Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: “Sizin beğenmediğiniz tavırlarımız canımızı korudu”

“Öğrencinin gelecekte toplum içinde yumurta taşıması yasaklandı.”

Buyrun, dünya gözüyle değişik bir ceza görün. Biritiş basını Kral 3. Charles ve Kraliçe Camilla’yı ne kadar şirin göstermeye kalksa da olmuyor. Bu kaknemlikle bunlardan bir daha yazı mazı çıkmaz diye düşünürken bu yumurta işi hakikaten iyi malzeme verdi. Kral ile Camilla, York sokaklarında gezinir ve tebaa ile kaynaşırken, öğrencinin biri “Bu ülke kölelerin kanıyla kuruldu” diye bağırarak yumurta fırlattı. İngiliz basını olayı “Kral 3. Charles York’ta egg-stra sıcak bir hoşgeldinizle karşılandı” diye duyurarak mizahı da elden bırakmadı. Yumurta fırlatan 23 yaşında bir öğrenciydi. Yumurta ve öğrenci deyince bizde de vaka sayısı hiç az değildir. Yumurtanın öğrencilerin eylem repertuarında mühim bir yeri var.

Mesela rahmetli Burhan Kuzu Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, 2010 yılında düzenlenen “Türkiye’de Anayasa Sorunu” başlıklı panele gittiğinde “Yumurta Şenliğine Hoşgeldiniz” pankartıyla karşılanmış ve daha sonra kendisine kürsüdeyken onlarca yumurta fırlatılmıştı. On iki yıl olmuş. Tabii bizimkilerin aklına yumurta eylemcisi öğrencilerin “gelecekte toplum içinde yumurta taşımasını” yasaklamak filan gelmedi. Bahisler birkaç yıllık hapis cezasından açıldı. 

York’taki olayda da neyse ki kamusal alanda yumurta taşıma yasağı alışveriş sonrasını kapsamıyormuş. Öğrencinin alışveriş esnasında yumurta satın alabilme özgürlüğü hâlâ varmış. Tew cezaya bak, alışveriş sonrasında yumurta taşımak serbeste ne anladım ben bu işten. Nuri Bilge Ceylan’ın müstesna film karakterleri hariç kim durup dururken toplum içinde cebinde yumurta taşır ki zaten? 

Ama bu İngilizler’in monarşi aşkı da çok acayip. “Yumurtalı saldırgan” Patrick, kralı alkışlamaya gelenlerin ona çok öfkelendiklerini, saçını çektiklerini, tükürdüklerini ve bağırdıklarını söylüyor. Ölüm tehditleri almış yavruceğiz. Böyle işte, link de vereyim. Görüyorsunuz, İktidar tapıncı her yerde aynı… Yani öğrencilere copla ve gazla saldırıldığında kılı kıpırdamayacak olanlar, krala yumurta atıldı diye inciniyor. Niye yani? Kralın pulları mı dökülür yumurtadan, ne olur? Esas mesele krala ve makamlara atfedilen kutsallık. 

İtiraf edeyim ki İran’da mollaların sarığını düşürme eylemi üzerine düşünürken, bu haberle karşılaşınca yazının ekseni de buralara kayıverdi. Girizgahı yumurta eyleminden yapmak da bir anlamda kader planı gibi oldu. 

Gelelim “sarık düşürme” eylemine. Olaydan Ayhan Bilgen’in bir Twitter paylaşımına Whatsapp’ta yapılan bir yorum üzerinden haberdar oldum. Sonraki günlerde başka isimler de konuya değindi. 

Ayhan Bilgen bu konuyla ilgili birazı da gelen tepkiler nedeniyle olmak üzere, en az beş-altı tweet paylaşmış. İki paylaşımdan örnek vermek isterim. Birinde “İran’da her sarıklıyı molla, her mollayı da rejim yanlısı sanmakla, Türkiye’de her başörtülüyü iktidar yanlısı sanmak arasında ne fark var?” diyor. İkinci paylaşımda da şu var: “Güvenlik güçlerinin toplumsal gösterilere müdahalesi nasıl orantısız güç kullanımı ise bu eylem biçimi de hak arama amacını aşan nitelikte. ‘Irak ve Suriye’den sonra sıra İran’a mı geldi ?’ sorusunu kaçınılmaz olarak sorduruyor!’” diyor. Bu çerçevede pek çok eleştiriye rastladım. Sarık düşürme eylemlerini doğru bulmadığını söyleyip geçen de çok, konuyu oturup görece daha uzun bir metin aracılığıyla tartışan da. Kendini incinmiş hisseden, başörtülerini yakma eylemlerinin başörtülülere karşı “cadı avına” dönüşeceğinden endişe duyan bile var ki İran’daki durumdan bu endişeyi çıkarmak için insanın kendi meselesi dışındaki meselelere epeyce kör olması filan gerekir sanırım. Ayrıca İran’da kadınların on yıllardır yaşadığı cadı avı da hiç akla gelmiyor demek ki.

Sibel Eraslan bu konudaki yazısını şöyle bitirmiş mesela: “Batı düşüncesi; Doğu’yu, yani geleneği, ruhu, dini, maneviyatı her zaman dışlamış ve inkar etmiş tezler üzerine kuruludur. Batı refleksinin, İslami veya Doğulu olarak nitelendirdiği bir giyim kuşam tarzını, dövülecek, itilip kakılacak, gülünüp alay edilecek bir halde görüyor oluşundadır asıl sorun… Yoksa insanların kültürel, geleneksel çevrelerine uygun giyinişlerinde değil…” Bu paragrafa yeniden döneceğim ama şimdilik yazının başlığının da ayrı sorun olduğunu söyleyeyim. Başlıkta sarık düşürme “yeni moda” ilan edilmiş ki İran’da yaşananların mahiyetini kavramaktan oldukça uzak bir başlık bence. 

Öylece okuyup geçerseniz, İran’da din adamlarına ya da sarıklılara yönelik tacizkâr sokak eylemleriyle ilgili bu yorumları yerinde ya da adil de bulabilirsiniz. Fakat bağlamın her şeyi yeniden kuracağı ya da anlamlandıracağı hakikatini ciddi ölçüde göz ardı etmeden bu eleştirilere katılmak mümkün değil. Açıkçası ben sarık düşürmenin aslında bağlamına göre yumurta atmaktan çok da farklı olmayan, belirli bir tolerans ve orantılılık arayan bir eylem olduğunu düşünüyorum. Büyük patlamalarla dışa vurulan ağır tarihsel itirazların söz konusu olduğu toplumsal altüst oluşlarda tepkilerin bu türden eylemlerle dışa vurulması kaçınılmaz. 

Bu bir yana, bu tür eleştirileri büyük cömertlikle ardı ardına paylaşan pek çok ismin sosyal medyasına baktığınızda ahlak polisleri tarafından hicap kurallarına uymadığı gerekçesiyle gözaltına alındıktan üç gün sonra hayatı kaybeden Jina Mahsa Amini için bir tek cümle kurmamış olduklarını da görüyorsunuz. Mahsa’nın ölümünü protesto edenlerin kaçının tutuklandığı, ne tür bir kötü muamele gördüğü, kaçının vurulup öldürüldüğü filan da gündemlerine hiç girmiyor. Olayların sadece ilk kırk gününde 29’u çocuk olmak üzere 234 protestocunun hayatını kaybettiği uluslararası insan hakları örgütlerinin verdiği bilgiler arasında. Bu bilgiyi söze, yazıya dökmeden sarık düşürme eylemini “orantısız güç kullanımı olarak” tanımlamak müthiş problemli bir yaklaşım bence. Sokak ortasında kafasından vurularak öldürülen gencecik protestocu kadınlar için değil, sarığı düştüğü için incinen, yere düşen (molla ya da değil) genç veya yaşlı adamlar için “orantılı tepki” istemek ya da İran, Suriye olacak kaygısı ile bunu ifade etmek hepsi ayrı ayrı çok sorunlu… İran belki Suriye değildi ama rejim karşıtlarına nefes aldırmayan, yaşam hakkı tanımayan, ülkeyi terk etmeye zorlayan bir ülkeydi. Jina Mahsa Amini olaylarının hemen öncesinde sadece 2022 yılının ilk altı ayında en az 250 kişinin idam edildiği bir ülkeydi.  

Açıkçası, bugün mollalara yönelik sarık düşürme gibi tacizkâr eylemler (öyle olduğuna hiç kuşkum yok) karşısında, İran’da on yıllardır başta kadınlar olmak üzere nüfusun geniş kesimlerine ve Kürtler’e ya da diğer azınlıklara yönelik ağır zulmü hatırlatmak, diğer bir deyişle bu tepkilerin tarihsel bağlamını hatırlatmak bile son derece ezber ve idealist bir dil içinde, “kutuplaşma” olarak adlandırıldığında elimizde pek az seçenek kalıyor. Oysa bu olanlara karşı çıkmanın bir yolu da hatalar ya da vahim politikalar üzerine “düşünme” imkanının kanallarını zorlamak. Bunun yolunu kapatmak ve olayları takip eden günlerdeki yüzlerce cinayeti hiç anmaksızın, mollaların sarığına müdahaleyi “orantısız” bulmak ya da yanlış bulmak filan ilginç doğrusu.

Bana kalırsa, sarık düşürme eylemi tıpkı yumurta eyleminde olduğu gibi, sivil yurttaşların, güç ve iktidar sahibine ya da o gücün sembollerine karşı incitme değil esas olarak “incitmeme” refleksi içeren eylemleridir. Bu eylemlerin maruz kalanları incitebileceğini de elbette biliyorum, maalesef… Ama yine de olaylara ve bağlama baktığımda bunu düşünüyorum. Örneğin, yumurta saldırısına uğrayan siyasetçiler de kraliyet üyeleri de birer hayat ve karakter sahibi insan evladı olarak ne öğrenci düşmanı ne kölelik tarihinin savunucuları olmayabilir. Ama o yumurtalar onlara hükümran oldukları, güç ve iktidar sahibi ya da ortakları olarak, tarihin o şekilde yazılmasında hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir payları olduğu için atılıyor. Bu pay bazen tümüyle sembolik bir pay olsa bile.

Tarihi ve bağlamı tümüyle bir yana bırakıp, kan kusturulmuş İran toplumunda bugünkü protestoları eleştirmek ya da mahkum etmekteki hız ve yanlılık çok düşündürücü. Bir kez daha ifade edersem, “sarık düşürmek” gibi eylemler, özünde fiziksel olarak “incitmemeyi,” “hayatın kırılganlığını,” ve “yaralanabilirliği” akılda tutan eylemler. Olan bitene “Batı refleksi” demek de en iyi ihtimalle ezbercilik. Olaylar İran’da geçiyor, protestoları yapanlar da eylemleri sosyal medyada paylaşanlar da gülenler de aynı coğrafyanın -Türkiye’de ya da İran’da zulümlerden fazlasıyla payını almış- “Doğulu” yurttaşlar. Bir toplumun itirazını dışa vurma anındaki “hoş bulunmayan” eylem biçimlerini tümüyle “Batı refleksi” olarak açıklamanın oryantalist karakteri bir yana, hemen hiçbir şeyi açıklamaya yetmediği de ortada. 

Sarık düşürme eylemlerini gülünç bulmaya itirazımız olabilir, doğru bulmayabiliriz, bize tacizkâr gelebilir. Bununla birlikte olaylar her zaman o kadar da bizimle ve bizim “yüce duygularımızla” ya da düşüncelerimizle ilişkili olmayabilir. Olaylar esas olarak on yıllardır feci biçimde canı yanmış, koca bir ömrü hiçbir şekilde inanmadıkları kıyafet zorunluluklarına ve yaşam tarzlarına uymak zorunda kalarak geçirmiş İranlılar’la ilgili… Mollalarla elbette hesapları var, tek tek bir mollanın rejimle ilişkisi değil mesele, on yıllardır bu rejim bu şekilde sürüyorken bunun parçası olmakta beis görmemiş yaşlı ya da genç erkekliklerle, ayrıcalıklı etnik ve dinsel pozisyonlarla ilgili bir mesele. 

Yumurta atma eylemi bir eylem repertuarı içinde değerlendirildiğinde can yakma ve hatta zarar verme kabiliyetine sahip olsa da esas olarak fırlatılan şeyin “kırılabilir” olduğunu hesaba katar. Genellikle taş gibi kafa kırmaz ve aslında taş gibi de fırlatılmaz. Yumurtanın kendisinin, kırılabilir ve dağılabilir olduğu bilgisiyle ve o amaçla atılır. Sarık düşürmede iteklemeler, düşmeye yol açmalar zarar verici ve incitici, evet. Fakat esas olarak bunlar sembolik eylemler. Sembolik bir şiddet ürettiklerini ve sembolik şiddetin ağırlığını da hiçbir şekilde inkar edemeyiz. Fakat toplumsal bir altüst oluş anında eylemlerle ve protestolarla ilgili olarak tek karalama burada yoğunlaşıyorsa (ve protestocuların şiddet eylemlerinin cımbızla arandığını da akıl ediyorsak) bu yapılanı net cümlelerle mahkum etmek, eğer ideolojik bir seçimden kaynaklanmıyorsa, biraz da kendi korunaklı hayatlarımız içinden ahkam kesiyor olmakla ilgili. 

Başörtülerinin yakılması ya da parçalanması üzerine de benzer yorumlar söz konusu. Bu eylemlerde bir cadı avının haberciliğini gören de kendi kutsalının hakarete uğradığını düşünerek incinen de var. Bu incinmeleri bir yanım gayet iyi anlıyorken, bir yanım da pek anlamıyor. İran’daki gibi tarihsel kırılma anlarında başörtüsü zulmünden kurtulmak isteyen ve bu kalkışmada kendi eylem repertuarlarını yaratan kadınların başörtülerini yakmak, parçalamak ya da yere atmak gibi eylemlerini “kendi kutsallarına” karşı bir eylem olarak görmek bana kalırsa epeyce riyakar ve empati yoksunu bir yaklaşım. O kadınlar otuz yıldır kendilerine zorla giydirilen, dayatılan ve itiraz ettiklerinde canlarına mal olan bir nesneyle hesaplaşıyor. Başörtüsünü yakıyorlar doğal olarak, kendilerini mi yoksa ayakkabılarını mı yaksınlar? Ne yapsınlar? Onların kimsenin rızayla, severek, huzur duyarak giydiği ve doğal olarak sahiplendiği bir nesneyle meseleleri yok. Mesele kendi hayatlarıyla ilişkili. Kendi canlarının derdindeler.

Okullarda ve kamu kurumlarında başını açmaya zorlanmanın acısını yaşamış, bedel ödemiş kadın kuşakları bunun nasıl isyan ettiren, acı veren ve hak kayıplarına yol açan bir durum olduğunu biliyor. Fakat aynı empatiyi küçücük çocukken bile başları zorla (ve her yerde) örttürülen kadınlarla neden kuramıyor ve bu kadınların isyanını neden anlayamıyorlar? O isyanın yöneldiği eylemleri niçin kendilerine karşı sanıyorlar ki? Bunun ardındaki ayrıcalıklı olma hissiyatını bence iyi düşünmek gerekiyor. 

Geçtiğimiz günlerde bir trans yurttaşın yaptığını gördüğüm ve not ettiğim harika sözle devam edeyim. Şöyle diyordu. “Sizin beğenmediğiniz tavırlarımız canımızı korudu” Müthiş bir cümle…

Bunları yazdım. Zira mütemadiyen karşılaştırmalar yapılıyor ve karşılaştırmalara karşı bir şeyler yazdığımızda karşılaştıranlar değil de bu yazılanlar eleştiriliyor. Son derece acayip bir durum. “Mesele tek tek kurumlarla, kişilerle ilgili değil, devletlerle ilgili” diyen arkadaşlarımız oluyor. Bunu da anlıyorum. Fakat sanki devletlerin, kurumlar (dolayısıyla kurum temsilcileri vasfına sahip kişiler) dışında bir yerde kurulan başka bir mevcudiyeti varmış gibi. Devlet eleştirisi somut politikaları, uygulamaları ve kurumları dışlayan, tümüyle soyut bir anlayışta temellendirilmeliymiş gibi. İran Devleti dediğimizde, sözünü ettiğimiz devletin, bir rejimi ve o rejimi işleten kurumları, “mollalar” gibi insan özneleri var. Onlara hiç değmeden davet edildiğimiz devlet eleştirisi nereden ve hangi külliyattan besleniyor bilmiyorum. Şahsen kendi adıma beslendiğim devlet eleştirisi, devleti en basit ifadesiyle baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlarıyla, diğer bir deyişle kurumları ve kurum temsilcileriyle ve sembolleriyle birlikte düşünen bir eleştiri. Polis gücü gibi, okullar, cezaevleri, kiliseler, mollalar ve medreseler gibi… 

Yaşadığı baskıdan kurtulmak isteyenlerin eylem repertuarı da genellikle bu aygıtlara ve bu temsilcilere yönelen eylemlerden oluşuyor. Olanları eğer istiyorsak elbette bu bağlam dışında düşünebiliriz, duygulanabiliriz vs. Ama bir kez daha mesele bizim duygularımız değil. Bu yaklaşıma her itiraz edeni “laikçi teyze” kategorisinde değerlendirmeye de hiç zorlamamak lazım. O da ayrı bir riyakarlık.

İranlı kadınlar ve erkeklerin “beğenmediğiniz tavırları” seninle benimle ilgili değil kısacası. Canlarını korumakla ilgili. Can bazen canını ortaya koyarak korumayı getiriyor maalesef. Tarihin böyle anları var. Onları kendi dinamikleriyle anlamak şart. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.