Öner Günçavdı yazdı: Deprem gerçeği ve toplumun barınma ihtiyacı

Bu yıl Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı. Yani yüzyıllık bir kalkınma pratiğinin muhasebesini yapacağımız bir yıl. Sembolik değeri son derecede yüksek olan böyle bir yılın hemen başında yüzyılın en büyük felaketi ile karşı karşıya kaldık. Birbiri ardına yaşanan iki büyük deprem, 6 Şubat’ta Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni vurdu. Hatay, Kahramanmaraş, Adıyaman, Osmaniye, Kilis, Gaziantep, Malatya, Şanlıurfa ve Diyarbakır illerini kapsayan bir bölge depremin etkisiyle yerle bir oldu. Deprem, Suriye’de de etkili oldu ama kendi acımızdan oralara bakacak halimiz kalmadı.

Büyük Marmara Depremi’nin üzerinden 24 yıl geçtikten sonra gelen bu deprem, aslında bu konuda hâlâ hazırlıksız olduğumuzu bize tüm çıplaklığıyla gösterdi. Yardımların koordinasyonundan tutun da, arama kurtarmaya kadar birçok konuda başarısız olduk. Ama çok daha önemlisi, o günlerde çok daha sıkı bir birlik sergileyen toplum bu felaket sonrasında siyasi kutuplaşmanın etkisi altında yine ayrıştı.

Bu ayrışmanın kaynağı daha çok iktidarın siyaset yapma şekli. Krizin aleyhlerine sonuç üretmesinden duyulan korku ve panik. Elbette mümkündür böyle bir sonucun çıkması. Ama bu kadar kaybedilen hayat varken, bu kadar çekilen acıdan sonra değer mi? Bu sorunun cevabını bugün vermek kolay değil. Ama emin olun gelecekte değip değmediği anlaşılacaktır.

Acılarımız kabuk bağlamaya başlayınca yine tartışmaya ve sorumlu aramaya başlayacağız. Önce her zaman olduğu gibi müteahhitlerden başlayacağız. Sonra onların kalitesiz inşa ettikleri binalara ruhsat veren yerel yöneticiler suçlanacak. Tüm bunların ardından da, her zaman olduğu gibi iktidardaki siyasi iradeye kesilecek tüm fatura.  Sonra yargılama süreçleri başlayacak. Muhtemelen bir iki usulsüz inşaat ve/veya imar izni numune olarak karşımıza konulacak. Onlar da ceza aldıktan sonra kamu vicdanı rahata erdirilecek. Olay olmuş, suçlulardan biri bulunmuş ve cezası verilmiş olacak.

Sonra? Aynı tas aynı hamam… Bir sonraki felakete kadar bildiğini okuyacak siyasiler ve tabii toplum. Ne değişecek? Bence hiçbir şey… Her şey aynen devam edecek.

Peki neden? Çünkü bu tarz krizlerden sonra sorunun asıl sebebini görüp, yeterince tartışamadığımız için. Soruna farklı açıdan bakınca çözüm için geliştirdiğiniz yöntem de eskisine devam oluyor neticede.

Birbiri ardına yaşadığımız depremler ve doğal afetler neticesinde yaşadığımız insanlık dramlarının hepsi insanlarımızın “barınma” ihtiyacını giderme şeklimizle ilgili. Tercih edilen barınma şeklinin doğurduğu hasarlar maruz kaldıklarımız.

Diyet (1974). Kırdan kente göç Türk sinemasının da gözde temalarındandı.

1950 sonrası başlayan toplumsal dönüşümün kırdan kente göçün iyi idare edilememesi ve kitleler halinde büyük şehirlere gelenlerin barınma ihtiyaçlarının karşılanması için başvurulan yöntem sorun olan.

Neredeyse elli yılı aşkın bir süredir, ülkemizdeki insanların barınma sorununa kalıcı ve emniyetli bir çözüm getirebilmiş değiliz. Belki de bu açıdan bakıldığında, Cumhuriyet yönetimlerinin tümünü sorumlu tutmak mümkün bu başarısızlıktan. Cumhuriyet kurumları bir yönüyle kapsamlı bir kalkınma hedefine sahipti ama nüfusun barınma ihtiyacını giderebilmede son derecede başarısız oldu. Hatta bugün yaşadığımız gibi toplumsal acılara maruz kalmamıza yol açtı.

Ülkemizdeki hanehalklarının barınma ihtiyacı tamamıyla “özel sektörün” oluşturduğu serbest piyasa sistemi üzerinden alınarak karşılanıyor. Sektör, merkezi ve yerel yönetimler tarafından sözümona “sıkı” bir şekilde düzenleniyor. Sektörde yaşanan usulsüzlükler ise kamu idaresinin sektörü gözetme ve düzenleme görevini ihmal etmesinden kaynaklanıyor.

Bunun denetimini yapacak olan elbette hukuk sistemi. Ancak ülkemizdeki hukuk sisteminin işleyiş şekli birtakım zaafların oluşmasına neden olurken yargı kararlarının yaptırım gücünün de azalmasına yol açıyor. Gerek sektörün düzenlenmesinde gerekse yargı süreçlerinde etkin olmayan, yeterli şekilde gözetim yapamayan vatandaş da kendisine sunulanı kabul etmek zorunda kalıyor. Kalitesiz, ama daha da önemlisi emniyetsiz o konutlara büyük paralar ödemenin dışında bir seçeneği kalmıyor. Çok daha önemlisi o konutları alırken de, belki de hayatlarının sonuna kadar ödeyip bitiremeyecekleri borçların yükü altında, maruz kaldığı riskleri bilmeden yaşamaya çalışıyor.

Bu modelde kamunun sektöre doğrudan üretici olarak dahil olması mümkün değil. Buna “şahsi mülkiyeti güçlendirmeyi” amaçlayan konut edinim modeli de diyebiliriz. Zira bu modelin cazip olmasının nedeni, vatandaş nezdinde konut sahipliğinin bütçe üzerinde yaptığı servet artırıcı etkidir. Ülkemizin insanı ne olursa olsun seviyor “taş ve toprağa” sahip olmayı. O yüzden dağ bayır beton; deniz kıyıları yılda en fazla bir iki ay kullanılan evlerle dolu.

Ancak son yıllarda sıkça yaşadığımız facialar da gösterdi ki, bu model yeterince güvenli şekilde işlemiyor. Zira sonuçları ortada.  Ne kamu üzerine düşen düzenleme ve gözetimi yapabiliyor ne de maliyet ve kâr baskısı altındaki özel sektör güvenli konut üretebiliyor.

Şimdi gelelim bu modelin son yıllardaki zaaflarına.

Malum olduğu üzere özel sektörü esas alan konut üretimi aynı zamanda en kolay servet transferi yoludur. Üretilen konutların alışverişine konu olan değerleriyle oynayarak birtakım gelirlerin ekonomik sisteme çekilmesi ve kayıt altına alınabilmesi mümkün. 2000’li yılların başından itibaren ülkemizdeki finansal piyasaların yeterince gelişmemesi, alternatif finansal araçların oluşturulamaması, gayrimenkulün finansal bir araç haline gelmesine yol açtı. Gayrimenkul sahibi olmak, özellikle enflasyonist ortamlarda bireylerin servetlerini enflasyona karşı korumasının en kârlı aracı haline geldi. Bu da konut üretiminin mahiyetini değiştirerek konut değeri algısının değişmesine sebep oldu. Oluşan değerin barınma ihtiyacını gidermenin alternatif maliyeti olması yerine, spekülatif manada bir getirinin oluşumuna hizmet etmesiyle karşılaşıldı. Bu da konut piyasalarındaki fiyatların aşırı artması ve barınma amaçlı konut almanın imkânsız hale gelmesi sonucunu doğurdu. Gayrimenkul sahipliliğinden amaç barınmanın dışına çıkarak, spekülatif bir değer elde etmek haline geldi ve bu da konutun fiyatını belirleyen ana unsuru oluşturdu.

Çok daha önemlisi konut fiyatlarının ülkemizdeki gelirlerle bağı koptu. Konut, tasarruflarını borsada ve bankalarda değerlendirebileceklere oradaki getirileri sağlayacak şekilde değer kazandı. Konut ediniminde kullanılan tasarruflarla alınan konutların tasarruf sahibine borsa ve diğer alternatif araçlardaki getiriyi sağlayacağı düzeyde fiyat artışlarının oluşması beklendi. Konut, düşük gelirli sıradan bir vatandaşın satın alıp barınma ihtiyacını karşılayabileceği bir meta olmanın ötesine geçti.

AKP döneminde bu sistem yeni birtakım kurumsal düzenlemelerle daha da güçlendirildi. Örneğin Toplu Konut Ortaklığı İdaresi’nin (TOKİ) yetkileri genişletildi. Bu şekilde kamu elindeki arsa stokları özel kesimin kullanımına sınırsızca açılarak, bilinçli olarak ciddi “arsa rantlarının” oluşması sağlandı.

Böyle bir sistemde bu durum mecburiydi. Zira arsanın değeri özel sektöre karşı kamunun elindeki tek pazarlık kozuydu. Bu değere göre inşa edilecek projeden elde edilecek gelirden daha fazla pay alabilmesi mümkündü. Kamunun, kat karşılığı arsasını müteahhite veren sıradan bir toprak sahibi gibi davranıldığı bir sistem oluşturulmuştu. Aslında herkesin allayıp pullayıp övdüğü TOKİ sistemi özünde buydu. Onlarca yıldır ülkemizin her şehrinde, her mahallesinde arsa sahipleri ile müteahhitler arasında süregelen bir ticari uygulama ölçeği büyütülmüş bir şekilde kurumsallaştırıldı.

TOKİ ve müteahhit arasındaki pazarlıkların zorlaşması, bir şekilde üretim maliyetlerinin artması sonucunda kamunun sermayeye bazı tavizler vermesi kaçınılmaz. Bu hususun da bugün için açıkça ortaya konulması kolay değil. Olaylar oldukça, facialar yaşandıkça bunları anlayabiliyor, görebiliyoruz.

Çözüm nedir?

Kanımca çözüm bugüne kadar denenmeyeni denemek. Kamuyu doğrudan üretici olarak bu piyasaya dahil etmek. Hem merkezi hem de yerel kamu otoriteleri vatandaşın barınma ihtiyacını karşılamak ve ihtiyaç sahiplerine kiralamak için konut üretimi yapmalı. Özellikle ülkemizdeki gelir düzeyleriyle uyumlu satın alınabilir konutlar yapılabilmeli. Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik koşullardan ve yaşadığımız enflasyonist ortamdan dolayı bunu özel sektörden beklemek zaten aşırı iyimserlik olur. Bu yüzden de devletin bu konuda inisiyatif alıp sosyal devlet sınırlarını vatandaşına barınma imkânı sağlama yönünde genişletmesi gerekir. Malum ülkemizin kuruluş ilkelerinden biri devletçiliktir ve bu devletçiliğin sınırı özel sektörün yapamadığı ama toplumsal refah için yapılması zaruri olan harcamalarla belirlenir. Barınma ihtiyacının karşılanmasına yönelik yapılacak yatırımlar böyle bir devletçilik bakış açısının sonucu olacaktır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.