Kadri Gürsel ile İsmail Saymaz’ın programından ödünç bu başlığın gerekçesi, elbette deprem. Bir tarafta iktidar, her konuşanı istismarcı ilan etmeye çalıştı; diğer tarafta muhalefetin bir kısmı “şimdi zamanı değil” demekte sakınca görmedi. Konuşmaya yasak veya konuşulacaklara tahdit koyma gayreti hiç bitmiyor. Sarsıcı her felakette karşımıza gelen “şimdi dayanışma (birlik) zamanı, siyaset zamanı değil” argümanı yeniden tedavülde. Önü arkası olmadan boşlukta sallanan bu cümleler çok ikna edici veya makul görünebilir. Ancak böyle bir zamanda hangi bahaneye yaslanırsa yaslansın sessiz kalmak, yaşanan felaket ve onun bütün mağdurlarına karşı işlenmiş bir suç olmanın yanında, bu sığınağa çekilen herkesin bizzat kendini inkarı anlamına gelir. Susmayı lüzumlu olmaktan çıkartıp bir mecburiyete çeviren gelişmelere ve konuşmanın önündeki engellere kısaca bakalım. Yazının sonunda susmaya siyasi gerekçe uydurma meselesine tekrar döneceğim.
Büyük felaket -belki daha doğru isimlendirmeyle “toplu cinayet”- neredeyse ilk haftasını tamamlıyor. Dakikaların, saniyelerin değerli olduğu ilk günler, koordinasyon ve basiret rezaletleriyle, acı çekerek geçti. Binlerce insan bu enkazın altında kalmalarına neden olanlardan gelecek yardımları bekledi. Bu seslerin etrafındaki on binlerce ve bu seslere kulak veren milyonlarca insan da büyük bir çaresizlikle birer birer sönen sesleri izlemek zorunda kaldı. Bu tablo karşısında önce “her yere yetiştik, her şeye hakimiz” dediler. Bant daraltmayla filan önü alınamayacak tablodan yükselen büyük gürültü sonrasında ise mecburen “Asrın felaketi” etiketini açtılar. Engellemek veya yardımına koşmakta eksik kalınan şeyin cesametinden pay almaya yöneldiler. Tıpkı ekonomik krizde, “Kriz filan yok” iddiasından “Bütün dünya sürünüyor” bahanesine dönüldüğü, dönülmek zorunda kalındığı gibi.
Ortaya çıktığı andan itibaren istismarla yoğrulmuş, bulabildiği her şeyi, olanlar yetmeyince yenilerini imal ederek istismar imkanlarını hep genişletmiş, böyle iktidarda kalmış ve kalmayı hesaplayanlar, şimdi istismardan şikayet ediyor. Suçu, hatası yüzüne vurulmasın, geçtik yüzleşmeyi ima bile edilmesin diye her acayip müdahaleyi hak gören bu anlayış, birlikten bahsediyor. Günün, hangi gün olduğunu tespite kalkışıyor. Ancak hemen sonrasında susmayacağını söyleyenlere “soysuzlar” demekte sakınca görmüyor, yardım götürmeye çalışan belediyelere “sen kimsin?” diye soruyor, yardım organizasyonlarını hedef gösterip daha önce yaptığı gibi toplanan paralarına çökmenin yolunu yapıyor. Devletin ajansı depreme yardım götüren STK listesini “özelleştiriyor”, vatandaşın doldurduğu kamyonlara parti bayrağı asarak “sahipleniyor”. Birlik ve dayanışmaya kendisi hiç yanaşmadan başkalarına mecburiyet haline getiren, sadece kendisi için dokunulmazlık peşindedir.
Ülkenin üzerine beton dökerek rant üreten büyüme stratejisi, yıllarca pek çok memnun yarattı ve bu kalabalık memnuniyet çemberi de bu iktidarı ayakta tuttu. Bugün bize büyük felaket armağan eden bu akıl, senelerce döktüğü her metreküp betonu “hizmet” olarak sundu. Bunu yaparken kamusal hizmeti de bir satın alma faaliyetine çevirdi. Devlet -zaten (Weberyan olanı da) pek hayırlı bir müessese olmamakla birlikte- ihale açmadan ve kamusal kaynakların dağıtımı üzerine kurulan çarkları işletmeden hizmet veremeyen, beceriksiz bir aygıta dönüştü. Bugün şikayet edilen liyakatsizliğin sorun olmadığı bir saadet zinciriydi bu. Sonunda gerçek bir krize toslayana kadar süren bir işleyiş. İktidar ve -birilerinin canlı kurtarılacağını sandığı- devlet enkazın altında kaldı ama milletin önemli bir kısmını da altına alarak. Şimdi bir sene içinde aynısını yapabileceğini, ihale açarak aynı yığınları tekrar üretebileceğini iddia ediyor. Çözüm TOKİ diyor hala.
Felaketin haftası dolmadan, konuşma yasak veya tahditlerine ek olarak yeni konuşma barajları denkleme eklendi. Dini referanslar kalkan olarak kullanılmaya başlandı. Kader planı, her şerdeki hayır veya fıtrat söylemi, sela veya tekbirler üzerinden açılan tartışmalar. Felaketin gölgesinde, kolay hedef olacak günah keçisi arama veya her türden kışkırtma faaliyetleri de birden patladı, çok elverişli zemin buldu, sanki biraz da teşvik gördü. Olağanüstü hal sopasını sallayanları yağmacı yakalayıp işkence yapanlar izledi. Daha enkazlar yerdeyken Suriyeli peşine düşüp yalan yanlış haberler uyduranlar çıktı. Gölcük’te olduğu gibi -belki sonradan kurtulacak- üç beş müteahhit ile olayı kapatmayı hesaplayanlar harekete geçti. Daha enkazdan feryatlar yükselirken felaket edebiyatı yapmaya kalkanlar, acıyı seyretmekten yorulanlara rahatlama önerileri yayınlayanlar oldu. Takdire şayan gazetecilik çabalarına imza atanlar bile gerçeğin çarpıcılığını bozan, yabancılaştıran acı pornografisinden kendilerini koruyamadı. (Ağıtlı klipler YAPMAYIN)
Deprem felaketlerinde ilk şokun devamında herkesi ekran başlarına toplayan seyir malzemesi, “mucize kurtuluşlar” oluyor. Büyük müdahale ve yardım rezaletlerinin peşinden gelen bu kısa mutluluk anları, herkese çok iyi geliyor ve yaşananı da yaşatanı da kısa süreliğine unutturuyor. Bu yüzden iktidar medyası kesintisiz biçimde sadece bunları yayınlamak istiyor, depremzedelerin uzun saatler süren hayata tutunma çabası, olması gerektiği gibi trajedi olarak nitelenmeyip mucize adı takılarak övünç malzemesine dönüştürülüyor. Bir canın kurtulma görüntüsü, o insanın neden bu enkazın altında ve bu kadar saat kaldığı sorusunu ikinci plana itiyor. Aynı şekilde her seferinde saklandığı yerden çıkıp gelen dayanışma görüntüleri de yürekleri ısıtıyor. Neden ortaya çıkmak için bu anı beklediğini bilemediğimiz bu dayanışma, katılanı da katılmayanı da tatmin eden gurur tabloları yaratıyor. Gurur gayet haklı ama düşülen yerden kalkmak için birbirine el verenlerin, bu acıların başa gelmemesi veya getirenlere hesap sorulması için -başlayıp- devam etmesi hiç fena olmaz.
Dönelim başlığa ve ilk paragrafta işaret ettiğim konuşma tahditlerine. Şimdi zamanı olmayan konuşmalar hangileridir? Yukarıda hayli yetersiz bir özetini verdiğim tablonun neresini konuşmak doğru olmaz? Yaşanan her türden olumsuzluğu kişilere veya geçici hatalara bağlı olarak değerlendirmek, en sert ifadelerle dile getirilse bile aslında ağır bir “konuşma” kusuru. Sorunların etrafını kuşatan sistemi sorgulama konusu yapmayan ve bunları konuşmayı takvimlere bağlayan her yaklaşım, iyi niyetli ise ciddi bir eksiklik, kötü niyetli bir hesapsa halka ihanettir. İktidar ve özellikle Erdoğan yeniden “Türkiye ittifakı” söylemine döner, dönmezse de ondan yüzünü çevirecekler bize döner beklentisinin yarattığı geçici kekemelik, bu olayda öncekilere göre hayli sınırlı kaldı. (Zaten kısa sürede dönülmek zorunda kalınan bu siyasi hesap hatası kısa vadede sonuçlarını gösterecek.) Özetle konuşmasak olmaz, konuşmaya kapsam ve zaman tahdidi koyanlarla hiç olmaz.