Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Burak Bilgehan Özpek yazdı: Aslında yıkılan ne oldu?

Kemal Kılıçdaroğlu bir süredir helalleşme söylemini dilinden düşürmüyor. Durduk yere gündeme getirdiği başörtüsü meselesi de bu söylemin sonucu ve muhalefet cephesini oldukça sarsmışa benziyor. Bundan bir sene önce seçimlerin kazanılacağına dair inancı oldukça yüksek olan muhalifler, geldiğimiz noktada haklı bir kaybetme endişesi yaşıyorlar çünkü helalleşme politikası hem muhalefet grupları arasındaki çatlakları derinleştiriyor hem de Kılıçdaroğlu’nun başkan adayı olmak için uyguladığı ve kendini dayatan bir kampanya olarak görülüyor. Dolayısıyla, haklı olarak, Kılıçdaroğlu’nun her söylemi, seçimlerin sonucuna yapacağı etki üzerinden tartışılıyor. Bu yüzden, son günlerde gündemde olan, başörtüsü sorununu kalıcı olarak çözmeyi amaçlayan kanun teklifi ya seçimleri kazandıracak mucizevi bir hareket olarak değerlendiriliyor ya da muhalif ittifakı çatırdatarak seçimleri Erdoğan’a hediye edecek talihsiz bir hamle. Ancak bu salt pragmatizme dayanan yorumların aslında beslendikleri hikayeler var ve tercih edilen yoruma göre bu hikayeler meşruluk kazanıyor. Yani, Kemal Bey’in önerisini desteklemenin veya reddetmenin sadece gelecek ile değil aynı zamanda geçmiş ile de bir ilgisi var. Bu yüzden Kılıçdaroğlu bir gelecek inşa etmeye çalışırken aslında farkında olmadan geçmişi de yeniden inşa ediyor. Asıl sorunlu olan nokta bu.

Aslında Kemal Bey’in başörtüsü önerisini – ortada böyle bir toplumsal talep yokken ve toplumun öncelikli sorunlar listesinde bu mesele artık unutulmuşken- dile getirmesinin bir mantığı var. Zira, devleti yönetme beceriksizliği iyice ayyuka çıkmış olan Erdoğan hükumetinin seçimleri kazanabilmek için kültür savaşı başlatmaktan ve kabileci bir söyleme başvurmaktan başka bir çaresi yok. Bu yeni bir şey değil. En son yerel seçimlerden önce, 8 Mart Kadınlar Günü yürüyüşünde ezanın ıslıklandığı haberi yapılmıştı mesela. Ya da ilginç şekilde tam da seçimlerden önce saldırıya uğrayan başörtülü haberleri görürüz. Türk sağı, seçim dönemlerinde, milliyetçilikten muhafazakarlığa bütün hamasetini toplumun üzerine kusar ve asli unsur olarak Cumhur İttifakı’na oy veren ortalama seçmeni işaret eder. Toplumun geri kalanı olabildiğince güvensizleştirilir ve kendisini ülkesine yabancı hisseder. Yaşadığımız ekonomik sıkıntılar ile birlikte, önümüzdeki seçim döneminden önce bu hamasetin dozunun artacağına şüphe yok. Erdoğan, tek parti döneminde yapılan icraatlardan tutun da LGBT yürüyüşüne destek verilmesine kadar birçok alanda, elindeki korkutucu medya gücünü de kullanarak, topyekün bir savaş başlatacaktır. Bu savaş aslında kendi kitlesini ürkütmeyi ve korkutmayı amaçlamaktadır çünkü bu kitlenin kazanımları, huzuru ve refahı seçimlerin yeniden kazanılmasına bağlıdır. Evet, Erdoğan modern devletin bağlayıcı kurumları yerine kendisini ikame etmiştir ve devletin kurumsallığını kendi keyfi yönetimine kurban etmiştir. Ancak seçmenleri için bu hiçbir zaman bir sorun olmadı. Erdoğan’ı seçerek neyden vazgeçtiklerinin hep farkındaydılar ve bile isteye bunu yaptılar. Kılıçdaroğlu ise Erdoğan’dan vazgeçmiş ancak henüz muhalefete de yaklaşmamış olan seçmene bazı garantiler vererek ilerlemeye çalışıyor. Eğer iktidar değişimi onların kazanımlarını tehdit etmezse ve garanti altına alırsa, bu seçmenlerin muhalefete daha kolay kayacağını hesaplıyor. 

Bu okuma memnuniyetsiz muhafazakarlar hakkında bir varsayıma dayanıyor ve aslında 2002 yılından bu yana yaşadığımız bütün hikayeyi de yeniden tanımlıyor. Zira, kazanılmaya çalışan muhafazakarların AKP ile kurdukları ilişkinin tamamen kimliksel olduğunu ve karşı mahallenin  laiklik konusundaki agresif tutumundan duyduğu rahatsızlıktan kaynakladığını ima ediyor. Eğer nedamet getirilir ve pişmanlık ifade edilirse, üstüne de yasal garantiler sunulursa, bu insanların gönül rahatlığıyla AKP’yi terk edeceği düşünülüyor. Gelecek ve DEVA partilerine, düşük oy oranlarına rağmen, Altılı Masa’da yer ayrılması ve eşit ortak olma fırsatı yetmemiş olacak ki, memnuniyetsiz muhafazakarlara karşı el yükseltiliyor ve böyle bir açılım yapılıyor. 

Ne var ki, bu politika en başından hatalı bir önermeye dayanıyor. Zira bu önerme, muhafazakarların 2002 senesinde AKP’yi yaşadıkları hak mağduriyetlerinden ötürü seçtiklerini ve AKP’nin ilerleyen yıllarda yaptığı demokratikleşme reformlarını da hak ve özgürlüklere duydukları saygıdan ötürü desteklediğini ima ediyor. Muhafazakar kesim hürriyetler konusunda bu denli hassas iken, kendileri adına özür dilenen seküler kesim ise olabildiğince agresif, anlayışsız ve dayatmacı bir siyaseti desteklemek ile itham ediliyor. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun istediği helallik, temsil ettiği muhalif ve seküler seçmenin pişmanlığını simgeliyor ve birbirine adeta düşman edilmiş iki kesimi barıştıracak mesiyanik veya nebevi bir dokunuş olarak tanımlanabiliyor.

Bu önerme üzerine inşa edilen politikayı sevinç içerisinde selamlayanlar aslında tezleri ampirik olarak yanlışlanmış kişiler. Zira onlar yıllarca insanların, AKP’ye oy verme davranışlarını, mütevazi, munis ve vicdanlı muhafazakarların demokrasiye ve sivilleşmeye sahip çıkışı ile açıkladılar. Onların yaşadığı ilk şok, Erdoğan’ın otoriterleşmesi ve sivil siyaset yerine güvenlikçi bir militarizmi tercih etmesi olmadı. İlk şok, bunları tercih etmesine rağmen ilk önce 2017 referandumunu ardından da 2018 seçimlerini kazanması oldu. Yani AKP seçmeni, hiç de onların tanımladığı gibi haklar ve özgürlükler konusunda hassas insanlar değildi. Öyle ki 15 Temmuz’dan sonra, bir dönem onların doldurduğu ekranları ulusalcı paşalar, akademisyenler ve köşe yazarları süslerken muhafazakar taban bundan hiç de rahatsız olmadı. Suçlu-suçsuz demeden binlerce muhafazakar idari kararlar ile işlerinden oldu ve AKP seçmeni muhafazakarlar bırakın rahatsız olmayı büyük bir hınç ile bu cellatlığa iştirak ettiler. İnanması güç ama cumhuriyet tarihinde en çok başörtülü kadın AKP döneminde hapse atıldı ve muhafazakarlar oy pusulasında ampüle tabiri caizse alınlarıyla bastılar mührü. Her ne kadar görmezden gelinse de, bu dönemde AKP’den rahatsız olanlar sanıldığı gibi makul söylemler ile itirazlarını dile getirmediler. Aksine, aşı karşıtlığı, İstanbul Sözleşmesi ve LGBT karşıtlığı gibi eksenlerde kendilerini ifade ettiler. Hatta Fatih Erbakan’ın Yeniden Refah Partisi’nin ihmal edilmemesi gereken yükselişi de tesadüf değil. 

Şunu kabul edelim artık, ekonomik kriz olmasaydı AKP cenahında pek de bir çözülme olmayacaktı ve muhalefet için seçimleri kazanma umudu doğmayacaktı. Yani tarif edilen muhafazakarlık sadece ve sadece bu politikayı Kılıçdaroğlu’na önerenlerin zihinlerinde ve arkadaş gruplarında mevcut. Bir hak kavramı etrafında birleşecek, kategorik bir özgürlük fikriyle cezbedilecek bir muhafazakar kitle yok. Hiç olmadı. 2002 senesinde AKP ayakta kalan az sayıda aktörden birisiydi ve yaşanan ekonomik krizden bunalan, 90’lı yılların kırılgan hükumetlerinden sıkılmış halk için denemeye değer bir alternatif sunuyordu. İlerleyen yıllarda AKP hem refahı arttırmayı başardı hem de kamu kaynaklarını etkin kullanarak kendisine bağımlı kesimler yaratmakta başarılı oldu. Bugün milyonlarca insanın AKP’nin kaybetmesi durumunda düşüneceği son şey kızının üniversiteye başörtülü girip girememesi. Büyük çoğunluğu sahip olduğu ekonomik refahı koruyup koruyamayacağını veya AKP döneminde bir şekilde parçası olduğu bir usulsüzlükten dolayı başının belaya girip girmeyeceğini merak ediyor. 

Öte yandan kurgulanan seküler seçmen hikayesi de aslında MGK merkezli sistemin bütün günahının sıradan seküler, kentli insanların boynuna yüklenmesinden ibaret. Öyle ki her CHP seçmenini ya da her seküleri Nur Serter, Kemal Alemdaroğlu veya Canan Arıtman gibi gören bir anlayış bu. Bir nevi günlük gazete okuyan ve her hafta tiyatroya giden memur çocuklarına “Beyaz Türk” damgası yapıştırmakla aynı şey aslında. 28 Şubat ile uygulanan saçma sapan başörtüsü yasağı bir toplumsal talebi yansıtmıyordu. Birkaç sene önce SHP’ye oy vermiş seçmenlerin, ordunun peşine takılarak üniversiteye başörtülü kızların girmesini rejim açısından bir tehlike görmesini ve bunu siyasetlerinin göbeğine oturtmasını düşünmek zaten yeterince absürt. Başörtüsü meselesi bizzat ordu içindeki bir grup tarafından hassaslaştırıldı, kaşındı ve onların siyasete müdahalesinin bir aracı oldu. Zaten yukarıda bahsettiğim isimler birer siyasetçiden çok ordunun siyaset içindeki temsilcileriydiler. Onların toplumsal desteğinin ne denli düşük olduğu ise CHP’den ayrılarak ulusalcı bir söylem ile kurulan partilerin yaşadıkları hüsrana bakarak anlaşılabilir. Yani CHP seçmenine nişan almak için en agresif, en antipatik ve en kibirli insanların seçilerek bulunması ve milyonlarca seküler insanın es geçilerek görmezden gelinmesi sadece ve sadece AKP’yi ve seçmenini aklamak için başvurulan sinsi bir stratejiydi. Kurulan masal dünyası iyiler ile kötülerin, melekler ile şeytanların savaşı olmak zorundaydı.

Şu soru sorulabilir elbette. Eğer mesele seçmen değil orduysa, sosyoloji değil siyasal yapı ise AKP sivilleşme mücadelesi verirken ve ordunun siyasetteki etkisini sınırlandırmaya çalışırken bu masum CHP’liler neredeydi? Tabii ki AKP’nin karşısındaydılar çünkü Erdoğan’ın ordunun etkisini bir demokrasi kurmak için kırmadıklarına dair bir inançları vardı. Birçoğu, ordunun siyasetten çekilmesine değil siyasetten çekilen ordunun yerine gelecek olan cemaat ve tarikatlardan, hatta siyasal İslamcılar’ın bütün devlet kurumlarını ele geçirmesinden kaygı duyuyordu. Yani, o dönem sivilleşme karşıtı olarak mimlenen insanların aslında karşı oldukları daha başka bir şey vardı ve hepsi ağızlarına kürek vurularak ve darbeci denerek susturuldular. Sonrasında gelişen olayları zaten yazmaya gerek yok. 

Sanırım burada toparlamam gerekiyor yazıyı. Bu ülkede laikliği de muhafazakarlığı da hepimizi rahatsız edecek şekilde savunan binlerce, milyonlarca insan var. Bunu kabul edelim. Ancak asıl rahatsız edici olan, yıllardır bu rahatsız edici tonları toplumun gözüne sokarak politika üretmeye çalışma kültürü. Başörtüsü yasağı kalktıktan sonra hiçbir üniversitede başı açık ve başörtülü öğrenciler arasında bir gerginlik yaşanmadı. Çalıştığım üniversitede, aralarında tam bir kızkardeşlik olduğunu görüyorum açıkçası. Yapay şekilde dayatılan yasak doğal şekilde ortadan kalktı. Erdoğan’ın çözdüğü şey başörtüsü sorunu değildi. Bunun bazı askerler tarafından kurgulanıp, gündeme dayatılmasıydı. Bu dayatma ortadan kalktığı an bu sorun da toplumun ferasetiyle çözüldü. Bu olgunluğa sahip bir toplumda yaşadığım için gurur duyuyorum. Bu dayatmalardan ve kurgulanmış kimliklerin hayali mücadelesinden kurtulmuşken yeniden Kılıçdaroğlu’nun söylemleriyle gündeme gelmesi bu açıdan çok can sıkıcı. Çünkü halihazırda çözülmüş olan bir sorunu yeniden çözme iddiasından daha fazla bir şey ima ediyor bu. Yalan yanlış yazılmış, ampirik olarak çökmüş bir tarihi anlatıyı canlandırıyor. Dahası CHP seçmeninin son 20 senedir verdiği mücadeleyi anlamsızlaştırıyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.