Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Terör saldırıları kimin işine yarar?

Her ne kadar bütün tarihsel olayların hemen hemen iki kez yinelendiğini ancak ilkinde trajedi olanın ikincisinde fars haline geldiğine dair vecize çok gerçekçi olsa da içinde yaşadığımız coğrafyada bazı şeyler sürekli bir trajedinin tekrarı olarak gerçekleşiyor. Geçen hafta altı kişinin canını kaybetmesine yol açan terör saldırısı da bizim bu uzun soluklu trajedimizin bir sahnesi olarak tarihe geçti. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki böyle alçak bir bombalama eylemi başka hangilerini hatırlattı dediğimizde vereceğimiz yanıt sayısı neredeyse sınırsız. Terörle mücadele dendiğinde ABD’de 11 Eylül, İngiltere’de metro saldırıları, İspanya’da Madrid tren saldırıları ve Fransa’da Paris (2015) saldırıları akla gelirken; bizim için liste, İngiliz Konsolosluğu’na yapılan saldırıdan (2003) başlar, geçen hafta sonuna kadar onlarca terör eylemi sayabiliriz, yüzlerce kişinin canına mal olmuş ve büyük acılar yaratmış saldırılar… Üstelik toplumsal hafızamızda 1970’lerin “anarşi ortamı” ve daha sonra şahit olduğumuz suikastlar da her zaman tazeyken. Terörle ve şiddetle bu kadar iç içe olan bir toplumda, bu tür şiddet eylemlerinin sonuçlarının ve ruhlarda açılan yaraların nasıl giderileceğinin bilinmesi gerekirken; o noktadan çok uzaktayız.

Terörün temel amacının korku yaratmak olduğunu biliyoruz, korkunun da bize ne yaptığını. Korku temel duygularımızdan biri, herhangi bir tehlikeyle karşılaştığımızda “kaç”, “savaş” ya da “don” tepkilerinden birini veriyoruz. Korkmak, sağ kalmaya, “dikkat ekonomisi” yapıp tehdidin kaynağına odaklanır. Böyle bir durumda riskleri olduğundan daha sık, sonuçlarını olduğundan daha büyük görürüz ve normalde risk olmayan şeyleri de risk olarak algılamaya başlarız. Terör saldırıları gerçekleşme olasılıkları ne kadar düşük olursa olsun sevdiklerimizin ve bizim başımıza gelecekmiş gibi düşünmeye başlarız, o yüzden de örneğin kalabalık mekânlardan kaçınmaya başlar, eve sığınırız. Bir egzoz patlamasıyla bile kendimizi yere atacak kadar ürkekleşiriz; terör de bunu amaçlar zaten, sokakları boşaltmayı. Ayrıca terör, ölümlü olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmemizi sağlar çünkü hedef gözetmez, her an başımıza gelebilir. Ölümlü olma fikriyle birlikte dünyayı daha sabit ve güvenilirmiş gibi sunan değerlerimize ve kültürel normlarımıza sarılırız; ideolojiler ve din güvenli bir liman sunar. Terörle karşılaştığımızda bizimle aynı duyguyu, değerleri ve ideolojileri paylaşmayanlardan uzaklaşır, aramızda bir duvar öreriz, onları ötekileştirmeye hazırlanırız. Korkunun yarattığı belirsizlik ortamında kesinlik yanılgısı yaratan ideolojiler ve liderler daha çekici olur, yanlış bir “bizlik” hissi yaratan kimlikler ön plana çıkar.

Korkunun yarattığı bu ortamda işini bilen liderler ve medya ön plana çıkarlar. Medya her zamanki gibi dünyayı olduğundan daha korkunç olarak resmetmeye devam eder, üstelik ticarileştirerek çoklaştırır, bilmemiz gerekmeyen detaylarla “bizim de başımıza gelebileceği” hissi yaratarak korkuyu kullanır. Üstüne kimden ya da neden korkacağımızı da bazen açık açık, bazen de metin altından inşa eder. Siyasetçiler iktidarlarını pekiştirmek için korkuyu kullanırlar, sadece nedenlerini işine geldiği gibi manipüle etmekle kalmaz, bir de korkuya yol açanı da işaret eder, “günah keçisi” olarak işaretler. Bütün bu şartlar altında sıradan insana daha fazla korkmak ve korkuyu iyiye kullanan siyasetçilerin ipine sarılmak yegâne çare gibi gözükür. Terör saldırıları, sözüm ona siyasetle yapamadıklarını bombalarla başarmayı çalışırken; çoğunlukla tam tersi bir tepkiye yol açarlar. Sonuçta şahinler dövüşürken, güvercinler ölür.

Birden fazla kez terör saldırılarının hedefi olmuş bir ülkede bağışıklığın güçlenmesini beklersiniz değil mi, o kadar da fazla korkmamalarını… Belki korkudan yararlanan siyasetçiler ve medya olmasa, kayıplarımıza üzülmekle birlikte korkumuzu yenmeyi başarabilirdik, İspanyollar’ın ya da başkalarının yaptığı gibi terör saldırılarından sonra siyasi görüş, etnisite, din, cinsiyet ve binlerce farklılığımızı yenip kol kola İstiklal Caddesi’nde, Ankara Garı’nda, Suruç’ta yürümeyi başarabilirdik. Yapmadık, yaptırmadılar.

Hepimizin aklında aynı korkunç soru var, 2015’i bir daha mı yaşayacağız? Sanki zafermişçesine yaşanan bir seçim gecesinden sonraki altı ayın kâbusları, içine düştüğümüz “güvercin tedirginliği” ve sonuçta siyasetin her şeyi kendi bildiği gibi halletmesinden duyulan bezginlik… Sahi, biz 2015’ten ne öğrendik? Hiçbir şey. 

Siyasetin bir duygusal mesele olduğunu kabul edenler için gelecek altı ay pek de umut vermiyor açıkçası. Kazananın bütün masayı topladığı cumhurbaşkanlığı hükümet sistemimiz de sağ olsun; artık ekonominin, dış politikanın, sağlık ve eğitimin seçmen kararı üzerindeki etkisinin olmadığı noktadayız. Zaten karar veren kararını verdi, bir-iki ay içerisinde adayların –aslında Altılı Masa’nın adayının- belli olmasıyla da bir mesaj bombardımanı içerisinde kalacağız. Henüz kime oy vereceğine, hatta sandığa gidip gitmeyeceğine karar vermemiş ufacık bir kesimi hedefleyen seçim kampanyaları, arkasındaki bloğun dağılmadığından emin olmak da isteyecek. İşte bu tür bir gürültünün ortasında akıl ve ruh sağlığını korumayı başaranlardan şüphe etmek gerek. 

Korku iklimi statükoyu ve şahinler güçlendirir; değişimi engeller ve güvercinleri öldürür. Keskin fikirlerin hâkim olduğu bir ortamda makul olmaya çağırmak naif gözükür, bitaraf olan bertaraf olur. Kabilelerin duvarları yükselmişken hem diğerini duymak, anlamak imkansızlaşır hem de diyaloğu savunanları kimse dinlemek istemez. Kolay olan, kendi kabilesinin duvarları arkasından diğerine küfretmek ve yumruk sallamakken, “Dur, bir konuşalım!” fikri kimseye cazip gelmez. 2015’ten hiçbir şey öğrenmemiş değiliz, iki seçim arasında sadece diğeriyle aramızdaki mesafe artmadı, onun haklarını gözleri kapalı gasp edebildiğimiz bir ötekileştirme ortamı da oluştu. Korkunun hâkim olduğu bir ortamda kimsenin hakları güvende olmaz.

Önümüzdeki dönemde korku siyasetteki egemenliğini sürdürecek, bunu biliyoruz. Bu tür bir egemenlik için bombalara da pek ihtiyaç yok, çok aşina olduğumuz “Biz gidersek öcüler gelir!” söylemi de korkuyu besler. Aslında pek de mevcut olmayan tehditleri abartmak, masum insanları günah keçisi yapmak ve sürekli bir yaşamkalım sorunu varmış gibi davranmak; bombalar kadar etkili olabilir. Korku, masaya bir kez düştü mü, ortadan kaldırmak kolay olmaz.

Korkunun karşısına ne koyabiliriz, mesele bu? Korkan kişiye “korkma” denmez, asansörde kalan herkes bunu bilir. Korkunun irrasyonel olduğunu söylemek de kimseye cesaret vermez, ki zaten akıl ve duygular arasında böyle bir hiyerarşinin varlığına inanıyorsak bu işe girişmemekte fayda var. Kendisine “popülist sol” diyen bir akım korkunun karşısına “umut” koyalım dedi, bu görüşü savunanların hepsi muhalefette şimdi ve iktidarda da muhafazakârlar var. Korku o kadar temel bir duygu ki –eh, varoluşumuzu borçluyuz kendisine- onun kadar temel bir duyguyu karşısına koymak mümkün olabilir. Benim adaylarım öfke ve sürekli bir öfke olarak tanımlanan hınç.

Korkunun bize ne yaptığını bildiğimiz gibi, öfkenin de üzerimizdeki etkilerini biliyoruz. Kalp atışımız ve kan basıncımız yükselir, adrenalin salgılanır ve dövüşmeye hazırlanırız. Öfkelendiğimiz zaman riskler gözümüze daha az gözükür, harekete geçmek kolaylaşır. Korku, insanı kafesine kapatırken; öfke en aşılmaz duvarları kırılganlaştırır. Arap Baharı’ndan Gezi’ye; Tayvan’dan İran’a kadar protestoların temelinde öfke olması şaşırtıcı değil, öfke insanı ayağa kaldırır. Öfke duygusu pek sevilmese de –bakınız “Inside Out” filmi- aslında çok önemli bir işlevi bulunur: Öfke, ahlaki bir duygu olarak bilinir, adaletsizlikle karşılaştığımızda öfkeleniriz. Öfke, haysiyet ve adalet gibi olgularla doğrudan ilişkili, hem de sadece kimin pastadan ne kadar pay aldığına odaklanan bölüşümsel adalet ile değil; süreçlerin nasıl işlediğine bakan süreç adaletiyle… İnsanların statükoya sarıldıkları korku ortamında, aslında buna maruz kalmanın nasıl bir büyük adaletsizlik olduğunu gösteren öfke, iyi bir alternatif olabilir.

Olumsuz bir duyguya, olumsuz başka bir duyguyla yanıt vermek “ahlaklı” bir davranış gibi gözükmeyebilir, malum tokat yediğinde öteki yanağını çevirmeyi vazeden bir kültürle iç içe büyüdük. Duygulara akla davet yoluyla yanıt vermek de insanı soylu hissettirir, o da doğru… Ama seçimlerin duygular olmadan kazanılamayacağının farkındaysanız; insanlar arasında bir hiyerarşi olmadığı gibi, duygular arasında da olmadığını kabul etmeniz gerekir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.