Emre Erdoğan yazdı: At yarışı siyaseti ve haberciliği

Mayıs ortasında olmasını beklediğimiz seçim tarihi yaklaştıkça ülkemizin asabiyetinde de bir artış gözüküyor, daha sabırsız ve huzursuz bir ruh haline bürünüyoruz. Sabır, gelecekteki daha iyi bir bize ulaşabilmek için zamanın geçmesine katlanmaksa; sabırsızlık da bırakın ayların, dakikaların bile geçmemesinden kaynaklanabilir. Ne de olsa zaman bir algı meselesi, değil mi?

2023 seçimleri sonrasında daha iyi bir biz hayal etmemiz için sayısız sebep var, siyasi görüşümüzden neredeyse bağımsız olarak. Tek başına seçimlerin yapılması bile yeterli, seçimlerin “reset” işlevi var, her seçim sonrasında sanki beyaz bir sayfa açılmış gibi geliyor, yeniden başlama cesareti veriyor. Enflasyon, döviz, işsizlik ne olursa olsun; seçime yaklaştıkça tüketici iyimserliği artıyor, sonrasında da kısa bir süre olsa da devam ediyor. Seçimin belirsizliği sona erdirme olasılığı, bizi daha iyimser kılıyor. Seçimi kazanan taraftaysanız şenlik seçimden sonra da devam ediyor; seçim kaybetmenin acısı biraz daha fazla tabii. Sıradan bir vatandaşın desteklediği partinin seçim kaybetmesinin acısını bir-iki hafta içerisinde atlattığını gösteren çalışmalar var, insanoğlu her türlü olumsuz koşula uyum sağlayabiliyor. Koltuğunu kaybedenler için herhalde bu süre daha uzundur, bir siyasi liderimiz kaybettikten sonra gidip uyuduğunu, ertesi sabah da yeniden başladığını söylerdi. Siyasetçilerin, özellikle de o siyasetçimizin dayanıklılığı biraz daha fazla muhtemelen.

Bizim gibi kutuplaşmış bir ülkede, kazananın her şeyi alıp kimseyle bir şey paylaşmadığı bir siyasi sistem ve kültür içerisinde yaşıyorsanız; renkler biraz daha soluk, kontrastlar daha fazla oluyor. Herkes biliyor ki bir kişinin koltuğunu koruyup korumaması milyonları doğrudan etkileyecek. Keşke hükümette kimin olduğunun fark etmediği kuzey ülkelerinden birinde yaşasaydık ama ne yazık ki coğrafya kader. Akdeniz iklimi yazların sıcak ve kurak olmasının yanı sıra, siyasetin de biraz gladyatör dövüşü usulü yapılmasına yol açıyor, neredeyse her şeyinizi koyarak çıkıyorsunuz seçim arenasına. O zaman da duygusal salınımlar haliyle daha fazla oluyor.

Olası seçim sonucunun etkisi bu kadar fazla olunca da sabırsızlık da daha fazla. “O gün bir an önce gelsin” diye ekran başından ayrılmıyor, 7/24 siyasi yorum dinleyebiliyoruz. Siyasetin magazinleşmesinin de etkisini yok saymamak gerek. Çok uzun zamandır siyaset bir tür at yarışı olarak sunuluyor. Geleneksel ve sosyal medyanın en büyük ilgisi “kim önde” ya da “kim kazanacak” türü sorulara yönelik. Veliefendi’de yarış seyreder gibi birinin diğerine önüne geçmesini bekliyoruz, bir saatten sonra kime kaç lira yatırdığımızın önemi kalmıyor, adrenalin iyi geliyor. 

Batı’da “At Yarışı Haberciliği” denen bir vaka var, insanları heyecanlandırmasının iyi bir şey olduğunda hem fikirler ancak sayısız zararından da bahsediyorlar. Öncelikle haberlerin odağı kimin kazanacağı olunca, ülkenin temel sorunları üzerine tartışmalar azalıyor, seçmenler sandığa kimin ne dediğini bilmeden gidiyorlar. Anket sonuçları falcılık gibi kullanılıyor, niteliklerini kimse sorgulamıyor ve ortamı bulandırmak isteyenlerin işini kolaylaştırıyorlar. En heyecanlı anda ortaya atılacak bir anket sonucu çarşıyı iyice karıştırabiliyor. Uzun vadede hem medyaya hem de siyasetçilere güveni sarstığı da söyleniyor; uçuculuğun yan etkisi. Başka olumsuz sonuçlarını da bulmuşlar, azınlıkları, kadınları ve küçük partileri görünmez kılıyor. Kaybetmenin acısını ve kazanmanın zevkini de arttırdığını söylememe gerek yok herhalde.

“At Yarışı” haberciliğinin hoşlanmadığı şey de hareketsizlik ve sessizlik. Meraklısı hatırlar, Trump ve Biden arasındaki ilk tartışma kavga-dövüş geçince ikincisini de fazla sessiz bulmuşlardı, pek de fazla kişi de seyretmemişti zaten. Partiler arası diyaloğa katkısını hiç görmedik ama bizim partilerimizin Salı günleri yaptıkları grup toplantılarının ortalığı hareketlendirdiğini, akla gelmeyecek hakaretlerin ortalığa savrulduğunu görüyoruz. O kadar ki, Meclis’te grubu olmayan parti liderleri bile o gün toplanıp birilerine bağırıyorlar. Bu kavga-gürültü eğer sabrınız varsa akşam haber kanallarında da devam ediyor. Eskiden en azından muhalefeti ve iktidarı temsil edenler birbirlerine bağırıyorlardı, kutuplaşmanın sonucu olarak tartışma programlarına eküri olarak çıkan tartışmacılar var; konu değişiyor ama ekip hep aynı. Sosyal medya odalarını, Facebook sayfalarını ve mekanlarını düşünün; heyecanı yüksek tutmak için yeterli ortamımız var.

Soru, malzeme var mı? Önümüzdeki seçim şimdiden öyle bir hal aldı ki ülkenin sorunlarının ve çözüm önerilerinin neredeyse hiç önemi kalmadı. Elbette ki partiler seçime doğru manifestolar hazırlayacak kendince önemli buldukları sorunlara çözümlerini sunacaklar. Bazıları akıl almaz projeler geliştirip bunları reklam kampanyalarında paylaşacaklar, şehir şehir dolaşıp anlatacaklar. Ama kimsenin aklında kalmayacak. Çünkü önemli sayıda seçmen bu vaatlerin retorikten ibaret olduğunu, siyasetçilerin sözlerini tutmaya pek de eğilimli olmadıklarını zaten biliyor. Siyasetçilerin sözlerini tutup tutmadıklarını takip eden uzmanlar “Her üç sözünden birini tutarsa şanslısınız” diyorlar. Bu yüzden de manifestolar, projeler ve vaatlerin teker teker anlamı yok, sadece büyük “anlatıya” ne kadar katkısı varsa, onu ne kadar pekiştiriyorsa o kadar hatırlanıyor.

Seçim yaklaşırken, anlaşılır sebeplerden sabırsızlığımız ve huzursuzluğumuz artarken, siyasetin magazinleştiği ve At Yarışı Haberciliği’nin yaygınlaştığı bir dönemde; kimsenin ötekinin sesini duymadığı bir Fanuslar Diyarı’nda yaşarken; nasıl akıl sağlığımızı koruyup sağlıklı bir şekilde oy kullanabileceğiz? “Sakin ol, sinirlerine hâkim ol!” demenin faydası yok, hepimiz laboratuvarda adrenalin bağımlısı olmuş deney fareleri gibi pedala bastıkça basıyoruz, yeter ki hareket olsun. Zaten bu ortamda sakin kalabilmeyi başarabilenin ruh sağlığından şüphe etmeli… Belki de pandeminin yan etkisi, salgında o kadar çok izole olduk ki durmaktan korkar hale geldik, heyecan arıyoruz.

Uzun vadeli zararlarını bir kenara bırakalım, kısa vadede de bu kadar heyecana muhtaç olmanın yarattığı ve yaratabileceği hasarlar var. Ülkenin en az yarısının “Altılı Masa’nın adayı kim olmalı/kim olacak?” sorusunun yanıtını bir an önce duymayı istemesinin en önemli sebeplerinden biri bu heyecan bağımlılığı. Bir an önce o belirsizlik sona ersin, kızacaksak kızalım ama yarış başlasın. Karagöz -Hacivat atışması gibi mitinglerden, televizyon programlarından ve sosyal medya mesajlarından kendimize bir temaşa çıkartalım, sıkıcı hayatımıza renk katalım diyoruz. Doğal olarak adayın açıklanması geciktikçe de sabırsızlanıyor, huysuzlanıyor ve hatta öfkeleniyoruz.

Adayın açıklanma zamanını geç ya da erken bulmak için sayısınız neden bulabiliriz, her iki görüşü savunanlar da haklılar. “Hemen açıklansın” diyenler bir an önce kampanyayı başlatmak, sokağa çıkmak istiyorlar. “Son anda açıklayalım” diyenlerse erken yola çıkanın daha fazla yıpranacağı kanısındalar, haksız da değiller. Bazıları -ki ben de onlardan biriyim- “Adaya bakar” görüşündeler, eğer aday kendiliğinden bir rüzgar estirecek nitelikteyse yola düzülmekte fayda var; yoksa eldeki sınırlı kaynakları şimdiden tüketmenin anlamı yok diyorlar. Açıklanacak adayın kendi istediği, arzuladığı ya da doğru olduğunu düşündüğü kişiden farklı olması fikrinden ürkenler var, onların da belirsizliği giderme isteği anlaşılabilir. Ancak şöyle ya da böyle, Altılı Masa -eğer dağılmazsa- seçim başladığında bir ya da birden fazla aday ile seçime gidecek, adaysızlık diye bir şey söz konusu değil.

İşte o aday açıklandığında kaç kişi fikrini değiştirecek? “Ben bu adayı beğenmedim, hop, Cumhur İttifakı’na oy basayım” diyecek seçmen sayısı ne kadar ki? Hep şikayetçi olduğumuz kutuplaşmanın bizi getirdiği hal bu, kimsenin kendi kabilesinden kopup diğer kabileye katılacak hali yok. Bu kadar zamandır içinde bulunduğumuz gündelik referandumlar, kabilemize yaptığımız duygusal yatırımlar ve mahalle baskısı buna olanak vermez. Sırf adayı beğenmedi diye diğer kabileye geçmek, başka bir gezegende yaşamayı denemek demek, nefes alıp alamayacağınızı bilmiyorken bir de.

“Negatif oy verme” diyoruz, insanlar bir adaya birinci tercihi olduğu için değil, diğerini sevmediği için oy veriyorlar. Önümüzdeki seçimlerde seçmenlerin yarısına yakını ilk tercihlerine değil, ehven-i şer bulduklarına, sırf “O gitsin” ya da “Diğeri gelmesin” diye oy verecekler. Bu gerçeği şimdiden kabul etmekte yarar var, seçmene “tıpış tıpış” yolları şimdiden gözüktü bile. 

O zaman tersten düşünelim: Eğer eninde sonunda insanların önemli bir kısmı adayın kim olduğundan ve ne zaman açıklandığından neredeyse bağımsız olarak aynı oyu vereceklerse, bu kadar kavga kıyamet neden? Adayın kim olduğu ve ne zaman açıklandığının önemi ne? Medya ve siyasi yorumculara yanan ateşe odun taşımaya devam edecekler çünkü işleri bu. Peki, bizim de ateşi harlı tutmaktan elimize ne geçecek ki? Biraz daha asabiyet, biraz daha öfke, biraz daha huzursuzluk. Aslında ne büyük şaka olurdu biliyor musunuz? Adayın kim olduğunu umursamayıp Voltaire’in de dediği gibi “güllerimizi yetiştirmeye devam etsek.” Belki o zaman at yarışının sahte heyecanından sıyrılır, kendimize döner ve aklımıza bile gelmeyen şu soruyu sorarız: Gelecekte daha iyi bir biz olacaksa, nasıl insanlar olmalıyız?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.