Emre Erdoğan yazdı: “Baharı bekleyen kumrular gibi…”

Türkiye’nin geleceğini belirleyecek seçimlerin gerçekleşmesine bir aydan kısa süre kalmışken, heyecan gittikçe artıyor, insana başka bir şeyle meşgul olma şansı bırakmıyor. Oysa ülkemizin mevsimleri arasında baharın ayrı bir yeri olduğunu hemen herkes kabul eder. Erguvan ve lale gibi aristokratların yanı sıra gelincik gibi halk tipi haylazların kendisini gösterdiği, gökyüzüyle denizin mavinin aynı tonuna büründüğü, güneşin eski evlerin duvarlarından yansıyarak dünyayı altın tozuyla bezediği bir mevsimde seçim sonuçları üzerine spekülasyon yapmak için D’Hondt formülleriyle didişmek kaderimiz olsa gerek. Oysa bu toprakları bizden önce şenlendirenler Demeter, Persefon ve Hızır şenlikleriyle karşılarlarmış baharları, hepsi yeniden doğuşa işaret edermiş. Bizim çocukluğumuzda bile 1 Mayıs ve 19 Mayıs sadece bir tatilden fazlasını işaret ederdi, o tadı bile arıyoruz.

Baharda yapılacak bir seçimin başka bir yeniden doğuşa ev sahipliği edeceğine inancı olanlar çok, 14 Mayıs gibi sembolik bir tarihin seçilmesini takiben bunu gördük. İktidar cenahı bu seçimleri kazanarak milletin teveccühünü almayı ve kampanyasında belirttiği üzere “Türkiye Yüzyılı’nın” başlama vuruşunu yapmayı hedefliyor. Muhalefetse, AK Parti’nin yirmi yıllık iktidarını neredeyse Sauron’un Mordor’u olarak tasvir ederken; seçimle beraber güneşin karanlık topraklar üzerinde doğacağına gönderme yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun “Sana Söz Baharlar Gelecek!” kampanyasındaki ağacın erguvan olması bir rastlantı olmasa gerek. 

Pandemiyle, ekonomik ve siyasi krizlerle, terör saldırıları ve depremlerle geçen son beş yılı tarif ederken “kış” metaforu çok yanlış değil, hangimiz bu dönemde uyumuş olmayı ve huzurlu bir hayata uyanmayı istemez ki, insanın baş edemeyeceği sorunlarla karşılaştığında içe kapanıp enerji tasarrufu moduna geçmesi kalıtımsal. Öte yandan hayat böyle yaşanmıyor, sorunlarla dolu olsa da gülü bütün dikenlerine rağmen kavramayı ve elimizdeki yara izlerini sevmeyi öğrenmemiz gerekiyor, o başka.

Esas mesele, gerçekten de bahar gelecek ve yeniden doğacak mı? İnsan doğasının ve modernitenin gereği, hepimiz bir derece bipolarız, aşırı uçlar arasında salınmakla mükellefiz. Karamsarlık gerçekliği, iyimserlik iradeyi getiriyor, bazen de bir faydası olmadan da çaba harcamayı kabullenmek zorunda kalıyoruz. Yine de çabanın boşa gitmeyeceği hissine sahip olmak, taşı dağın tepesine yuvarlamayı kolaylaştırırdı, kabul edelim. Şimdi burada bir anket yapacak olsak, insanların beklentilerinin iyimserliğiyle, seçimin sonuç spekülasyonlarına güven derecesi arasında bir korelasyon buluruz, şaşmaz. Tam tersi de var tabii, kötümserler neden sandığa gidip oy kullansınlar ki? İnat ile açıklayabiliriz, o da çok saygıdeğer bir şey.

Mayıs’ın on dördünde başımıza ne gelecek olursa olsun, sanırım orta yolcu olmak en iyisi. Muhalefetin seçim kazanması her şeyi günlük gülistanlık yapmayacağı gibi, iktidar bir süre daha koltuğunu korusa ülke Mordor’a dönmeyecek. Nasıl içinde yaşadığı şartlar insan iradesinin önünde bir engelse; küresel şartlar da ülkelerin kaderlerini tek başlarına yaşamalarına izin vermiyor. Ortega y Gasset’nin buyurduğu “ben, şartlar ve benim” cümlesi ülkeler için de geçerli: Ülke yönetimlerinin kaderini kim oldukları kadar, hangi şartlar altında hükmettikleri de belirliyor. 

Hatta bu denkleme lider kişiliklerini de ekleyebiliriz, devleti aşırı akılcı bir hesap makinesi olarak görmeyenlerdenseniz siyasette liderlerin değer ve algılarının da belirleyici olduğunu bilirsiniz. Bazı liderler fevri, bazıları soğukkanlı, bazıları naif ve bazıları da aşırı şüpheci… Bazıları sopaya davranmaya eğilimli, bazıları da iflah olmaz iyimserler, Chamberlain ve Münih Anlaşması diye ararsanız bulursunuz örneğini. Bunun üzerine hükümet oluşumu da devreye girer, bazı hükümetler kuzulardan oluşur, bazıları da Lincoln’un “rakipler kabinesi” gibidir, didişip dururlar. Sadece insanlar değil, kurumsal tasarımlar da fark eder, başkanlık sistemi mi, parlamenter sistem mi; koalisyon hükümeti mi yoksa tek parti mi, aralarında büyük farklar bulunur. Üstelik bazı ülkelerde devlet/bürokrasi özerktir, kafasına yatanı yapar, yaptırır –“Emret Başbakanım” dizisindeki Sir Humphrey’i hatırlayın-. Başka ülkelerdeyse “emir demiri keser”, lider ne derse o olur. Bazı yönetimler “duyarlı” olur, her adımlarında meşruiyet, halk desteği almak zorundadır; diğerlerindeyse onay seçimden seçime alınır. Ülkedeki baskı grupları ya da sivil toplum örgütlerinin etkisine hiç girmeyeyim. Sonuçta bütün bunlar bir araya geldiğinde bir ülkenin nasıl yönetileceği biraz da “sarhoş yürüyüşüne” benzer, büyük ölçüde rassal olabilir.

Şimdi, siyaset dediğimiz şey etin girip sosisin çıktığı bir makineyse ve bu makinenin içinde ne olduğunu bilmiyorsak; biz vatandaşların oyunu ona ya da buna vermesiyle ne değişir? Cumhurbaşkanlığı seçimi tamam, kim kazanırsa her şeyi aldığından Saray’a kimin taşındığı fark yaratabilir, rivayet o ki cumhurbaşkanı seçilir seçilmez yüzlerce kişi işsiz kalacak, yerlerine atama yapılacak. Ama ya parlamento seçimleri? Ben birisine oy verdim diye ülke yönetimi neden değişsin ki? Zaten verdiğim kişi partisinin başkanı tarafından belirlendiğinden benim yaptığım bir noterlik işleminden fazlası değil. Eğer parlamenter sistemde olsaydık, en azından güvenoyu, gensoru filan veriyorlardı; iyi-kötü bir denetim işlevi vardı. Şimdi o da yok. Parlamenter sistemde bile Türkiye milletvekillerinin emir-komuta zincirinde oy verdiğini de biliyoruz, parti disiplini denen şey bu. O zaman, bu şartlar altında milletvekili seçmenin “adetten” olması haricinde ne gibi bir faydası var? Geleceğime yön verecek, baharı getirecek kişiler milletvekilleri değil, o kesin.

Bu perspektiften düşünürsek altı partide 18 bin kişinin adaylık için başvurmuş olması çarpıcı… Şimdi listeler karıştı, örneğin Millet İttifakı’nın altı partisi kısmen beraber, kısmen ayrı ama sonuçta altı yüz sandalye için aday olacak kişi sayısının iki binin altında olmasını beklemeyelim. O zaman da soralım: Neden? Neden bu kişiler aday diye sormayalım, güzel bir kariyer olduğunu biliyoruz. Neden bizim bu kadar çok adaya ihtiyacımız var? Bu iki bin kişinin haylice bir kısmı iyi bir kariyere, servete, sosyal çevreye sahiptir kesin, bu kariyerlerine devam etseler vatana-millete daha hayırlı olmazlar mı? A Partisi İstanbul on sekizinci sıradan aday olacaklarına dişçiliklerine, doktorluklarına, avukatlıklarına, profesörlüklerine devam etseler hepimiz daha mutlu olmaz mıyız?

Bir milletvekilinin baharın gelmesine ya da gelmemesine marjinal etkisi sıfır, eğer seçilirse… Seçilemeyecekler için bir etki yaratma fırsatı daha var, kampanyada birinci sıra adayıymış gibi canla başla çalışmak ki bari diğerleri seçilsin. İnsan doğasından bizden daha iyi anlayanlar, seçimlerde zorla oyunu bozmak için tercih sıralaması diye bir şey geliştirmişlerdi, partiniz sizi geriye koysa bile tercih oylarıyla seçilebiliyordunuz. Kötü yere konanlar bile o zaman çalışıp liste delmeye uğraşıyorlardı, başaranlar da oldu. Böyle bir mekanizma olmadığından, seçilemeyecek olanın çalışması ancak iyi niyete ya da parti içi kariyer hevesine kalıyor: “bugün on sekizinci sıra, yarın beş, öbür gün genel başkan…” Olur mu, olur… Ama muhtemelen kültürümüz burada devreye girer ve bir küskünler ordusu daha doğar.

Bugün yarın listeler açıklanacak ve çok sürprizler göreceğiz. Özellikle Altılı Masa’nın beşinin ve yarımının ortak listeyle girmeleri birçok iyi yer uman kişinin hayal kırıklığına uğramasına yol açacak. Halen Meclis’te olup da yer bulamayan vekiller de var, 2002 yılında seçim erteletmeye kalktılar ki ortalık karıştı. Düşünün zar zor seçilmişsiniz üçüncü yılda işsiz kalıyorsunuz. Bir o Meclis’i oluşturan 1999 seçimleri vardı ki DSP ve MHP sürpriz yaptıklarından genel başkanlarının tanımadığı vekiller Meclis’e doluşmuşlardı. Şimdi seçilmesi garanti sandalye sayısı sınırlı olduğundan böyle bir şeyle karşılaşmayız, tabii Memleket Partisi bir atak yapıp Meclis’e girmezse. O zaman birbirini yakasındaki rozetten tanıyan vekiller sahnesiyle yeniden karşılaşırız.

Özetle, siyaset zaten çok kalabalık. Vekil sayısının fazla olmasının bir faydası vardı, en azından seçim sisteminin temsiliyet özrünü biraz olsun gideriyordu kalabalık seçim bölgeleri… Onun haricinde “indir el, kaldır el” parti disiplini içerisinde hareket eden, seçilip seçilmemesi genel başkanın iki dudağı arasında olan, hepimiz gibi altı yüz ölümlüye ve bunlar arasında girmeye çalışan yirmi bin kişiye ihtiyacımız yok. 12 Eylül generalleri bile “Bu ülkeye dört yüz vekil yeter” demişlerdi, önce Tonton dört yüz elli yaptı, sonra Çiller’in kazasıyla beş yüz elli oldu. Meclis’i hiçe indiren cumhurbaşkanlığı rejimiyle de altı yüze yükseldi bu sayı. Bunu bilmek bile vekil sayısını azaltmanın mantıklı olduğunu gösteriyor, ilk fırsatta generallerin standardına inebiliriz, tabii bunu onaylayacak sayıda vekil bulabilirsek. Türkiye’de kendi pozisyonunun iptali için kampanya yapan tek bir kişi var, daha fazlasını zor buluruz.

Bahar gelecek, biz istemesek de… Bahar birileri, hele siyasiler istedi diye gelmeyecek, kendi istediği için gelecek. Her gece bir şekilde sabaha kavuşacak, her kötülük bir gün sona erecek. Ama bütün bunlar, birileri tarafından bize armağan edilmeyecek; hiçbir iktidar değişikliği siyahı bir gecede beyaz kılmayacak. Eğer baharı bu kadar arzuluyorsak, iki şey yapmamız gerekiyor: Gelebilmesi için çorbaya tuzumuzu atmamız, ikincisi de geldiği zaman tadını çıkarmamız. Yoksa hayal kırıklığına uğrayanlar arasına karışmamız kaçınılmaz olur.

e-mail: emreerdo@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.