Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Çünkü hikaye uzun ve dört bir yanı kaplamış…

Kısa bir yazı olsun bu da. Bazen hiç yazmadığım da oluyor zaten. Dünya bizim yazılarımızı beklemiyor. Ama yine de yazacaksak dünya bu yazıları bekliyormuş ciddiyetiyle yazmalıyız. Ciddi şeyler yazmalıyız manasında da değil. Yaptığımız işi ciddiye almak manasında. Kendimizi çok da ciddiye almadan. Hikayeleri ciddiye alarak. Karışık işler…

Ahmet Tulgar Duygusal Anatomi kitabında ne güzel demiş, “Burada değilim. Hikâyelerimdeki olayların geçtiği yerlerdeyim.” Sanırım genel olarak yazmak böyle bir şey. Hikaye etmek, hatta hikayelere sadece kulak vermek bile insanı belli bir yerde konumlandırıyor. Oraya götürüyor. Hareket ediyor ve var olduğunu hissediyorsun. Hikayeler olmasaydı bence nefes alamazdık. Romanlar, filmler, diziler ve yanı başımızda yaşanan bütün hikayeler… Bu hafta yazmayayım derken, gece geç saatlerde bilgisayarın başına oturdum işte. Çünkü bu hafta yaşanan olayların geçtiği yerlere gitmeden duramazdım.

Ahmet Tulgar

Her şeyden evvel, Ahmet Tulgar birdenbire gitti. Ne kadar erken ve ne zor bir kayıp… Birçok ortak dostumuz olsa da Ahmet Tulgar’la ne dost ne de arkadaştık. Bu sabah düşündüm de yüz yüze ilk tanışmamız sadece beş yıl evvel, Ankara’da kapımın zilini çalmasıyla olmuştu. Kapıyı açtım ve içeriye koskocaman apaydınlık bir gülümseme olarak girdi. Ne mutlu ona herkes bunu, bu güzel gülümsemeyi yazıyor… KHK’larla atılmıştık ve bir zaman sonra aramış, bu konuda bir söyleşi yapmak istediğini söylemişti. İshak Karakaş ile birlikte geldi. Onunla birlikte yaptıkları bir dizi söyleşiden biriydi. Beş yıl geçmiş üzerinden. Ahmet Tulgar’la ikinci bir söyleşiyi de Ağustos 2019’da yaptık. Geniş bir demokrasi ittifakının kurulup kurulamayacağını ve siyaset alanını daraltan bunca ezber arasında barış için bir imkan olup olmadığını konuşmuşuz.

Söyleşiye bugün tekrar baktım da “Kürt kırgınlığı diye bir şey var mı? Bütün bu yapılanlardan sonra oluşan bir kırgınlık? Kırgınlık da sosyolojiye dair midir?” diye sormuş Tulgar. “Kürt kırgınlığı”… İşte bu kadar zarafetle sorular soran biri… Kapıyı açıp tanıştığım gün, bu dünyada sadece beş yılının ve daha sonra bu ikinci söyleşiyi yaptığımızda ise sadece üç yılının olduğunu bilemeyeceğim güzel insan. Bilseydim nasılsa bir yerlerde denk gelir, görüşür konuşuruz demezdim… Muhakkak denk getirmeye çalışırdım. İşte biri ansızın çekip gittiğinde böyle artık imkansız olan şeyleri filan düşünmeye başlıyor insan.

Ahmet Tulgar’ın ardından yazılabilecek en güzel yazılardan birini Beyhan Sunal yazdı. Başka dostları da yazdı ve yazacak. Ben sadece onu anmadan edemedim. Yazmamın esas sebebi bu. Fakat bir sebebi daha var. Son zamanlarda kimi uzak kimi yakın kimi de yüz yüze karşılaşma şansımız çok sınırlı olsa da yazıları ve eserleriyle tanıyıp dost hissettiğimiz, aynı hikayelerde ve dolayısıyla aynı yerlerde dolaştığımız pek çok kişi ansızın gitti… Her gidenle birlikte en çok Türkiye’nin asalak iktidarlardan kurtulduğunu, düze çıktığını ve sulh olduğunu görmeden gitmelerine yanıyor içim. Böyle sabahtan akşama, akşamdan sabaha bir sevinsek üç üzüldüğümüz hoyrat ve hunhar zamanların bittiğini görmeden gitmelerine… Yine de Ahmet Tulgar’ı düşününce, diyorum ki sonra, bu ülkede bu kadar yaşamak ve bu kadar güzel anılarak bir ömrü tamamlamak ne büyük bir şans. Bunca hoyratlık içinde hoyratlaşmadan, o hafifliği, o zarifliği ve o gülümsemeyi sürdürmek… Bu kadar sükunetle sürdürmek. Dünyanın işini yapmış. Onca yazı, söyleşi, roman, hikaye ve hatta oyunculuk… Yılların gazetecisi. Ün kazanmakla filan hiç işi olmamış gibi. Sakince ve ürettiklerinin hep bir adım gerisinde durarak yaşamış. Hiç kolay değil. Böyle insanlara hakiki bir minnet hissediyorum…

“Kürt kırgınlığı diye bir şey var mı?” Aysel Tuğluk’un hayatı cezaevinde riske edilirken bunu sık sık düşündüm. Bu ülkede yakın bir dönemde görüp göreceğimiz (öyle anlaşılıyor) en parlak ve en iyi siyaset insanı Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde yıllardır rehin tutulduğunu düşündüğüm zamanlarda da bu soru zihnimi yoklayıp durdu. Gazeteciler kafalarından bastırılıp, ters kelepçelerle polis araçlarına doğru sürüklenirken de düşündüm. Daha ağır şeylerle birlikte de düşündüm… Ama her nasılsa, onca haksızlık devam edip dururken, üç yıl evvel Ahmet Tulgar’a konuşurken ne söylemişsem bugün de düşüncelerim aynı sonuca götürüyor.

“Böyle genel bir ‘kırgınlık’tan söz edebilir miyiz bilmiyorum” demişim. Devamı da şöyle: “Ben sadece kendi adıma -Kürt toplumunun geniş kesimlerinin yaşadığı sıkıntılardan ve dışlanmadan görece az pay alan biri olmama rağmen- zaman zaman çok ‘kırgın’ hissettiğimi söyleyebilirim. Fakat Kürtlerin mütemadiyen mücadele üreten ve vazgeçmeyen politikliği içinde ‘kırgınlık’ öne çıkan bir ruh hali midir pek emin değilim. Duygular sosyolojisi alanına ilgi duyan bir akademisyen olarak kırgınlığın mağduriyet söylemine dönüşüp mutlaklaşmadığı sürece ‘politikleşmeye’ açıklık içeren bir duygu durumu olduğunu düşünüyorum.”

Ahmet Tulgar güzel bir insandı. Politik duruşunun sağlamlığından gelen bir güzellik. Kaç kişi “Kürt kırgınlığını” sorarak böyle düşündürebiliyor ki insanı? Ahmet Tulgar güzel sorular soran bir adamdı. Şimdi imkan olsa da sorsam, “O geniş gülümsemenin altında, içten içe kırgın mıydın Ahmet Tulgar, bu ülkeye kırgın mı gittin?”

Halit Kıvanç’ı da bu hafta uğurladık. Yıllar yılı televizyon ekranlardan içimizi ışıldatan başka bir gülümsemenin sahibi. Ahmet Tulgar’ın son yazdıklarından birinin onun hakkında olması da hayatın ve ölümün cilvesi… Kim ne derse desin, güzel ve onurlu bir hayat yaşadı Halit Kıvanç. Hoş, gördüğüm kadarıyla kimsenin de ardından kötü bir şey dediği yok. Gözümüzün önünde yaşadığı kısmıyla, ömrünü, güzel tamamladı çünkü. Upuzun bir hayatı böyle taşımak ve gündeliğin sert siyaseti içinde düzgün yaşamak kolay iş değil. Herkes yapamıyor. Siyah-beyaz TRT yıllarından bugüne bir şekilde hep tanınmış bir insan olmuşsan ve de bunca rezilliğin yanında bir resim vermemişsen gayet politik seçimler de yapmışsın demektir. Yoksa kültürel iktidar açlığından bunca mustarip bir siyasi iktidar için TRT’li yılların “kültür anıtlarından” biri olan Halit Kıvanç’la resim vermek muhtemelen epeyce kıymetli olurdu. Bildiğim kadarıyla hiç vermedi. Ki verseydi de bu Halit Kıvanç’ı bundan ibaret bir şey yapmazdı. Nur içinde yatsın…

Halit Kıvanç

Haftanın bir diğer olayına gelince, Şebnem Korur Fincancı tutuklandı. Aysel Tuğluk’un tahliye edileceği haberine iki dakika sevindik sevinmedik ki TTB Başkanı Şebnem Hoca’yı tutukladılar. Bu ikisini birlikte düşünüp bir denge siyaseti gözetildiğini ifade edenler var. Bu iktidarın Şebnem Hoca gibi isimleri tutuklamak için bir denge siyaseti gözetmeye ihtiyacı yok. Siyasal muhalefetin büyük kısmının tutuklanması üzerine tek bir cümle bile kurmadığı ve hatta bir kısmının Şebnem Hoca’ya yönelik lince katıldığı bir dünyada, AKP denge siyaseti mi arayacak? Aysel Tuğluk’un tahliyesine karşı Şebnem Hoca’nın tutuklanarak anti-Kürt milliyetçi seçmen nezdinde bir denge kurulmaya çalışıldığını düşünmek de naiflik olur. Zira ömrünü yedikleri ve sağlığını kritik eşiğe gelecek kadar riske ettikleri Aysel Tuğluk’u tahliye etmekle, siyasi iktidarın yandaşları nezdinde bir itibar kaybı söz konusu olmaz. Bunu da bizden iyi bilirler.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) Aysel Tuğluk’un durumunu görüşeceğini söylemesinden itibaren bu tahliye kalp çarpıntılarıyla bekleniyordu. Bu tahliyede en başta -bir parçası olmaktan onur duyduğum- #AyselTuğlukİçin1000KadınPlatformu olmak üzere kadınların büyük emeği var. Cezaevindeki hasta bir kadın siyasetçinin yaşam hakkı için söz ve mücadele imkanını zorlamamış bir feminist mücadele olamaz zaten. Adalet Bakanı’nın bu konuyu gündeme alması kadınların mücadelesi sonucunda mümkün oldu… Aysel Tuğluk vazgeçmeyen kadınlar sayesinde sağlığına da kavuşacak. Sarmalanmak ve dayanışma iyileştirir…

TTB Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı

Şebnem Hoca’nın da bu mücadelede büyük emeği var. Bu yüzden de en çok sevinenlerden olacağını adım gibi bildiğim için Şebnem Hoca tutuklandığında bile Aysel Tuğluk’un serbest kalmasından iç rahatlığıyla mutluluk duydum. Aysel’in avukatları, arkadaşları, yoldaşları olan kadınlar onu cezaevinden çıkardı. Şebnem Hoca’yı ve ifade özgürlüğü kapsamındaki düşüncelerini açıklamalarından dolayı tutuklanan herkesi, bütün siyasi rehineleri oradan almak da sadece biz yurttaşların elinde. Kadınlar yurttaşlık görevini iyi yapıyor. Kadınlar Türkiye’yi de bu cendereden çıkaracak. Çalışıyorduk yine çalışacağız. Çünkü ne Altılı Masa’nın keyfini bekleyecek sabrımız ne de zamanımız kaldı.

Kadınların mücadelesindeki sürekliliği görmek isterseniz Aysel Tuğluk’un 2009’da hasta tutsaklar için Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e sorduğu soruları hatırlayın. Bu sürekliliği hatırlamak insana çok iyi geliyor.

Böyleyken böyle. Yine kısa yazamadım. Çünkü hikaye uzun ve dört bir yanı kaplamış…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.