Büyük bir felaket yaşandı. Korkunç bir deprem. Her şeyden evvel bütün kayıplarımıza rahmet diliyorum. Arkada kalanlara sabır, enkaz altındaki güzel insanlarımıza dayanma gücü diliyorum… Ne yazsak fazla ne söylesek az. Yine de yazmak ve söylemek zorundayız. Bitmeyen ders diye bir şey yoktur… Show TV spikeri Dilara Gönder’in isyan ederek söylediği gibi “Bu ders artık bitsin.” Kader değil, kıyamet değil bu. Artık bitsin…
Bu ülke bu depremi, yirmi yılını geride bırakmış bir iktidarla karşıladı. Gücü kuvveti yerinde, güven ve saygı uyandırması beklenen bir iktidar. İtibardan tasarruf etmemiş bir iktidar. Fakat gelgelelim, toplumun neredeyse üçte ikisinde hiçbir güven duygusu yaratamamış. Yurttaş, elinde avcunda ne varsa onunla yardıma koşuyor olsa da bu devlete güven duygusu aslında çok zayıf. Maalesef böyle. Devlet dediğin AKPMHP devleti olmuş çünkü. Milyonlarca yurttaş Haluk Levent’e ve onun oluşturduğu AHBAP dayanışma ağına, yirmi birinci yılını sürdürmekte olan ve her tür imkana sahip bir iktidardan daha fazla güven duyuyor. Bu normal değil ve bu insanlar hain main değil. Sadece bu insanlara büyük hainlikler yapıldı…
Kısacası AKP’ye koşulsuz şartsız bağlılık gösteren yüzde 30 ya da maksimum yüzde 35’lik kesim hariç, milyonlarca yurttaş ne AKP’ye ne de yer yerinden oynadığında bile, öncelikle AKP Genel Başkanı olarak görülmekte bir beis görmeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a güveniyor. Onun kendi dertleri ile dertlendiğine, enkaz altında yatanların ya da enkaz başında bekleyenlerin kalp sıkışmasını ve büyük acısını hissedebildiğine ve herkesin cumhurbaşkanı olduğuna inanmıyor. Çok üzgünüm ama hakikat bu. Oysa güvenmeyi hepimiz isterdik. Niye istemeyelim?
Güvenmiyoruz. Zira Cumhurbaşkanının evvelce söylediği her şeyi ve düzenli aralıklarla birçoğumuzu nasiplendirdiği bütün hakaretlerini unutsak bile son birkaç cümlesini henüz unutamadık. Depremden sadece günler önce Cumhurbaşkanı, “14 Mayıs’ta bunlara öyle çakalım ki bir daha bellerini doğrultamasınlar” demişti. Milyonların belini kırmak istediğini üstelik de tekrar etmek istemediğim o yakışıksız sözü kullanarak apaçık söylemişti. Bu sözü günlerce kafamda evirdim çevirdim. Gerçekten bu topluma yapılan büyük kötülüğün özetiydi bu sözler. Şimdi işte belimiz kırıldı…
Cumhurbaşkanının sonsuz ve sınırsız sorumsuzluğunu iliklerine kadar sindirmiş zevat, malum fiili “tokat çakmak” olarak yorumluyor. Üstüne üstlük bir cumhurbaşkanı bunu nasıl söyler diye şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklenenleri kötü niyetli olmakla suçluyor. Bilemiyorum fakat şu yaşıma geldim, hasmına tokat çakarak belini doğrultamayacak hale getirmekten söz edene hiç rastlamadım. O bir yana zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan ne hakla mecazen bile olsa tokat çakıyor ki? Kim olarak çakıyor bu tokadı, AKP Genel Başkanı olarak mı, Cumhurbaşkanı olarak mı yoksa Allah’ın en nihayetinde fani bir kulu olarak mı? Yirmi birinci yılına girmiş bir iktidar, demokratik bir seçimin koşullarını oluşturur ve anlı şanlı bir biçimde seçime gider. Olması gereken bu. Milletin belini bir daha doğrultamamasını niye istiyor yani? En büyük hayali muhalefetsiz bir iktidar mı? Bu soruları biz başımıza ne geleceğini düşünmeden sormaya korkalım ama o hepimize öyle bir çaksın ki bir daha belimizi doğrultamayalım…
Küfür ve hakaret yolu açık ya, deprem nedeniyle bölgeyi ziyaret eden ve incelemelerde bulunan Ekrem İmamoğlu’na, eski AKP Kahramanmaraş Milletvekili Nursel Kocabaş Reyhanlıoğlu, gırtlağı yırtılırcasına, “Defol buradan İngiliz uşağı!” diye bağırıyor. Bağırabiliyor çünkü, milyonlarca insanın oyuyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığına seçilmiş olan Ekrem İmamoğlu’na bu sözleri, bu şedit dille söylemenin hiçbir bedeli yok. Onlar küfür ve hakaretin bedelini ödemeyenler. Onlar hiçbir bedel ödemeyenler… O çirkin ve o zavallı cesaret buradan geliyor.
Allah muhafaza Kemal Kılıçdaroğlu ya da muhalefetteki diğer siyasi liderlerinden biri Cumhur İttifakı’na yönelik olarak “Bunlara öyle bir çakalım ki bellerini bir daha doğrultamasınlar” deseydi ne olurdu? Siyasetten mi yasaklanırdı, linç mi edilirdi? Bay Kemal’in küfürbazlığı konusundaki “Eyyy” diye başlayan söylevler, yeri göğü mü inletirdi? Abartmıyorum. Sadece ve sadece ellerini arkasında kavuşturmuş biçimde bir türbenin etrafını dolaşıyor diye Ekrem İmamoğlu’na yapılanları unuttuk mu?
Böyle bir ikiyüzlülüğü, böyle bir riyakârlığı Türkiye siyaset sahnesi ömründe görmemişti. Gerçekten hiç abartmıyorum. Öyle düşük bir demokrasi ve siyaset kavrayışları var ki, bu kötülüğü ve bu ikiyüzlülüğü bizatihi siyaset sanıyorlar. Reyhanlıoğlu’nun “İngiliz uşağı” diye İmamoğlu’na saldırmasından önce depremzede bir yurttaşa “Şov yapma” dediği görüntüler de ortaya çıktı. Buyrun. Hayatları hayasız bir şov olunca, yüreği yaralı insanlara da bunu bu kadar pervasızca söyleyebiliyorlar. Allah bu ülkeyi bu insanlardan korusun. Artık ne kaldıysa onu korusun…
Bu depremin vahim sonuçlarının bu uygunsuz dille, bu yakışıksız davranışlarla ve bunca kötülükle bir ilgisi olmasa bu zamanda bunlardan tek kelime bile söz etmezdim. Ama çok ilgisi var.
Ülkenin ahlakını zehirlediler. Gerçekten öyle. Siyaset sandıkları şey, vitrinlere oynayan ağır bir ikiyüzlülük, çifte standart ve riya. Hakaretin bini bir para. Bu zedelenmiş ahlak ve değerler sistemi içinde milletin vergileri saraylara ve itibarlara harcanıyor. Doğruluk Payı tarafından teyit edildiği üzere, Sayıştay’ın denetim raporuna göre, 2021 yılında Cumhurbaşkanlığının yıllık harcamalarının günlük ortalama miktarı yaklaşık 10 milyon 10 bin lira! İtibardan tasarruf olmuyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İktidar sahipleri dünyanın bütün nimetlerine sonsuz ve sınırsız biçimde kavuşturulurken, yurttaşların tevekkülünü ve itaatini garanti altına almak için de öte tarafa muazzam bir yatırım yapılıyor. Yurttaş ölmeye, daha çok ölmeye ve kader planlarına rıza göstermeye hazırlanıyor. Ağır bir din istismarı her koldan sürdürülüyor. Öyle ya bu fani dünya onlarınsa ahiret de mazlum yurttaşlarındır. AKP adaleti böyle buyuruyor…
Dünyanın her yerinde bu büyüklükte bir depremin bir felaket potansiyeli vardır. Fakat dünyanın her yerinde itibardan tasarruf edip öncelikle bağıra çağıra gelen depremlerle mücadeleye bir bütçe ayrılıyor. Ne gerekirse maksimum düzeyde yapılıyor. Türkiye artık bir deprem ülkesi. Uzmanlar bunu söylüyor. Ama hiçbir ders alınmıyor. Bakıyorsunuz sadece Japonya değil, Meksika ve Şili bile depremle mücadelede büyük aşama kaydetmiş. Japonya’da 2011 yılında yaşanan 9 şiddetindeki deprem ve büyük tsunami felaketi sonucunda bizim bu depremde olduğundan daha az kayıp verilmişti. Geçen yıl yaşanan 7.3 şiddetindeki depremde ise sadece 4 kayıp yaşandı. Japonya dünyada en sıkı inşaat kurallarına ve denetime sahip ülke.
Ülkeler yaşadıkları görece az kayıplardan bile büyük dersler çıkarıyor. Buna uygun yapılaşma ve denetimler söz konusu. Örneğin Meksika’da 2017’de yaşanan 7.1 şiddetindeki depremde 370 kişi ölüyor. 2022’de ise 7.6 şiddetindeki depremde sadece 1 kişi hayatını kaybediyor. Mafyanın ve suç çetelerinin cirit attığı Meksika’da bile depremden ders alınıyor. Tarihteki en büyük ve en uzun süren deprem olan büyük Şili depremi 1960 yılında yaşanmış. Sarsıntıların on dakika boyunca sürdüğü 9.5 büyüklüğündeki Şili depreminin çok geniş bir alanda yıkıcı etkileri görülmüş ve depremde 3000’e yakın kişi hayatını kaybetmiş. Yakın tarihte Şili’de 2010 yılında da yine 3 dakika süren 8.8 büyüklüğünde bir deprem yaşandı. Sarsıntı ve tsunami Arjantin’den Peru’ya birçok ülkeyi etkiledi. Depremde ölü sayısı 500’ün biraz üstündeydi. Depremler basitçe birbirleriyle karşılaştırılamaz elbette. Bunu uzmanlar her gün söylüyor. Fakat 8.8 büyüklüğündeki bir deprem ve tsunami ölü sayısını 1000’e bile çıkarmamışsa bir ders alınmış demektir.
Devasa havalimanları, köprüler ve yeni köprüler, duble yollar, şehirlerin dışına kurulmuş hangar gibi hastaneler, iyi güzel ve itibarlı… Memleket koca bir şantiye. Her yer TOKİ… İnşaat ya Resulullah… Ama işte 1999 yılında büyük bir deprem felaketinin ardından iktidara gelmiş bir parti söz konusu. Depreme karşı ve depremi en az kayıp ve hasarla karşılamaya yönelik ne yapılmış? Deprem riski Allah’a mı havale edilmiş? Öyle görünüyor. Ağırdan da öte bir din istismarıyla ülke yönetiliyor.
AKP iktidarının ilk on yılında toplam 8 bin 743 yeni cami yapılıp ibadete açılmış: 2012 yılı sonunda yurt çapındaki cami sayısı 84 bin 684’e yükselmiş. Milliyet gazetesinin şu linkteki haberinde paylaşıldığı üzere 2023 yılı itibarıyla bu sayı 89 bin 817’ye ulaşmış durumda. Kahramanmaraş’ta 1361, Hatay’da 1100, Adıyaman’da 786 cami var. Peki Hatay’da, Adıyaman’da ve Kahramanmaraş’ta deprem anında toplanmaya uygun kaç alan, deprem gibi felaketler sonrasında sığınılabilecek ve insani koşullarda barınabilecek kaç yapı var? Kaç yapı AKP iktidarları döneminde güçlendirilmiş, kaç yapının deprem yönetmeliğine uygun olup olmadığı tespit edilmiş?
Kader planına ve ölüme teslimiyet göstermeye harcanan enerji, depremlerin değil binaların ve iktidarların öldürdüğü gerçeğinin kavranmasına harcansa, bugünkü ölümlerin onda biri bile söz konusu olmazdı. Ama ecelden kaçış yoksa ve her şey kader planı dahilindeyse, binaların altındaki sütunları, kolonları ve taşıma duvarlarını yıkıp dükkanlara ve mağazalara alan açmaya kim engel olabilir? Peki demirden ve çimentodan çala çala yapılmış yeni binalara iskân izni vermeye? Sonuç bu, inşaatı yapana, denetleyene ve onaylayana hiçbir şekilde güvenmediğimiz ve her birinin bir diğeri ile sırt sırta vererek iktidarını ördüğü bir ülkede yaşıyoruz. Çok ama çok acı. İtibara sarf edilen bütçenin bir kısmı eski binaların güçlendirilmesine, güçlendirilemiyorsa yıkılıp yönetmeliğe uygun biçimde yeniden yapılmasına ayrılsa sonuç böyle olur muydu?
Havuz medyası her zamanki el çabukluğuyla depremin ertesi gün “Kıyamet” başlıkları attı. Dünyanın neresinde yaşansa yıkıma yol açacak nitelikte büyük bir deprem olduğunda hepsi hemfikirdi. Bunu kanıtlamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Enkaz altında 8 yaşındaki bir kız çocuğunun kurtarma ekiplerine, “Kardeşim minik, o ölebilir. Yanımda yatıyor” diyen sesi kulaklarımızda yankılanırken, onların en temel meselesi AKP iktidarının üzerinden eleştirileri uzaklaştırmaktı…
Geçtiğimiz günlerde Ankara’da kar yağışı sonrası birkaç saat trafik sorunları yaşandı diye Melih Gökçek’in Twitter hesabından Mansur Yavaş’a yağdırdığı hakaretleri görecektiniz. Peki yerle yeksan olmuş Türkiye’nin deprem tablosu karşısında ne yapıyor aynı Gökçek? Büyük harflerle bağırmaya devam ediyor: “EYY KILIÇDAROĞLU BİR YUNANİSTAN VE BİR İSRAİL KADAR BİLE ÜLKENE FAYDAN YOK… ÜLKENİN YÜZ KARASISIN… İNSANLARI BÖLMEK, ARALARINA NİFAK SOKMAK İÇİN HERŞEYİ YAPIYORSUN. KİNİNDE BOĞUL İNŞAALLAH…” diyor. Sebep? Sebep Kılıçdaroğlu’nun ana muhalefet lideri ve altılı masanın en güçlü cumhurbaşkanı adayı olması. Sonra da depremi siyaset malzemesi yapmayın diyorlar. İzan, şuur, hakkaniyet aramayınız… Bu deprem mesela Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı görevini devraldığının üçüncü günü bile olmuş olsa, felaketin o üç güne nasıl fatura edileceğini tahmin edebilirsiniz. Oysa tam yirmi bir yıl evvel -1999’da yaşanan korkunç bir depremin payıyla da- iktidara gelmişler ve anlaşılan o ki depremi bir daha hiç hatırlamamışlar. Naci Bostancı ne diyor biliyor musunuz? İllaki deprem için harcanacak bir vergi diye bir şey yokmuş. Evet deprem vergileri ya da tüm vergilerimiz Avrupa’yı çatlatacak havalimanları ve saraylar için, “itibarımız” için harcanabilir… Yerle yeksan olmuş, göçük altındaki Türkiye’de yüksek sesle, “Sahi ne oldu sizin o itibar işi” diye sormaya yüreğimiz elvermiyor ne de olsa…
Peki bunca yıllık iktidarda bir tane mi “rol modeli” tabir edilen siyasetçi olmaz. İlaç olsun diye bir kişi? Devlet adamlığına ya da kadınlığına uygun addedilen türden vakar sahibi bir insan? Yok. Çakıyorlar, vuruyorlar, uşak diyorlar, hesap soracağız diye tehdit ediyorlar, ağzıbozukluğun bini bir para… Dil pis olunca her şeyin kirlenmesi kaçınılmaz…
Susalım istiyorlar. Gün siyaset günü değilmiş. Ama yardımları keyiflerince reddediyorlar, engelliyorlar. Eksiği gediğiyle de olsa bir AFAD var diyorsun, canını dişine takarak çalışan ekipler var. Bu sefer AFAD eliyle engelliyorlar. 1999 depreminin bütün tecrübesine ve birikimine ne oldu? AKUT nerede? Son olarak tam da şu dakikalarda AHBAP’a ve Haluk Levent’e sardırmaya başladılar.
Ayşe Hür Twitter’da yazmış: “AFAD’ın şimdiki başkanının geçmişinde tek bir afet deneyimi olmadığını, eğitiminin de ortaokuldan üniversiteye kadar ilahiyat olduğunu öğrendik. Onun yerine Tanzanya’daki elçilikten çağrılan eski başkan da 41 yaşında hekimmiş. Bir nebze daha iyi ama Türkiye’de afet uzmanı mı yok?”
Yok. Türkiye’de sanırsın hiçbir şey yok. Oysa biliyoruz hemen her alanda son derece liyakat sahibi ve yetkin insan var… Her yeri kuruttular ama hâlâ var. Yurttaş dayanışması var. Hem de öyle böyle değil. Bunu İstanbul’da gördüm. Depremde İstanbul’daydım. Teşvikiye Muhtarlığı ve Komşu Kapısı Derneği’nin öncülüğünde organize edilen yardım faaliyetine denk geldim. Şişli Nilüfer Hatun Ortaokulu’nda toplanan yardımları tasnif etmek ve kolilemek için çırpınan yüzlerce, gerçekten yüzlerce genç yaşlı insan vardı orada. Anlatması güç. Şu anda aynı hummalı yardım faaliyeti Türkiye’nin her köşesinde tüm hızıyla sürüyor. Yurttaş yurttaşa elini uzatıyor. Türkiye’de o uzak illerdeki enkazın ağırlığını kaldırmak için gösterilen çaba bu ülkenin tek ve son umudu… Sadece bunu söyleyeyim.
Başın sağ olsun güzel ülke. Bu son olsun. Bu son…