Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Ve öküz trene bakıyordu…

Bugün siyaset sahnesine hiç bakasım yok. Brezilya dizisi gibi zaten, on yıl sonra bıraktığımız yerden izlemeye kalksak iki saatte bütün açığı kapatırız vallahi. Bir haftadan ne olacak? Gerçi hiçbir şey olmadığında bile her dakika şaşırtıcı bir şey oluyor. Metin Feyzioğlu Lefkoşa Büyükelçisi olarak atanıyor misal. Bu konuda Kıbrıslı dostlara ve Kıbrıslıtürk yurttaşlara karşı kendi adıma gerçekten mahcubum. Onlara bu fenalık da yapılmamalıydı artık. AKP’nin Metin Feyzioğlu’na borcu (her neyse) Kıbrıs’a ödetilmemeliydi… Kıbrıs’a verilen önem bu işte. Kıbrıslı vekil Doğuş Derya bunu başka bir bağlamda öyle güzel, öyle net ifade diyor ki… Üç kez izledim, üçünde de gözlerim doldu… Bu sahicilikte bir siyaset var mı? Niye Feyzioğlu’nu büyükelçi atıyorsan ya Kıbrıs’a? Bu büyükelçilik makamları zaten Prag’dan bu yana acayip acayip isimciklere üleştiriliyor. 

Yeri gelmişken şu merakımı da açık edeyim. Arkadaş, insan böyle bir kültürel sermayeye sahip olup da nasıl Metin Feyzioğlu olur ben onu da anlamıyorum. Dedesi bile seksen küsur yıl evvel Galatasaray Lisesi’nden sonra da bilmem nerelerden mezun olmuş. Mülkiye’de dekanlık yapmış. Hatta beş saatliğine başbakan bile olmuş bu ülkede. Türkiye, muhtemelen dünya tarihinin en kısa başbakanlığı. Dedesini de sevmediğimin süt oğlanı… Rahmetli dedelerimden birinden böyle bir kültürel sermaye devralmış olsam, İngiltere Kraliçesi olamasam da bir şekil hakkını verirdim. Valla billa ya…

Dediğim gibi bugün siyaset sahnesine daha fazla bakmayacağım. Kraliçecik hayatta olsaydı “Nörüyon annem?” diye Buckingham’a dalardım. Yine dalarım da şu sıralar yüreğim kaldırmıyor. Alışmak zor. Kendimi oyalamak için Fransızca kursuna yazıldım. Bir meşgale bulmak lazım nihayetinde. Bu Fransızca’ya keşke daha evvel başlasaymışım fakat. Çünkü Fransa günleri iki ay içinde son bulacak… Neyse ki Angara kırsalında da Fransız Kültür var. Orada devam ederim artık. Fransızca ile olan kısa imtihanım Öztürkçeciler ile derin bir iç çekişmeyi de beraberinde getirdi. İçten içten çekiştim durdum yani onlarlan. Anlatayım. Şimdi ben bazı eski sözcükleri pek severim. Hani hafif mahcup olmasam her yazımın bir köşesine bir bilakis, bir mamafih sıkıştırırım. Bir aşikar olsun, bir müsemma olsun, sütun yazarlığımda yazılarıma özenle serpiştirdiğim kelimelerdir. Ama tabii ki bu kelimelerime zaman zaman itirazlar gelmiyor da değil. Daha genç olduğum zamanlarda hakemler, editörler kelimelerime çızık da atıyorlardı ama yaş kemale ermenin de ötesine geçince Acara Özerk Cumhuriyeti gibi takılabiliyorsun. Kimse ses etmiyor. Zaten karışmaya kalkacak olana vagon dolusu lafım da hazır. Hazıra dağ dayanmaz. Belki bu yerinde bir kullanım olmadı ama atasözlerini yeni bağlamlara uyarlamak da güzel bir şey.

Vagon dolusu lafımı çekmek için de esaslı bir lokomotif gerekir. Lokomotif de ne kadar güzel bir kelime yaw… O da Fransızca. Arkadaş Fransızca’da kelime bırakmamış, almışız. Bugün hoca kursta fotoğraflarını göstererek bazı nesneleri tanıtıyor. Şezlong fotoğrafı gösterip “Kes köse” demesiylen adını rahmetli babam vermiş gibi ağzımdan “şezlong” çıktı. “Super!” diye çığrındı hoca, en çok da telaffuzumu alkışladı. “Bizim memlekette de şezlonga şezlong denir” diye espri yapmayı denedim ama olmadı.

Demem o ki bu Öztürkçeciler, aşikar, iştigal, müsemma gibi laflarımıza dünyanın lafını ederken bunca Fransızca kelimeye niye hiçbir şey dememişler acaba? Farsça veya Arapça kelimelere kök söktürürken, tayyörünen, döpyesinen, giyinip süslenip kuaföre giderken Fransızca’yı zaten şakır şakır konuşuyormuşuz da haberimiz yokmuş. Gündelik hayatta kullandığımız eşyaların çoğunun adı Fransızcadan geliyor. Anlamadığımız konulara “niye İngiliz değil de Fransız kaldığımıza” da bu sebeple epeyce şaşkınım şu sıralar. Hiçbir şey bize Fransız değil. Her Fransızca cümlede en az bir adet ayan beyan anladığımız kelime var. Ey Öztürkçeciler tutarlı olun, bu isimlere de uygun karşılıklar bulun. Kuaför yerine berber demeklen de olmuyor o da Türkçe değil zira. 

Durum Kürtçe bakımından da daha parlak değil. Hatta daha ilginç. Sanırım Kürtçe bilseniz Fransızca’yı üç vakitte sökersiniz. Mesela bu “ça va?” ile “çawa yî?” arasındaki ilişki çok açık. Kimse gizlemeye çalışmasın. Okunuşlar farklı olsa da yazılış aynı. Kürtçe’nin kökü Fransa’da. Her ne kadar “ça va” (sava) tek başına dünyayı sırtlanacak bir kelime olsa da Fransızca’da sonuna soru işareti aldı mı öncelikle “Nasılsın, nasıl gidiyor” filan anlamına geliyor. Kürtçe’de de “çawa yî?” aynı manada kullanılıyor. Dünyayı sırtlanmak dedim de Salim Şengil anılarında Cahit Sıtkı Tarancı’nın nadiren de olsa içkiyi fazla kaçırdığı geceleri anlatırken bu “Sava”nın (ça va) kerametinden de söz eder: 

Cahit’i evine götürdüğüm geceler, sokağın birinde rastgele taksiyi durdurturum, O, arabanın camından uykulu bir bakışla bakar, sonra: “Sava!” der. Bu sözcük bazen “Evet!” bazen de “Hayır!” anlamına gelir. Cahit’i tanıyorsan nerede ne anlamda kullandığını bileceksin. Bu bir yerde de zorunludur, delik olan bütçeni kurtarmak için … Yoksa, ha bu sokak, ha şu sokak, bu ev miydi, şu ev miydi derken sabaha dek Mebus Evleri’nde turlar durursun boş yere, Tarancı’nın evini bulacağım diye üç sokağı turladıktan sonra, ilk geldiğimiz yerde mi, biraz ötesinde mi, yoksa başka bir evin önünde mi, Cahit gene “Sava!”yı çeker. Dikleşmesi arabadan inmeye hazırlanması demektir.

Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956)

Görüyorsunuz işte rahmetli Tarancı bir “sava”ylan dünyayı idare etmiş. Mülkiye mektebindeki eğitimini ve sonra da Paris’teki eğitimini yarım bırakmış olsa da onun da kültürel sermayesi hayli yüksek ve rahmetli hakkını da vermiş. O sermayenin külliyen hakkını ödemeye “Otuz beş yaş” şiiri yetmiyorsa, “Gün eksilmesin penceremden” şiiri yeter.

Kürtçe bilsem Fransızca’yı daha kolay öğrenirdim deyince ve Tarancı’dan söz edince filan, aklıma yine hem Mülkiyeli hem de hemşerim olan üretken yazar Şeyhmus Diken’in yeni kitabı geldi: Kendime Yazdım. Henüz okuma fırsatı bulamadım ama başlık çok iyi. Bir dil oyunu da var burada. Diyarbakır’da biz “Kendime bahçede oturuyorum”, “Kendime yemek yiyorum” filan deriz. “Kendi kendime” manasına gelir. Şeyhmus Diken’in kitabının başlığında buna da gönderme var (bence). Arkadaş elin Fransız’ı da bana kalırsa bu ifadeyi bazı dönüşlü fiiller söz konusu olduğunda bu manada kullanıyor. Mesela “je me suis réveillé” dediğimizde “uyandım” diyor olmakla birlikte, kıt Fransızcamlan bu ifadenin “kendime uyandım” gibi de tınıladığını söyleyebilirim. Bilmiyorum belki de şimdi böyle geliyordur bana. Dili daha iyi öğrendiğimde bu tınının yanlış olduğuna karar verirsem onu da yazarım. Kendinize telaşlanmayın.

Ama bir daha söyleyeyim. Fransa’dan vagonlan kelime taşımışız Türkçe’ye. Geçen bir arkadaş grubunda da söyledim, “Fransızca kelimeleri Türkçe’den ayıklasalar giyecek don bulamayacağız” yeminlen. Külot da (culotte) Fransızca çünkü. Önce liste yapıyordum. Bereden, mantoya, reyondan ekrana, şezlongdan şantiyeye, şarküteriden bijuteriye, kareden tireye, virgülden bilmem neye kadar Türkçe’de de olan kelimelere rastladıkça not ediyordum. Bir dil pratiği de oluyordu. Sonra “kendisi” şu linki gönderince tadım kaçtı. Benden önce bu arkeolojik çalışma yapılmışmış tabii. Öyle olunca da olayın peşini bıraktım. 

Tam bitirecekken aklıma geldi, geçen haftaki yazımın sonunda da söz ettiğim bir Tuğçe Kazaz videosu vardı. Kendime, Tuğçe Kazaz acaba siyasete atılmayı düşünüyor mu diye merak etmiştim. İtalya’da Meloni’den sonra bizde de herkes Ümit Özdağ mı acaba diye hop oturup hop kalktı ama Türk-İslamcı sağın akli melekeleri daha bile şaşırtıcı işleyebilir. Tuğçe Kazaz… Why not yani? 

Giorgia Meloni’nin popülist videolarını izleyip, “Ama kadın doğru söylüyor, söz doğru olduktan sonra kimin söylediğine mi bakıcaz?” diyen bir entelijansiyamız var nihayetinde. Bakmayın annem, Tuğçe Kazaz az biraz Marksizm, devlet ve anti emperyalizm filan alıntıları çalışsa, Meloni’ye fark yapar. Şuraya yazıyorum. Meloni dedim de Uganda Cumhurbaşkanı Yoweri Museveni’nin oğlu Muhoozi Kainerugaba, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’yle evlenmek için yüz (100) inek teklif etmiş. Neresinden gülmeye başlayacağını şaşırıyor insan.

Giorgia Meloni

Laf lafı kapatıyor bir noktada. Sonuçta biz “Chaque jour, la vache regarde les trains” gibi takılmaya devam edersek, atı alan Üsküdar’ı geçecek. Yeminlen. Bu arada öküzün trene bakması da Fransızca’dan dilimize geçmiş galiba. Bugünkü ödevde aynen bu yukarıdaki cümle geçti. Arkadaş her şeyleri bir değişik. Hangi dil öğretilirken, “Öküz her gün trene bakıyor” denir ki? “Tuğçe ata bin” dersin misal. At dedim de şövalye de buradan geliyor biliyorsunuz. Cheval’den (at) türetilmiş. Atlı savaşçı. Şimdi tabii şövalye deyince piyadeden söz etmeden gitmek olmaz. Yaya sınıfından çilekeş asker. Linkten de serüvenini takip edebileceğiniz gibi, Dilimize Farsça’dan geçtiği kabul gören “piyade” de gerek Avrupa’da gerek Ortadoğu’da benzer kelimelerle ifade edilen ayak ve yaya sözcüklerinden türemiş. Fransızcada “pied” ayak demek. Kürtçede de “yaya” sözcüğü “peya” ile ifade ediliyor. 

Bir de lavaş kiri vardı bizim kuşak iyi bilir. İthal krem peynir, la vache qui rit (gülen inek). Ay neyse daha da uzatmayayım. Konular her yerden öküzden, trenden, peynirden ve hatta Mülkiye’den geçerek ineğe bağlanıyor bir şekil…  Hayırdır inşallah.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.