Emre Erdoğan yazdı: Başka bir devleti düşünebilmek…

Metaforlarla düşünür, yaşarız. Kullandığımız metaforlar, içinde yaşadığımız karmaşık dünyayı basitleştirmeye ve anlaşılır kılmaya yarar. Bazı metaforların fiziksel karşılığı bulunur, “anılar geride kalır”, “enflasyon yükselir” ya da “düşünceler akar” dediğimizde fiziksel eylemlerden bahsederiz. Bazıları daha karmaşık olur, örneğin devletler insan gibi davranır, dostları bulunur, öfkelenirler, küserler ya da barışırlar. Terörle ya da pandemiyle “savaşılır”, “vakit nakittir”, hataların bedeli ödenir. Böyle düşündüğümüzdeyse iki ya da fazla kavramı birbiriyle ilişkilendirmiş oluruz. Pandemiyle savaşılırsa, o zaman bir orduya ihtiyaç duyarız; “sağlık ordusu” söz konusu olur. Vakit, nakitse; o zaman değer biçilebilir ya da değiş-tokuşa nesne olabilir. Bir hatamızın bedelini ödüyorsak, o zaman hatalar “kuruşlandırılabilir” olur. Metaforlar, zihnimizdeki anlam haritalarını oluşturur aynı zamanda metaforu kullananın kim olduğunu da bize anlatır.

Kahramanmaraş Depremi sonrasında “devlet” ve “hükümet” hakkında düşünürken kullandığımız metaforlar neler, bir düşünelim… “Devlet aciz kaldı” dediğimizde güçsüz kalabilen bir varlıktan bahsediyor olabiliriz. “Devlet çöktü” dediğimizde bir bina olarak devleti gözümüzde canlandırırız, temelleri, kolon ve kirişleri olan; dayanıklı olmasını beklediğimiz bir bina. “Devlet kucak açtı” cümlesi bize sarılabilen, şefkatli bir varlığı çağrıştırır. Keza, devlet “enkaz altında kalabilir”, “konuşabilir”, “yetişebilir” ve insana atfedilen birçok eylemi gerçekleştirebilir. Devletin gözle görülmese de varlığı ve daha önemlisi yokluğu hissedebilir.

Devleti bir yük, ağırlık olarak gören; hantallığından şikâyet eden ve “hız tümseği” gibi bireyin önünü kesen bir varlık olarak tarif eden Reagancı, Thatchercı, Özalcı “neoliberal” anlayış çoktan tarih kitaplarında yerini aldı. Birbiri ardına yaşadığımız krizler, özellikle de COVID-19 pandemisi; krizlere karşı devlet olmadan bir şey yapılamayacağını gösterdi. Sağlıkla ilgili bütün düzenlemeleri devletler yaptı, az-çok insanların cebine parayı devlet kurumları koydu, aşı devlet(ler) sayesinde geliştirilebildi. Atılan her adım doğru muydu, hayır.

Devletlerin yaptıkları her şeyin doğru olması mümkün değil, bir kere hayal edildiği üzere her türlü baskıdan bağımsız hiperakılcı bir devlet ya da bürokrasi sadece kitaplarda var. Bu âlemde belki de en akılcı varlık devlet olabilir, ama onun da kendi çıkarı var ya da başkalarının çıkarlarına araç oluyor. Devlet dediğimiz şey eninde sonunda bir güç hiyerarşisi, devletin en başında olan kişiden, “sokak bürokratı” dediğimiz uzvuna kadar insanlardan oluşuyor. Bu insanların da tercihleri, çıkarları, değerleri, öncelikleri ve en önemlisi hataları var; üst üste geldiğinde, özellikle çıkarları çatışıyorsa bir bilgisayar gibi çalıştıklarını varsaymak hayli safça olur. Bürokrasinin bu körlüğünün farkına varan bilimkurgu yazarları zaten akılcı olma işini herhangi bir örgüte yaymak yerine Vulkanlı Mr. Spock (Uzay Yolu) ya da Mentat’lar (Dune) gibi duygularından arınmış karakterlere devrediyorlar, böylelikle de aklı çürümüşlükten(!) koruyorlar.

Önümüzdeki yaşamın huzur dolu bir yaşam olmayacağı kesin artık. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Dünya Bankası, Dünya Ekonomik Forumu ve birçok uluslararası/ulusötesi kurum “çoklu krizler” çağından bahseder hale geldiler. Pandemi tek başına değil elbet, iklim krizi, ekonomik ve finansal kriz, sosyal eşitsizlikler, zorunlu göç, siyasal istikrarsızlıklar, bölgesel savaşlar ve iç çatışmalar bu krizlerin bazıları. Kısaca insanın biçim verdiği çağ anlamına gelen Antroposen, belki de insanın yok oluşuyla sonuçlanacak bir dönemin kapılarını açmış gibi. Bütün bu krizlerin ortak paydası, küresel olması… Yani bir coğrafyayla sınırlı kalmayacaklar, herkesi etkileyecekler, kimsenin bu krizlere kapısını kapatma şansı yok. Nasıl coronavirus sınır geçerken pasaport göstermediyse, bu krizler de sınırları tanımayacaklar. Dolayısıyla zamanında söylendiği gibi “çanlar kimin çalıyor diye sorma, çanlar senin için çalıyor!”; hiçbirimiz bir ada değiliz, bir bütünün parçasıyız.

Başkasının başına gelenin bizim başımıza gelmeyeceği, bizim biricikliğimiz sanrısı kabul edilebilir bir insani kusur, çünkü eninde sonunda Ömer Hayyam’ın da söylediği gibi “Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok…” Bu kadar benmerkezci bir bakış açısına programlanmışsanız, diğerinin de bizim kadar kıymetli olduğunu idrak ettiğimiz diğerkâmlığa geçiş yapmak kolay olmuyor, buna da empati yoksunluğu diyoruz zaten. İnsanlık hali, böyle gelmişiz; bir şekilde tasnif ediyor, hiyerarşi kuruyor ve eninde sonunda “biz-onlar” ayrımcılığı yapıyoruz. O yüzden, bu felaket anlarında bile bazılarının ne kadar taş kalpli olabildiğine şaşmamak lazım, onlar kendilerinden olanlara yufka yürekliler, sadece “bizlik” halkalarının dışında kalanları görmezden geliyorlar, o kadar.

İşte tam bu siyasetçilerin kötüye kullanmayı çok sevdikleri insanlık kusurumuz nedeniyle devlet gibi kurumlara ve hak kavramına ihtiyacımız var. Gözleri bağlı ve elinde teraziyle çizilen sadece adalet tanrıçası Themis değil, aslında “iyi” bir devletin de gözlerinin bağlı olması gerekir ki, kime ne verdiğini bilmesin. Adalet ve haklar konusunda görüşlerine sıkça değinilen filozof John Rawls, “Cehalet Peçesi” adını verdiği bir kavramdan bahseder. Düşünün, bir oda dolusu insana bazı haklar vereceksiniz, ancak bu kararı verirken hangi cinsiyetten, dinden ya da milliyetten olduğunuzu bilmeyeceksiniz. Bütün bunları dağıtımı yaptıktan sonra öğreneceksiniz. Nasıl dağıtırsınız? Tabii ki en adil şekilde ki, peçe kalktıktan sonra kendi kendinize kazık atmış olmayasınız. İyi devletin de eldekini bölüştürürken bu şekilde paylaştırması gerekir ki, “en makbul” olmayan dahi diğerleriyle eşit pay alsın.

Adalet sadece bölüşümde değil, bir de süreç adaleti var ki; kararların nasıl alındığını mesele ediyor. Bir karar alınırken herkesin görüşü eşit derecede göz önünde tutulmuş mu, yoksa bazılarının sesi duyulmamış mı? Kendince “akıllı” bir yönetici muhaliflerin seslerini duymak istemez işi bozarlar diye, ancak kendisinin de sesinin duyulmayacağı bir gün olacağına inanırsa farklı davranır. Boşa dememişler kendinize davranılmasını istediğiniz gibi davranın diye.

Pandemi, bazılarında kapitalizmin çöktüğü izlenimi uyandırsa da, öyle olmadığını gördük. Bilakis, pandemiyle etkin mücadele ancak kapitalistlerin devlet desteğiyle geliştirdikleri araçlarla mümkün oldu. Yine de bu süreçte, devletsiz olamayacağımızı da görmüş olduk, çünkü işleri piyasaya bıraktığımızda bu ölçekte sorunlarımızı çözmemiz mümkün değil. Keza, ülkelerin bu tür felaketlerle başa çıkma konusundaki başarıları da o ülkenin ne kadar zengin bir ülke olduğuyla değil, ne kadar iyi bir müdahalede bulunduğuyla ilişkili. Ve “iyi” kavramından da kasıt, sadece en fazla aracı ve kaynağı oraya yığmak değil; en fazla etkilenene en hızlı müdahale edebilmek. Tabii ki bunu yaparken de “Cehalet Peçesi” arkasındaymış gibi herhangi bir ayrımcılık yapmadan yapabilmek de gerek.

Kahramanmaraş Depremi’nde de devletimizin yaptıkları ve yapamadıkları, ne kadar “iyi” bir müdahalede bulunduğu hala bir tartışma konusu… İyi tanımını sadece oradaki iş makinesi ya da görevli sayısıyla tanımlarsanız, vereceğiniz yanıt farklı olur. Ancak iyiyi adalet ile ilişkilendirirseniz, karnenin pek de iyi olmadığı kesin. Peki, bu deprem bildiğimiz devletin sonu oldu mu? Yani yetişememesinden, güven ya da umut vermemesinden yola çıkarak “bu devlet bitti, yeni bir tane lazım” diyebilir miyiz? Çok zor. Yaşanan felaketin büyüklüğü bütün eksikliklerine rağmen elimizdeki devlet aracına ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteriyor, sadece daha iyi bir devlete…

Tam bu noktada metaforlar devreye giriyor haliyle… Eğer bu depremden ders alacak isek, yeni ve daha iyi bir devleti tartışmaya başlayacaksak, ne yapacağız? Bazıları devlete “reset” atmaktan bahsediyorlar, yani başlangıç ayarlarına dönmekten… Başlangıç ayarlarının ne kadar iyi olduğu baştan tartışmalıyken, zor olacak. Başkalarının gündemindeyse, “restorasyon” var, yani tarihteki belirli bir noktadan sonra bozulmanın başladığına inanıyorlar, o tarih neyse ondan önceki devleti inşa etmenin iyi bir fikir olduğunu düşünüyorlar. Daha iyimserler var, devleti reformlara tabii tutarak iyileştireceği kanısındalar, bu görüş sahipleri “devletin aslında iyi” olduğunu savunuyorlar, kötü unsurlardan temizlemek yeterli onlara göre. Bir de “rehabilitasyon” destekçileri var, daha radikal bir dönüşümden bahsediyorlar.

Rehabilitasyon, bireyin sağlıklı ve normal hayatına dönüşünü sağlayan bir müdahale olarak tanımlanıyor. Özellikle fizik tedavi bağlamında, rehabilitasyon organların bozulmasından kaynaklanan kayıpları gidermeyi amaçlayan bir yöntem. Bir devletin rehabilitasyonundan bahsettiğimiz zaman, normal işlevlerini yerine getiremediğini vurgulamış oluyoruz, bu işlevleri yerine getirebilmesi için yeni yapabilirlikler gerekiyor. Bu da doğru teşhis, yoğun tedavi ve çaba ile mümkün… Bizim de kusurları göz batan devletimizin “iyi” bir devlet olabilmesi için sahip olmadığı nitelikleri kazanması ve kaybettiklerine de yeniden sahip olması gerekiyor. Bu süreçte kazanmış olduğu kötü alışkanlıklardan sıyrılması ve bir daha da yakınlarından bile geçmemesine ihtiyaç var. Daha adil bir devlet olacaksa, bugüne kadar yanında taşıdığı ayrımcılıklardan sıyrılması ve “Cehalet Peçesi”ne bürünmesi gerekiyor ki adil olabilsin. En önemlisi, bizim de kısa vadenin bütün cazibesine karşılık ayakta kalabilecek bir çabayı harcamayı göze almamız gerekiyor ki ayağa kalkabilelim. Gelmesi şimdiden kesin sayısız krizi ayakta karşılayabilirsek, o zaman kendimizi başarılı addedebiliriz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.