Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: İntiharı hatırlatan bir ölüm (II)

Dize Erdem Bayazıt’ın (1939-2008) Şehrin Ölümü şiirinden. Bayazıt, Maraş’ın büyük ve köklü bir ailesinden geliyor. İktidarın, İslamcılığın kıpkısacık tarihini aklamak üzere yaptırdığı Yedi Güzel Adam (2014) dizisinin de başlıca kahramanıydı. Tabii çoktan veda etmişti dünyaya dizi çekildiğinde. Sanırım izlese hiç memnun olmazdı.

Yedi Güzel Adam’ın hikâyesi de Maraş’ta geçer. Maraş Katliamı (1978) öncesindeki ahvali anlatır tabii ki dibine kadar savunmacı bir üslupla. Senaryoya göre ülkücüler ve solcular kavga ederken, İslamcılar kendilerine dost edindikleri “iyi devlet”ten de destek alarak bir tür arabuluculuk yapmaya çalışırlar. Fakat “dış güçler” “kötü devlet”le (Kemalizm) işbirliği içinde ortalığı karıştırmaya kararlıdırlar. Bu dizide bile Erdem Bayazıt, İslamcılık açısından, içinden geldiği köklü ve geniş ailenin gücü ile geçerlilik ve dolayısıyla onay veren ayrıksı bir kişilik olarak resmedilir. Bir başka deyişle rol modeldir, örnek şahsiyet, olunamıyorsa da olmuş gibi suretine bürünülecek karakter, mükemmel persona.

İslamcılar mutlak iyilerdir elbette bu dizide. Geriye kalanlar da kötü değillerdir aslında. Ama İslamcılar dışındaki istisnasız herkes birtakım yanılgılar içindedir. Peki kimdir İslamcıların akıl hocası? Ne zaman şehre gelse bir karışıklık çıkan Necip Fazıl Kısakürek! Şu toprakların söz söyleyenleri arasında gelmiş geçmiş en sekter kişiliklerden biri. En kaba sabalardan… En ilmek tutmazlardan… En kibirlilerden… Ve aynı zamanda “işini en iyi bilenlerden” biri… Dizi işte, kurgu en nihayetinde, böyle bir adama “Üstat” diyen bir grup öğretmen ve memur arabuluculuk edesilermiş o zaman sağla sol arasında.

Tüm bölümleri birkaç ay önce 5-6 gün içinde izleyip bitirdim. Bir yandan da ya hu insan kendini aklamaya çalışırken nasıl bu kadar batırır diye düşünüp durdum. Bir memlekette olabilecek tüm iktidar türlerini fiilen tatmakla kalmamış, ele geçirmiş ve başka kimseye kalmamasıya tüketmiş bir siyasi ekolün kendisi hakkında, üstelik devlet kanalından anlatacağı hikâye bu mu? Temize çekmeye çalıştığı geçmişin akarı kokarı nasıl da fışkırıyor ruh-i mücerret gibi satır aralarından?..

Şöyle bir zamanda muradım dizi yazısı yazmak değil elbette. İntiharı hatırlatan ölümün neye benzediği hakkında bir şeyler diyeceğim de aklımdan geçen kelimeleri yazamıyorum buraya. O yüzden laflarım ellerime dolaşıyor.

Şehir düşmanlığı yani kasabalılık

Erdem Bayazıt’ın, yukarıdaki dizesini yazı başlığı olarak ikinci kez aklıma düşüren niteliği poetik gücü değil. 1968’de İstanbul’da yazılmış bu şiirin, İslamcı siyasete içkin şehir düşmanlığının anıtlarından biri olması. Bunu İslamcı müeddiplerin hepsinde görürsünüz. Hiçbiri sevmez şehri. Sevdikleri şehir çoktan ölmüştür. Mevcut şehir necis bir yerdir. Biliyorum, bütün edebiyat, her meşrepten şehir düşmanlarıyla doludur, amenna. İslamcıların şehir düşmanlığının alamet-i farikası ise şehrin çoğulculuğuna dini/ahlaki gerekçelerle yaptıkları itirazdır. Ülkücüler aynı itirazı millet üzerinden yaparlar. Bu yüzden bu hemşireniz üniversiteye başlayana kadar “kozmopolitan” kelimesinin ecnebice bir küfür olduğunu sanıyordu. Eve gelen gazete ve dergiler öyle ima ediyordu zira.

İslamcılığın şehir düşmanlığının orijinal sebebi apaçık kasabalı bir tarz-ı siyaset olmasıdır. Kasabalılık da iki arada bir derede sıkışmışlıktan başka bir şey değildir. Köyden büyük, şehirden küçüktür kasaba. Köyün “otantisite”sinden, yani çamurundan, hayvan tersinden, dilinden, şivesinden kaçmış, şehrin “potansiyel”ine de henüz hakim olamamıştır. O bitmek bilmez mağduriyet tesbihinin kaynağı da kendini bir türlü şehre yerleştirememesindendir. Köyden getirttiği lezzetli yumurtaları, sütü, yoğurdu, kaymağı, pirinci, mercimeği gecekondu mahallesinde maliyetinin üç katına okutan esnaftır İslamcı. Köyle bağı yoksa sermayesi de yoktur ama köyü olan herkes köylüdür sonuçta, köylülük kurtulamadığı kâbusudur İslamcı’nın. Gelir şehrin kıyısındaki gecekondu mahallelerine esnaf olarak yerleşir. Herkesten iyicedir durumu ama sonuçta işte hâlâ orada, düne kadar köylü olan işçilerle yaşamaktadır. Mahalledeki her türlü alışverişin işlem maliyetini (transaction cost) kâr diye yazar bakkal defterine. Köyden getirdiklerini gecekonduda satarak ve esnaflık üzerinden elde ettiği network’ü bir miktar zorlama saygınlık karşılığında ihtiyaç sahiplerine kiralayarak, ayrıca mahallenin ahlak bekçiliğini yaparak elde ettiği güçle şehirliler arasına karışmaktır emeli.

Şehir imkân ve ihtimallerle doludur ve fakat insan orada kaybolabilir. Ama insan asla kaybolmamalıdır. Dünyada mekân, ahirette iman teminat altına alınmalıdır. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi öte dünyaya çalışmalıdır. Dünya, ahiretin tarlası ise eğer dünyayı ahireti garantileyecek şekilde düzenlemelidir. Kimse İslamcı’nın nefsini çelecek şekilde hareket etmemelidir. Nefsinin çelindiği konularda onun işlerini kolaylaştıracak birtakım fetvacılar hazır ve nazır olmalıdır. Ayrıca o fetvacılar da dükkânda satılan ürünler arasında yerlerini alacaklardır. Ancak bu koşullar altında mağduriyeti giderilebilir İslamcı’nın.

Çünkü şehir çoğulculuğuyla günaha sürükleyen bir yerdir. Hem şehirde yaşayıp hem günahtan uzak durmak için iki yol bulunur. İlki, şehrin size benzeyen insanların yaşadığı bir semtinde yaşayıp zorunlu olmadıkça oradan çıkmamak, ikincisi de bütün şehri, hatta ülkeyi sizin gibi yaşamaya mahkûm etmek. 1990’lara kadar ilkini tecrübe etmişlerdi, sonra ikincisi için imkânları zorlamaya başladılar. Biriktirdikleri sermaye o mahallelere sığmıyordu çünkü. Devlet de ne zamandır onlara, “gelin benim esnaf çocuklarım, gün size aydı artık” diyordu. Memur ve işçi çocuklarının ateşli hayat, hak ve gelecek taleplerine kapılarını kapatmak için bir bekçiye ihtiyaç duymuştu zira. Hem tarikatlar hem İslamcılar bu teklifi adeta havada kaptılar. O hevesle birbirlerine çarpıp düştüler, kalkarken de yarışta öne geçmek için karşılıklı elenseler çektiler (28 Şubat süreci), ama toparlanmaları çok uzun sürmedi.

İşlem maliyeti

Nihayet şehirler onlara kalmıştı. O kadar iyi bir fikirdi ki bu! Hem şehirleri bir nevi fethederek Allah’ın rızasını kazanacak hem de şu fani dünyanın vaat ettiği nimetleri tüketmekte birbirleriyle yarışacakları bir iktisadi zemin yaratacaklardı. Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışla, mücahitler müteahhit, arsalar ganimet olacaktı. Bu nasıl bir saadet, nasıl bir devletti böyle… Ölmüş de cennete mi gitmişlerdi yoksa? Ahireti falan da gözetmeye gerek kalmamıştı o zaman! Bir mü’min daha ne isterdi değil mi ama?! Krizleri fırsata çevirerek tek tek attıkları taşlarla bütün kuşları havalandırıyor, yemlikteki arpaya el koyuyor, betona bulayıp kursaklarına indiriyorlardı.

Meselenin altı çizilmesi gereken tarafı İslamcılığın işlem maliyeti bağımlılığıdır. Nakşibendiye’den miras almıştır bu bakiyeyi. Ahaliyle devlet arasında, din dili, gelenek ve maslahat ekseninde oluşturulacak bir nevi “popüler fıkıh” nizamı oluşturarak elde etmiştir bu gücü. Merkezileşmekte olan devletin arzuları ve ihtiyaçları ile ahalinin inançları arasında bir köprüdür Nakşibendiye 18’inci yüzyılın sonlarından itibaren. Ahali ile devletin birbirine karışmaması (müdahale değil, kaynaşma anlamında), ikisinin ihtiyaçlarının ayrıştırılması, bu işlemlerden hasıl olacak karşılıklı öfke ve memnuniyetsizliklerin yumuşatılması gibi işler bu köprü üzerinde kotarılır. İslamcılık altından akan derenin 20’nci yüzyıl başı itibariyle çoktan kuruduğu bu derme çatma köprünün gecikmiş bir Dumrul’udur. Madem ki bu ülke ahalisi Müslüman’dır, o ahaliyle irtibata geçmek isteyen herkes haracını ödeyecek, bir şekil temennasını edecektir ona. En bir muazzam eseri Tayyip Erdoğan olan İslamcılığın 1990’lardaki vaziyeti de tastamam budur.

Pek çok İslamcı Erdoğan’ın İslamcı olmadığını söyler ama hiçbiri Erdoğan’ı inşa eden, kuran, kurgulayan duygu/düşünce evreninin İslamcılık olduğunu inkâr edemez. Pek çokları bu yüzden onun için özsaygılarından, itibarlarından, hatta çocuklarından vazgeçtiler. Bir hayalleri var mıydı bilmiyorum ama onları kaçtıkları her şeyden uzaklaştıracak, unutmak istediklerini unutturup, hasetlerinin ve hınçlarının tüm nesnelerini gözlerinin önünde parçalayıp betona gömecek birini bulmuşlardı nihayet. Üstelik paylarına düşeni de alıyorlardı. Meftunu oldukları devlette çeşitli pozisyonlar edindiler. Son demleriydi devletin. Gene söylüyorum, hıncın, hasetin ve hazzın verdiği esrimeyle ellerini attıkları her şeyi yıktıklarını, ele geçirme ve yükselme arzularının, ele geçirdikleri şeyi bir balyoz gibi parçaladığını fark edebilecek durumda değillerdi. Umurlarında da değildi zaten. Onlar için önemli olan nihayet kavuştukları zafer sarhoşluğunu sürdürmekten ibaretti. Cezbe halinde yıktılar ülkeyi. Şimdi de cezbe halinde enkazı saklamaya çalışıyorlar bizzat o enkazın altında kalmış ahaliden.

Peki ne alakası var bunların Erdem Bayazıt’ın şiiriyle… Kendiniz okuyun, ben karışmıyorum… Sadece tekrar tekrar okurken demek kehanet buydu dediğim kısımları ekleyeceğim aşağıya…

Hiçbir sır kalmamış ardında hiçbir duvarın

Nereye gitti diyorum benim elbisem nerede

Şehir soyunmuş diyor biri

Şehrin elbisesini çalmışlar

Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın

Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle

Mor bir kâbus çöküyor üstümüze

Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle

Kalabalık toplanıyor büyük meydanlara

—Aşka veda

İnsanlar geçiyor yollardan

—İnanca veda

Şehir kapanıyor içine

—Toprağa veda

Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların

—İnsana veda

Bizim ellerimiz vardı şimdi onlar nerede

Kadife gibi okşardık çocuk yüzlerini şimdi onlar nerede

Şehirde evler olurdu sıcak odaları olurdu evlerin

Sığınacak yatakları olurdu bu bizim yatağımız derdik

Bayram günleri donanırdık su gibi yumuşardı yüreklerimiz

Camilere dolardık tüm olmaya ererdik

Biz vardık şimdi o biz nerede…

Göçen son kuşların sedef gagalarından dökülür

Şehir bir mahşer gibi içimizde ölür…

Bir girdap gibi yuttular şehirleri. Başında durup haraç kestikleri köprüden geçenleri çürüğünü-çarığını rüşvet karşılığı görmezden geldikleri binalarda ölüme terk ettiler. Depremden sonraki bilmem kaçıncı günde enkazdan çıkan insanları, içinde Allah geçen türlü cümleyle mucize diye anlatıyorlar aleme. O canın niye onca gündür o enkazın altında kaldığı sorusunu sordurmamak için müthiş bir gösteriye dönüştürdüler depremden sonraki her işlerini. Mucize çünkü acz’den gelir. Acze düşmedikçe, kötürümleşmedikçe mucizeye ihtiyaç duymaz kimse. On binlerce kişinin hayatını kaybettiği, insanların geleceklerini olduğu kadar geçmişlerini de gömdüğü o şehirlerden kendileri için bir mucize çıkarmaya yeltenecek kadar da sefil bir acziyet içindeler. Öyle bir acziyet ki bu, onların bulunduğu tarafa baktığınızda olup biteni gören gözünüzden utanıyorsunuz.

Merak ettiğim artık tutunacak tek bir dalları bile kalmayan bu zümrenin bu acziyetle ne yapacağı değil. Tüm muhalif aktörlerin olup bitene tanıklık etmekten vazgeçip geleceği kurmak için nasıl bir yol ve yordam bulacakları. Çünkü bundan sonra nasıl bir hayatımız olacağı meselesi şehirleri öldürenlerin tasavvurlarıyla ilgili değil. Onların tekamülü tamama erdi. Kendilerini gerçekleştirdiler ve bütün dünyaya ilan ettiler “kendi”lerini var eden tüm cevherleri.

Şimdi artık bu uzun metrajlı çöküşü izleyenlerin bu hikâyeden kendi paylarına ne hisse çıkardıklarını görmemiz lazım. Görelim ki kiminle neyin muhasebesini yapacağımızı bilelim. Sanıyorum ki doldurmaları gereken boşluğun AKP’den kalan yer olmadığını fark etmişlerdir artık. Çünkü 20 yıldır süren bu yağmadan geriye hiçbir şey kalmadı. Mesele de bu… Bu yoklukla mücadele etme cesaretini ve gücünü kim bulacak kendinde? Hızla cevaplamak zorundalar bu soruyu. Bu yüzden elleri yüzleri kanayacak biraz, dilleri de dolaşacak, savrulacaklar… Çilemiz yakın zamanda dolmayacak yani.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.