Neden bir aradayız? Ya da neden hala burada, bir arada bulunmak için ısrarcıyız? Bazılarımız için “coğrafya kader” ya da “el mecbur”; özellikle yeni nesli bıraksak gidecekler, o kesin. Yine kalsak da gitsek de birileriyle bir arada bulunmak için zımni bir sözleşme imzalamış oluruz; anarşistlerin ütopyalarında olduğu gibi herkesin “kafasına” göre takıldığı bir coğrafya mümkün değil. İçinde yaşadığımız sınırduvarlar çağında, pasaport-vize derken başka bir yerde bulunmayı düşlemek zor; her yılbaşı artan pasaport harçlarını ve uzayan vize kuyruklarını dert edenler için zaten gitmek imkansız. Ama birçok ülke vatandaşı vizesiz seyahat edebiliyor, örneğin Avrupa’da Schengen diye bir şey var, kimse size “Neredensin, kimlerdensin” diye sormuyor, insanlar istedikleri yere gidebiliyorlar. Müteveffa yazar Stefan Zweig, yirminci yüzyılın başında pasaport icat edildiğinde “şoke” olmuş, eskiden kimlikle giderlermiş her yere, devletten izin alma fikrini hiç sevmemiş. Yani bizim alıştığımız sınırduvarlar günümüzün icadı, çok da eski değil. Böyleyken bile insanlar yerlerinde kalmışlar, bir arada durmuşlar.
Sadece ulus-devlet sınırlarıyla düşünmeyelim. Bir şehirde, bir mahallede ya da bir apartmanda bile bulunmaya ısrar etmek iyi-kötü insanın kendi iradesi. ABD’de çok geçerli “Ayakla Oy Verme”/”Voting by Foot” adlı bir kuram var, yaşadığınız şehrin ya da eyaletin yönetimini beğenmiyorsanız, çekip gidiyorsunuz. Kendi kafanıza uygun bir şehir bulunur elbet diyorsunuz, her ne kadar bazı şairler “Sen ki tükettin kendini bu şehirde, tükettin demektir her yerde de…” deseler de. Gitmenin de bir yapabilirlik olduğu doğru ama kalmak da öyle. Göçler çağı bize kalabilmenin de olanaksız olduğu yer ve zamanlar bulunduğunu defalarca gösterdi.
“Bizi –her kimsek- bir arada tutan şey nedir?” sorusunu ilk defa sormuyoruz tabii ki. Sözleşme filozofları denilen, siyaset bilimciler arasında çok tanınan bir dizi filozof bunu neredeyse beş yüz yıl önce sormuşlar. “İnsan insanın kurdudur” diyen Hobbes için yanıt basit. Bıraksalar herkes diğerini öldüreceğinden, insanları en az zararla bir arada tutabilmek için siyasi bir gücü, Leviathan adını taşıyan her şeye muktedir devleti kurmak gerekmiş. O devlet bizim sağ kalmamızı sağlarken, biz de onun kurallarına uymakla mükellefiz. Herkes Hobbes kadar karamsar değil, kendi irademizle, iyi niyetle bir arada bulunduğumuzu söyleyen Locke gibi filozoflar da var. Locke, doğada tam bir özgürlük içerisinde yaşayan insanların daha iyi bir yaşam için bir araya gelip sözleşme imzaladıklarını söyler, bu sözleşme sonucunda iktidara gelen kralsa –siz devlet diye okuyun-, haddini bilmekle mükelleftir. Bu kategoride yer alan üçüncü filozof ise Rousseau. “İnsanın özgür doğduğunu ama her yerde zincire vurulmuş olduğunu” söyleyen Rousseau’ya göre kendi aklımızla ve “Genel İrade” ile oluşturduğumuz yasalara boyun eğeriz, yoksa devlet icabımıza bakar.
Bu üç filozofun fikirleri sadece modern devlet anlayışımızın temellerini oluşturmakla kalmıyor, içinde yaşadığımız düzene de biçim veriyor. Hobbes’un tarif ettiği düzenin kapitalizmin yeşermesi için iyi bir ortam sunduğunu düşünenler var, “Piyasa ekonomisi Leviathan olmazsa, olmazdı” diyorlar. Locke’un derdinin İngiltere’deki iç savaşlar sırasında aklına esen monarkın herkese din değiştirip kelle almasından kurtulmak olduğu öne sürülüyor. Rousseau’nun yazılarının Fransız Devrimi’ne esin verdiği ve yetkiyi kral ve aristokratlardan alıp halka devretme fikrinin günümüz popülistlerine araç olduğu da iddia ediliyor. Yine de verdikleri yanıtlardan alabileceğimiz bir ders var; (hala) bir yerdeysek, bir şekilde birileriyle bir sözleşmemiz var demek. Bu diğer vatandaşlar, devlet ya da apartman sakinleri olabilir, yazıya da dökülmemiştir belki, ama vardır, o sözleşmeye uymamız beklenir.
Aydınlanma dediğimiz dönem devlet ile yurttaşlar arasındaki zımni sözleşmenin yazıya dökülmesi çabasına da sahne olur. Amerikan kolonilerinin bağımsızlıklarını ilan ettikleri bildirgede Jefferson neredeyse sözleşme filozoflarından birebir kopya çeker: “(b)ütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükûmetler kurulmuştur”. Aslında insan derken “beyaz erkekleri” kasteder köle sahibi Jefferson ama bu iddiasının haklılığına gölge düşürmez. Çaya vergi salan Kral George’a haddini bildirirken, dünyanın ilk demokrasisin sınırlı da olsa temellerini atmış olur.
Bundan çok kısa bir süre sonra, Fransa’da kralı alaşağı etmeden hemen önce ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi de şöyle başlar: “İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğar ve yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanabilir. Her bir politik birleşmenin amacı; doğal ve dokunulamaz insan haklarını korumaktır. Bunlar; özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, güvenlik hakkı ve baskıya karşı direnme hakkıdır”. İktidarı kraldan alıp halka verme iddiasını taşıyan Fransız Devrimi’nin önce herkesin giyotine gitme tehdidiyle karşı karşıya kaldığı Terör Dönemi, daha sonra da Napoleon İmparatorluğu tarafından takip edilmesi bile cinin şişeden çıkmasına engel olmaz. Daha sonra gelecek krallar bile Fransa Kralı değil, Fransızlar’ın Kralı sıfatı taşırlar.
Bütün bunlar sadece Batı’da yaşanmaz. Batı’yla komşu olup onunla aşık atmaya çalışan kadim imparatorluklar dahi düzenin artık sürdürülemeyeceğini idrak eder ve bazı reformlar yapmaya çalışırlar, yoksa devrimin geleceğini bilirler. Batılılaşma sevdasındaki Rusya, Kırım Savaşı’nda boyunun ölçüsünün almasıyla birlikte çağdaş bir devlet inşa etmeye girişir, Çar II. Alexander’ın yaptığı ilk şeylerden biri de köylüleri serflikten, yani kölelikten kurtaracak bir vatandaşlık reformu olur. Reform yetmeyince de devrimin geldiğini de bu örnekten öğrenmiş oluruz. Ülkemiz topraklarında da benzer girişimler yok değil. 1839 tarihli Tanzimat Fermanı tebaanın yargılanma ve mülkiyet hakkını tanırken, 1856’da okunan Islahat Fermanı herkese inanç ve ibadet özgürlüğü vermesi ve gayrimüslimlerin de haklarını vermeye çalışması nedeniyle Osmanlı vatandaşlığını hedefleyen bir tür sözleşme olarak kabul edilir. Ancak bu girişimler ne gayrimüslimleri, ne de Genç Osmanlı ve Jön Türkleri kesmez; imparatorluk dağılma sürecine girmiştir bile.
Günümüzde bireyin bireyle ve devlet ile sözleşmelerinin bir dizi bildirgeyle somutlaştığını görüyoruz. 1948’te imzalanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, devletlerin vatandaşlarına karşı yükümlülüklerini belirler, onların özgürlüklerini ve haklarını korumak bir evrensel ödev haline dönüşür. İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme (1950), Çocuk Hakları Bildirgesi (1959), Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (1979) ve İstanbul Sözleşmesi (2011), Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi (2000) bu konudaki yasal çerçeveyi oluşturan bir dizi sözleşme olarak bilinir. Öte yandan, “hak” anlayışımızın sadece insan merkezli bakış açısını kırmaya teşebbüs eden Hayvan Hakları Bildirgesi (2011), Diğer Türlerin Hakları Evrensel Şartı (2000) ve en önemlisi sağlıklı bir çevrede yaşamayı bir hak olarak kabul eden Kyoto Protokolü (2005) içinde yaşadığımız dünyanın tek sahibi olmadığımızı bize hatırlatan, diğerleriyle imzaladığımız bir tür sözleşme niteliği taşır.
Sadece uluslararası antlaşmalar değil, ülkelerin yönetimine biçim veren anayasalar da birer toplumsal sözleşme sayılabilir. Her ne kadar bizim yürürlükteki anayasamız daha çok “insanların hakları vardır, ama…” diye devam eden bir dizi kısıtlama metni gibi gözükse de, çocuk sadece anası ve ailesiyle anılsa da (Madde 41), kadınlar da erkekler kadar hak sahibidir dense de (Madde 10), çevreyi korumak vatandaşlara ve devlete ödev olarak yazılmış olsa da (Madde 56) ve “hayvan hakları” ya da “cinsiyet kimliği” lafları anayasanın hiç bir yerinde geçmese de; iyi-kötü bir sözleşme olarak yaşamımıza biçim veriyor. Uluslararası antlaşmaların “kanun hükmü taşıdığı” ve özellikle de “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmaların” kanunlardan daha üstün olduğu madde 90’da tanınmış olsa da İstanbul Sözleşmesi’nden tek imza ile çekilmiş olmamız bu hakların da ne kadar kırılgan bir biçimde verildiğini gösteriyor bize.
“Daha oralara gelmedik, bunlar ileri meseleler” diyorsanız, haklısınız. Elimizdeki anayasa vatandaşın eşit derecede siyasal katılımını bile garanti etmekten uzakken; taşın, toprağın ya da gelecek nesillerin haklarını koruyacak bir sözleşme hayal etmek biraz fazla olabilir. Cumhuriyetimizi yeniden inşa etmek iddiası taşıyan muhalefetin hayal gücünün ise “Cumhurbaşkanını halk seçsin ama parlamento da güçlü olsun!” düzenlemelerinden ileri gittiğine dair bir ipucu yok elimizde. Önerilen anayasa değişikliğiyse özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü gibi siyasal özgürlüklere sahip çıkarken, çevre ve hayvan haklarıyla ilgili de devlete ödevlerini hatırlatan bir madde eklemekten fazlasını içermiyor, o da bir ilerleme sayılır elbette.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Oysa önümüzdeki dönem yeni bir toplumsal sözleşmeyi hayal etmek için bir fırsat olabilirdi. Sadece bu coğrafyayla ve zaman dilimiyle değil; bütün küreyi ve geleceği de kapsayacak, her varlığa saygı göstermekle kalmayacak, en zayıfın da haklarını kullanabilir hale gelmesini sağlayacak örnek bir metne imza atabilirdik. Hem ülkemiz, hem de küremiz bu metni oluşturabilecek fikri altyapıya sahip ancak zihniyetimiz böyle bir atılıma hazır mı, o başka.