Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Bir Madlen keki olarak siyaset…

Zihnin dalgalarında sörf yapmayı seven Fransız yazar Marcel Proust, “Kayıp Zamanın İzinde” adlı destansı eserinin bir yerinde “madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden” yer. Kek parçası -çayın içine atılmış olmasını pek onaylamasam da- onu çocukluğuna götürürken, bizi de yedi ciltlik bir yolculuğa çıkarır. Zihinbilim literatüründe “Proust Etkisi” olarak yer alan bu etki, bir koku ya da tat ile çocukluğumuza dair hatıralar çağlayanına düşmemizi tasvir eder, hayli sıkça başımıza gelen bir şey.

Fransız yazar Marcel Proust (1871-1922)

Madlen kekinin ya da herhangi bir kekin bize düşündürdüklerini sadece kayıp zamanda çıkılacak yolculuklarla sınırlamamak lazım. Bir kek kendince ikilemler sunabilir: Tattığınızda içinde neler olduğunu iyi kötü tahmin edebilirsiniz de sadece tadarak tarifini tahmin etmeniz pek kolay değil. Ortalama bir kekin nasıl yapılacağını biliyorsanız, tatmış olduğunuz kekin tarifine yönelik birtakım tahmin ve spekülasyonlar yapabilirsiniz ancak bu işin büyük ustalarından değilseniz mutfağa girip aynı keki yapmanız pek mümkün olmaz. Kek tarifleri neredeyse standart olsa da usta-acemi her aşçının kendisine özgü trükleri, birkaç numarası ve bir dizi de hilesi bulunduğundan; pişen kek, sizin yorumunuz olur; aslıyla da benzerliği hayli tartışılır.

Seçim sath-ı mailine girdiğimiz bugünlerde de siyasi aktörlerin birbiri ardına dizilen hamlelerini anlamaya çalışanlar bir kek ikilemiyle karşı karşıyalar. Siyaset, keşke oyuncuların karşılıklı hamlelerine dayanan bir satranç maçı olsaydı, kastı ya da niyeti bilmesek de oyunun sonlu olasılıkları arasında yapabileceğimiz tahmin sayısı sınırlı olurdu. Oysa şimdi yaptığımız, keki yemek ve tarifini tahmin etmeye çalışmaktan ileriye gitmiyor. İktidara gelmek arzusu taşıdıklarını varsaydığımız aktörlerin hamlelerinin seçmen gönlü kazanmak olduğunu düşünebiliriz. Bazı hamleler de çok bildik; gökyüzünden helikopterle para dağıtır gibi bir bonkörlük ile karşılaştığımızda seçmenin cüzdanına hitap edildiğini anlayabiliriz herhalde, siyasetin tarihini bilmek bu işe yarar zaten. Öte yandan bazı anlarda da niyeti tahmin edebiliriz de o adım ile niyet arasındaki ilişkiyi “okumak”, kişinin kendi niyetine bağlı bir yorumdan ileriye gitmez. Her yorum eşit derecede kişisel, doğru ya da yanlış olabilir.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 3 Aralık’ta yapmış olduğu “İkinci Yüzyıl Vizyonu” toplantısı da tattığımız, ağız tadımız ya da aşçı hakkındaki fikrimize bağlı olarak beğendiğimiz/beğenmediğimiz bir kek parçası olarak da görülebilir. İçeriği üzerine çok tartışıldı, konuşuldu ve çizildi; meraklısı parti internet sitesindeki metinlerden ya da Youtube’daki videolardan etkinliğe doğrudan şahitlik edebilir. Bunu yorucu bulanlarsa mebzul sayıdaki yorumcunun her türlü görüşüne de kolaylıkla ulaşabilir ancak bir an “Aynı etkinliği mi seyretmiş bunlar?” şaşkınlığına kapılacağını şimdiden bilse iyi olur. 

Siyasetçilerin söylemlerinin en fazla sabun köpüğü balonlar kadar kalıcı olduğuna inanan pesimistlerdenseniz, söylenenden çok söylenme biçimine odaklanmayı tercih edebilirsiniz. Popülizmi ve popülist liderleri anlamaya harcanan bir çeyrek yüzyıl, siyasetin her türlüsünün bir tür kurgu ve performans olduğunu öğrettiğinden, performansın şifrelerini anlamaya çalışmak da cazip gelebilir. Sahne sahibinin bu gösteriyle neyi, nasıl amaçladığı ve daha önemlisi amaç seçmenin kalbini kazanmaksa, izleyenin ne anladığı da üstüne düşünülmeye değer şeyler arasında. 

Seçmenin her şeyi bilip anlayan ve her türlü bilgi kırıntısını kanaat terazisinde tartıp oy verme eğilimine dönüştüren bir hesap makinesi canavarı olmadığını hatırlamakla başlayalım. 3 Aralık’ta kulak verdiğimiz görüşler kendi içerisinde tutarlı, mantıklı ve görüş sahiplerinin niteliğinden dolayı da kaliteli olarak tanımlanabilir. Tanımlanabilir de ekonomi konusunda okuryazarlığı kıt olan çoğunluğumuz için kendi fani yaşamlarımızda ne anlam ifade eder, tartışılır. Toplantı sonrasında gözlemlediğimiz iktisatçılar arası tartışmalar, onların bile aynı şeyi anlamadıklarını açıkça ortaya koyuyor, bilimsellik iddiasını fazlasıyla kuvvetle öne süren iktisat disiplini için biraz hayal kırıklığı uyandıran bir durum olduğunu da söylemek gerek.

Toplantının amacı, sahip olunan vizyonun satır satır vatandaşa iletilip aklının ve oyunun kazanılması değilse, ne olabilir peki? Akli melekeleri sınırlı, havsalası kıt ve kafasının içi Eminönü Meydanı kadar kalabalık ve gürültülü sıradan bir seçmensek; üstüne üstlük bilginin her kanaldan sağanak gibi yağdığı bir dönemde yaşıyorsak performanstan aklımızda kalan kabaca bir izlenim olabilir. Bu izlenimin herkesin kendi önyargıları, ideolojik tercihleri ve kimlikleri filtresinden de geçeceğini de akılda tutmamız gerek; hatırlanan yaşananın bayağı kaba bir karikatüründen ileriye gitmez. Zarafetle tasarlanmış bir etkinlik, hafızamızdaki resimde kaba bir fırça darbesine dönüşebilir. Çelişki gibi gözükse de sanatçının ustalığı o kaba fırça darbesinin bıraktığı izde görülebilir.

Önümüze düşmedi, birileri bir yerlerde toplantının etkisini anlamak için bir dizi saha çalışması yürütüyor olabilir. Etkiyi anlamak için anketlerin sınırlı seçeneklerle döşenmiş köşeli duvarlarından çok, zihnin akışına şahitlik edilebilecek daha yaratıcı yöntemlere başvurmak keyifli olurdu. Çok meraklısı basit termometrelerden, FMRI ya da EEG gibi aşırı teknolojik yöntemlere kadar uzanan bir yelpazeden alet seçebilir; daha konvansiyonel takılanlar için derinlemesine görüşmeler, odak gruplar ya da etnografik çalışmalara girişilebilir. Sosyal medya bütün gürültüsüne rağmen idare eder bir veri kaynağı oluşturabilir. Ancak araç ne olursa olsun, sorulması gereken araştırma sorusu çok fark etmez: Cumartesi gününden kimin aklında ne kaldı?

Bilmememiz, spekülasyon yapmamıza engel olmaz. Eğer mutfaktaki aşçı ben olsaydım, bırakmak istediğim iz “yönetebilirlik” algısı olurdu. Çünkü farklı coğrafyalardan seçmen davranışı hakkında öğrendiğimiz en önemli şey, oy vermenin bir önceki adımında “yönetebilir” bulmanın yer aldığı. Eğer bir seçmen, adaylar arasından bir tanesini diğerlerine göre daha “yönetebilir” buluyorsa, o adaya oy verme olasılığı daha fazla, üstelik apartman yönetimi seçimlerinde bile öyle. Bu algı diğer bütün algılar gibi kirli, flu, önyargılara kurban ve hayli de duygusal… Adayın şivesinden kılık kıyafetine, özel hayatından futbol takım tercihine kadar birçok “irrasyonel” faktör de bu algıyı etkiliyor. Ancak kümülatif bir algı diyelim, özgeçmişteki başarılar ya da sahip olunan diplomalar da bazılarının daha “yönetebilir” olduğunu düşündürtüyor. Adayın hangi partiden olduğu, parti şefinden aldığı takdir ve muteberlerin gözünde itibarı da göz ardı edilmemesi gereken etkenler. Neticede, biraz kaba saba olsa da bu gürültülü ve karmaşık dünyada tutunulabilecek bir dal.

3 Aralık “İkinci Yüzyıl Vizyonu” toplantısından sonra CHP’nin ya da liderinin bu ülkeyi “yönetebilir” olup olmadığı konusundaki düşünceler ne yönde değişti acaba? Herkeste değişim yaratması beklenmemeli, önyargılarından ya da siyasi tercihlerinden dolayı bu etkinliği yok saymış kişiler var olabilir, hatta bazılarında “geri tepmiş”, olumsuz algıları pekiştirmiş olabilir. Mutedillerin, kararsızların ya da sadık seçmenlerin gözünde ne olmuş, bunu bilmek daha ilginç olurdu. Hatta, o gün sıkça değinilen birtakım demografik grupların -kadınlar, gençler, yoksullar- ve hiç değinilmeyen başka kimliklerin reaksiyonunu bilmek de çok kıymetli bir bilgi olurdu mesela. Ve o günkü tarifte kullanılan malzemeler arasından hangisinin keke esas tadını verdiği de iyi bir merak konusu, Rifkin’in “antroposen” tartışmaları taama bir tık fazla mı geldi acaba?

Bu soruların yanıtları bizde yok, hatta sorulup sorulmadığını da bilmiyoruz. Kekten bir parça ısırdık, aşçının kullandığı tarifi anlamaya çalışıyoruz. Tabii ki bu çabada da en büyük varsayımımız aşçının “rasyonel” olduğu, yani ne yaptığını bildiği. Yoksa aşçının aklına eseni doğaçlama kaseye döküp kafasına göre bir süreyle pişirdiği bir rastsal tarifle karşı karşıyaysak, işimiz hayli zor…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.