kimseyi haklı çıkarmayacak, bu açıklamanın yapılmadığı alternatif dünyayı yaşayamayacağımızdan, neden sonuç ilişkileri berhava olacak, gidecek. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasındaki hikmeti anlama işini bir kenara bırakalım ancak bu adımın pek de sevilmeyen “kimlik politikalarına” bir son mu verdiği yoksa yeniden mi canlandırdığı tartışmaya değer.

“Kimlik politikaları” özellikle sol çevrelerde pek sevilmez çünkü dikkati olması gereken sınıfsal çatışmadan genelde arkaik bulunan kimlikler arası çekişmelere çektiği düşünülür. Bugünlerde çoğumuzun karşı karşıya kaldığı yoksulluk, işsizlik, barınamama ve hak ettiğimiz nitelikte bir yaşamı sürdürememe sorunu, ulusal ve uluslararası sermaye ile diğerleri arasında bir sömürü sorunu olarak görüldüğünden; çözümün de bu sömürünün sona ermesinde görme eğilimi bulunur. Bu sorunların değişen miktarlarda bir kimlik sorunu olarak görenlerse, ezilenler arasında bile “kimlerden” olduğuna bağlı farklar olduğunu söylerler; yoksulluk bile bir Türk ve Kürt tarafından farklı farklı yaşanır.

Kimlikleri “boşanılması” gereken bir yük olarak görmüyor ve insan varlığının doğal bir parçası olduğuna inanıyorsanız; kimlikler perspektifinden dünyaya bakmak kişiyi zenginleştirir; birçoğuna göre kimlikler bize dünyaya bakmak için birer gözlük, dünyada da duracak bir yer verir. Siyasal sosyalleşme dediğimiz de zaten doğuştan büyümeye farklı kimlikler edinme anlamına gelir. Ailenin evladından, önce mahallenin çocuğuna, hemşeriye daha sonra vatandaşa, taraftara ve hatta partizana dönüşürüz; bu arada da etnik, siyasi ya da diğer kimliklerimizi ediniriz. Kimlikler birer rol olarak yaşamımızda yer alır ve her rolün de gerçekleştirilmesi gereken bir performans beklentisi olur: İyi bir anne/baba kim, iyi öğrenci, iyi evlat, iyi taraftar, iyi bir çalışan? İyi Türk kimdir, keza iyi Kürt, Roman, Rus, Yahudi? Kim olduğumuzu ve daha önemlisi kim olmamız gerektiğini cebimizdeki kimlikler belirler. Kimlikler sınır çizgilerini de tanımlar, ben Türksem, Türk olmayan kim? Taraftarlıkta iş kolay, savaşta da formalar ve üniformalar işi kolaylaştırıyor. Gündelik yaşamda da bıyıklar, bıyıksızlıklar, sakallar, saç biçimleri, aksesuarlar ve kıyafetler de birer üniforma işlevi görebilir. Beynimiz bir tasnif makinesi gibi çalışır, kim benden, kim değil? Tasnif, kendi kabilesine çifte standart uygulamayı, sınırın dışındakine karşı ayrımcılık yapmayı, ötekileştirmeyi ve hatta insandışılaştırmayı kolaylaştırır: sınırın dışındaki diğeri robot kadar duygusuz, bir “koyun” kadar iradeden yoksun olabilir. Sahip olduğumuz kimlikler kimin için ölmemiz gerektiğini de bize vazederler, ben ölsem bile akrabalarım yani kimlikdaşlarım beni kendilerinde yaşatırlar.

Naif bir bakış açısıyla kimliklerin varlığını reddedebilirsiniz, daha gerçekçi bir duruş arkaik kimlikleri cüzdandan atıp daha kapsayıcı ve daha evrensel bir kimlik edinmeye çalışmak olur. “Dünya proleteryasının”, olmadı, “dünya prekaryasının” bir parçası olmak böyle bir girişim sayılabilir. Siyasi yelpazenin öteki ucunda bir dünya vatandaşı kimliği edinebilirsiniz, tabii bu kimliğin ne derece geçerli olduğunu da ilk sınır kapısında kolaylıkla öğrenebilirsiniz. Bugünlerde, insanın inşa ettiği çağ olan Antroposen’in diğer varlıklar için hayırlı olmadığını idrak ediyoruz, belki de kimliği bütün varlıkları kapsayacak kadar edinmek iyi olabilir. Her ne olursa olsun, kimliksiz yaşayamadığımız bir evren bu, kimliksizlik de bir kimlik değil mi?

Belki de odaklanmamız gereken konu kimlikleri imha etmek değil de, kimliklerin nasıl oluştuğuna, daha da önemlisi hangi kimliklerin daha “manalı”, hangilerinin manasız hale geldiğini anlamak olabilir. Tek bir kimliğimiz yok, hepimiz anne/baba/evlat, taraftar, arkadaş, meslektaş, vatandaş, partizan ve benzeri kimliklere sahibiz. Aralarında kesişmeler olsa da, bazı durumlarda bazı kimlikleri, başka bazı durumlarda da başka kimlikleri kullanıyoruz; işyerinde baba gibi davranmak pek akıllıca olmaz. Kimliklerin nasıl oluştuğu hakkında fikir sahibiyiz, büyürken etrafımız, okul, medya ve benzeri kurumlar kimliklerimizi “yeşertiyor”. Çoğu kimlik inşa edilmiş bir tarihe sahip, bu tarih de kolektif, yani bizim gibilerin yaşadığı mağduriyetler ve zaferlerle dolu. Her milletin tarihinde şanlı bir döneme ve tabii ki o ulustan olmayanların yaşattığı acılara rastlamamız şaşırtıcı değil. Millet inşa etme sürecinde kolektif mağduriyetler ve zaferler içeren bir tarih yazmak, üzerinde yaşayacak bir toprak bulmak kadar kıymetli neredeyse, topraksız da millet olunabiliyor –bakınız Filistinliler’e- ama tarihsiz millet bulmak zor.

Bir kimlik olarak milliyet inşa etmek çok mahir olduğumuz bir mesele, on dokuzuncu yüzyılın telaşesinde daha önce duyulmamış milletlerin pıtrak gibi ortaya çıkması, “hayali cemaatler” üretme işinin sınırlar ötesi kopyalanmasıyla mümkün oldu. Bildik imparatorlukların ulus-devletler şeklinde paramparça edilmesi bizim yakından bildiğimiz bir şey, hepimiz bu parçalanma ve inşa sürecinden acı çekenlerdeniz. Elinizde bürokrasi, silahlı güç, eğitim sistemi ve medya varken, kimlik inşa etmek çok zor değil. Bunlara sahip olmayanlar ne yapacak peki? Aile, akrabalar, arkadaşlar ve mahalle, okul binası kadar etkin olabiliyor ve sosyal medya dâhil olabileceğimiz sanal cemaatler sunabiliyor. Devlete rağmen tek tip insan olmamamız da alternatif güçlerin başarısının bir kanıtı sanki. 

Kolektif mağduriyetler, yani bir grup insan olarak hep beraber yaşadığımız acılar, dışlanmalar ve hatta soykırımlar; bizi biz yapan ve diğerleriyle aramıza sınır çizmemizde çok işe yarayan anlatılar. Doğrudan şahit olunmasa dahi aile içinde kulaktan kulağa aktarılan, büyüklerin masallarında, eğer mümkünse kitle iletişim araçlarında ve tabii ki bugünlerde sosyal medyada tekrarlanan mağduriyet öyküleri kimlik fidanına verilen cansuyu gibi, hem canlı tutuyor, hem de alternatif kimliklerin önüne geçmesini sağlıyor. Kimlik bir tür gözlük demiştik, kolektif mağduriyetlerin hatırlatılması kendiliğinden dünyaya bakarken hangi gözlüğü takmamız gerektiğini de belirliyor.  Böylelikle, dün olduğu şüpheli bir olay, bugünü yorumlamamızı da sağlıyor.

Ülkemizde kolektif mağduriyet sayısı az değil. İmparatorluktan vazgeçip bir yarımadada “beş benzemez” olarak bir araya geldiğimizde tutunacak kimlik dalımız pek fazla değildi, Cumhuriyet de enerjisinin büyük kısmını bir ortak kimlik yaratmaya harcadı. Pek şefkatli davrandığını söyleyemeyiz, şefkatin moda olduğu bir dönem de değildi zaten. Bildiğimiz anlamda Türk kimliği inşa edilirken, önce var olan farklılıklar temizlendi, sonra da yeni farklılıkların, yeni kimliklerin ortaya çıkması engellendi. Tarif edilen tek tip Türk kimliğinden sapan her kimlik lanetlendi, o kimlik sahipleri de en hafifinden bozgunculukla suçlandı. Bir dönem geldi, farklı kimlikler ortak mağduriyetlerinde birleştiler; doksanların postmodernizm modasında ulus-devlet çözülürken yerini zengin bir kimlik florasının alacağı umuldu, boşa çıktı. Yine o rahatlama döneminde kimlikler kendilerini canlandırmaya başladılar, daha önce fısıltıyla anlatılan kolektif mağduriyetler de günışığı gördüler ve yeniden dolaşıma girdiler.

Mağduriyetleri yarıştırmamak bir insanlık prensibi, herkesin acısı kendisine fazla çünkü. Ancak “siyasal islam” ulus-devlet inşası sürecinde hem kayda değer bir mağduriyet gördü, hem de kendi mağduriyet öykülerini kuşaktan kuşağa başarıyla aktardı. Muhafazakâr çevrelerin kolektif mağduriyet öyküleri ta Hamidiye devrine hatta daha öncesine kadar uzanıyor, Cumhuriyet pratikleri de bu öyküleri çoklaştırmada kusur etmedi. Türbanın bir siyasi mesele haline gelmesi, “ikna odaları”, genç kadınların eğitimden ve iş yaşamından dışlanmaları yetmezmiş gibi; “Seçimi kazansak bile bize yönetimi vermezler” travmasını tetikleyen 28 Şubat süreci yaşandı. Kolektif mağduriyet öyküsü o kadar kuvvetli ki 15 Temmuz darbe girişimi dahi bu öykünün bir parçası haline geldi, o tarihte doğmamış çocuklar bile kolektif mağduriyetlerini ve onu takip eden zaferlerini kolaylıkla anlatabilirler size.

Siyaset pratiği içerisinde kimlikleri reddetmek, “tu kaka” demek bir işe yaramıyor; yaşamın ayrılmaz parçası olduklarından. Kimlikler her zaman hayırlı işlere yaramıyorlar, bütün ayrımcılık ve ötekileştirme öykülerinin başlangıcında masum gözüken kimlikler bulunuyor. İnsanları daha üst kimliklerde buluşmaya çağıran “post-humanist” kimliklere de hem coğrafi hem de medeni olarak oldukça uzaktayız. Bireysel olarak empati duymaya, diğerinin mağduriyetini anlamaya ve kimliğini tanımaya çalışabiliriz; tabii içinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasal ortama böyle bir bilişsel enerji bulabilirsek. Daha kapsayıcı, daha çoğulcu ve daha “tanımacı” bir siyasal ve medeni iklim hayal edip bunun için çaba harcayabiliriz,  sandıkta karşılığı olmaz ama en azından çocuklarımız daha mutlu olur. Bütün bunlar büyük olasılıkla beyhude çabalar olarak da tarihe geçer.

Ancak, neredeyse yüzyılların ördüğü, kulaktan kulağa aktarılan ve sahiplerini bir ten gibi saran kolektif mağduriyetleri; iki söylem değişikliği, bir özür ve bir tane de yasa değişikliği önerisiyle ortadan kaldırmak sadece beyhude olmaz. Bilakis, o kolektif mağduriyet anılarını yeniden canlandırır ve bu anlatıları kullanmakta daha mahir olanlara fırsat vermiş; vatandaşların da dünyaya o gözlüklerle bakmalarını da sağlamış olursunuz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.