Artık dünyada yaşanan değişikliklere iktisatçıların alışmalarının zamanı geldi.
İnsan bazen, ister istemez geçmişten getirdiği düşünme kalıplarıyla geleceği anlamaya, yaşayacaklarını tahmin etmeye çalışıyor.
Çoğunlukla geçmiş tecrübelerimiz geleceğin referansı olur. Zira böylesi daha emniyetli görülür. İşte bilim de böyle bilinmezliklerle baş edebilmek için devreye girer. Geçmiş tecrübelerden belli davranış kalıpları çıkarıp, geleceği o kalıpların ışığıyla anlamaya çalışır.
Akademik çevrelerde buna “geçmişe bağlılık” (path dependence) deniyor. Sanki her şey geçmişte yaşandığı gibi olacakmış kabulüyle, göstereceğimiz tepkilerin geçmişteki gibi olacağını varsayıyoruz. Aslında gelecekte koşullarda çok radikal değişimler olmayacağı varsayılacak olursa, bu yöntemin işlememesi için bir neden yok. Elbette bunu yaparken, kaçınılmaz olarak geleceği dünün kopyası haline getiriyoruz. Ya da gelmesini istiyoruz. Kendi kendimizin kehanetini yaratıyoruz bir nevi.
Tabii bu davranış tarzı, neticede hayatın dinamizmini dikkate almıyor. Sanki aynı geçmiş gelecekte de yaşanacakmış gibi geliyor. Oysa bazen geçmişe bakıp elde ettiğimiz deneyimlerin bugünün şartlarına uymadığını görür, düşünce ve davranış kalıplarımızı değiştirmek zorunda kalabiliriz. Bu zaten hayatın bir gerçeği. Bazen her şeyi yaptığınız halde geleceğin belirsizliği ve kontrol edilemezliği, öngöremediğiniz bazı sonuçları doğurabilir. Bilimin yapması gereken bu sonuçlara bakıp, kendini tekrar test etmek, bu testin sonuçlarına göre ya eskisi gibi devam etmek ya da eski düşünce ve davranış kalıplarına yeni bir yön vermektir. Bunu yaparken yeniliklerden korkmamak, cesur olmak gerekmektedir.
Bununla ilgili bir başka konu ise değişime ayak uydurmanın ya da ekonomide çözüm bekleyen sorunlara çözüm üretmenin liderliğini kimin yapacağı sorusuna cevap verebilmektir. Bilim ve bilim insanları bu konularda “muhafazakarlardır”; hızlıca öne çıkmaları ve çözümleriyle birlikte topluma liderlik edebilmeleri yaptıkları iş icabı pek kolay değildir. O zaman geriye bir tek siyasetçiler kalmaktadır.
Eğer toplum yaşadığı sıkıntıların, mağduriyetlerin çözümünü siyasi iradenin eline bıraktıysa, siyasetçinin buna sessiz kalması mümkün olmaz. Yoksa onların bir “teknokrattan” farkları kalmaz. Bu yüzden teknokrat davranış yeteneği, asla bir “liderlik” vasfı olarak düşünülemez.
Siyaset ve siyasetçi toplumdaki farklı kesimlerin refaha erişim mücadelesinde birer araçtır. Elbette gelecekte siyasetin olmadığı, iktisadi sorunların teknokratlar eliyle çözülebildiği bir dönemin olması mümkündür. Ama bu ancak “bolluk toplumunda” ortaya çıkabilir. İhtiyaç duyduğumuz mal ve hizmetlerin miktarı ne kadar bol olursa, yapılan refah mücadelesiyle birlikte siyasete duyulan ihtiyaç da o kadar az olur. O zaman salt uzmanlığa dayalı bir yönetim insanlık için çok daha makul görülebilir.
Ama bugün için böyle bir durum yok maalesef. Bırakın kaynak bolluğunu, çevreden, iklim krizine kadar ya da tüm dünyada etkileri gün geçtikçe görünür olmaya başlayan yoksulluğa kadar birçok problemli alanda siyasi liderliğe duyulan ihtiyaç günyüzüne çıkmıştır. O yüzden günümüz toplumlarında refah mücadelesi yapılırken, bu mücadeleyi yapan kesimlerin, siyasetçilerin eliyle kaynak dağılımda etkili olmayı istemeleri, refahın topluma dağıtılmasında aktif olmaya çalışmaları normal karşılanmalıdır.
Siyasetçiler tüm ülkenin refahını ve ekonomik geleceğini ilgilendiren konularda da tercih yapmak zorundadırlar. Bu amaca ulaşabilmek için bazen belli kesimlerin lehine sonuç üretecek politikaları savunup, uygulayabilirler. Burada önemli olan yaptıkları uygulamaların toplumdaki sonuçlarını görüp, o sonuçlara göre politikalarını gözden geçirebilmeleridir. Yani tecrübelerden ders çıkarabilmeleridir. Maalesef bu politikaların gözden geçirilip, yeni iktisadi tercihlerin yapılabilmesi, her tercih kazananlar ve kaybedenler yarattığından teknokratik kararlar alarak mümkün olmaz. Teknokratların değişime ayak uydurmasını sağlayacak ve onlara bu konuda liderlik edecek olan siyaset kurumudur.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kalkınma sürecinde karşılaşılan “tüketim ve birikim” arasındaki tercihler bu türden siyasi liderlik gerektiren kararlardandır. Kesinlikle teknokratik düzeyde ele alınmaması gerekir. Bu tercihlerden ne zaman, hangisine daha çok ağırlık verileceğini belirleyecek olan siyasetçilerdir. Onlar da buna toplumdaki gelişmelerin kendilerine yansıyan etkilerini dikkate alarak karar verirler. Oysa teknokratlar toplumsal etkilere karşı korunmuşlardır. O etkileri görmeleri veya onlara tepki vermeleri beklenmez. O yüzden teknokrat bakışı ve tepkisi ile siyasetçi bakış ve davranışları arasında ciddi farklar vardır.
Bazen siyasetçilerin toplumdaki gelişmelere göre aldıkları tavır, toplumsal gelişmelere tepki vermesi beklenmeyen teknokratlar tarafından “popülizm” olarak nitelenebilir. Oysa bazen teknokratların toplumun geniş kesimlerinin ihtiyaçlarını dışlayarak yaptıkları öneriler, çok dar bir kesimin yararına sonuç üretmesine rağmen, popülizm kapsamında düşünülüp, dışlanmaz. Anlayacağınız neyin popülizm olup olmadığı, biraz da karşılaştığımız gerçekleri kavrayabilme kapasitemize bağlıdır.
Maalesef bizim gibi sermaye eksikliği çeken ülkelerde, çok uzun süre hızlı sermaye birikimi gerçekleştirmenin peşinde koşulduğu için bu amacın dışındaki uygulamaların çoğu “popülizm” nitelendirmesini kapsayacak bir şekilde genişletilir. Bu yapılırken, tüketim ve bu tüketim için gerekli gelirin bölüşümü hep ikinci plana itilir. Oysa bu, ülkelerin kalkınma süreçlerinde siyasetçilerin göz önünde tutmaları gereken ikinci bir tercih seçeneği olarak her zaman önlerinde durmaktadır. Ama görmek istemezler. Sorun bunlardan hangisinin, hangi koşullarda ve ne zaman kullanılacağına karar vermektir.
Sermaye birikimi toplumun dar bir kesimi üzerinden yürütülebildiği için gelirlerin bu kesimin elinde yoğunlaşması, zamanla ülke genelinde bölüşüm sorunlarına neden olabilmektedir. Bu sorunu görüp, buna tepki göstermek siyasetçilerin asli işlerinden olmalıdır.
Peki ama “tüketim ve birikim” arasında yapılması beklenilen seçime “yeniden dağıtım” bir üçüncü seçenek olarak eklenmişse ne olur?
Burada yeniden dağıtım, mevcut refah arttırılmadan sadece belli kesimlere yönlendirilmesi ve o dar bir kesimin elinde adaletten uzak bir şekilde birikimine izin verilmesi anlamına gelir. Zira ülkemizdeki iktidar tarafından bu, uzunca bir süredir izlenen bir politikadır ve bunun toplumda yaratmış olduğu eşitsizlikler ve adaletsizliklerin görülmemesi mümkün değildir. Hatta bazılarının ifade ettiği gibi bunların yok sayılması imkansızdır.
Bazen siyasiler ve birtakım elitler mevcut refahın tekrar dağıtımını sağlamaya çalışır, bunu yaparken de iktidar gücünü kullanarak bu refahın yeniden dağıtımını yaparak el koyabilir. Bu üçüncü seçenek geniş kitlelerin refaha erişimini engellerken, aynı zamanda ülkenin üretken sermaye birikimine de herhangi bir katkı yapmayabilir. Tıpkı uzun süredir ülkemizde olduğu gibi.
Bu tercih, verimsizliği ve beraberinde etkinliği bozucu sonuçlar doğuran bir tercihtir. Zaman zaman siyasiler bu üçüncü seçeneğin yanında yer almak ve desteklemek isteyebilecekleri için siyasi sistemin elden geldiğince şeffaf, hesap verebilir olması arzulanır. Bunu sağlayabilmenin yolu ise “demokrasidir”. Demokrasiden uzaklaşıldığında, ülke kaynaklarının siyasilerin yakınlarındaki dar bir kesime yönelik yeniden dağıtılması çok daha fazla mümkün olur.
Türkiye’de siyasi iktidarların büyük bölümü sermaye yanlısı bir tavır içinde olup, ülkenin üretim imkanlarını geliştirmeyi amaçlayan sermaye birikimini tercih etmişlerdir. İktisadi sistemin kurumsal yapısının da buna uygun bir şekilde inşa edildiği görülmüştür. Bunda dış dünyadaki gelişmelerin ve diretmelerin payı elbette olmuştur. Ama öyle bile olsa, Türkiye’nin ekonomik üretim kabiliyeti ve sermaye birikiminin seviyesi belli bir düzeye erişmiştir.
Ama bu süre zarfında hiçbir zaman bölüşüme öncelik veren iktidarlar görülmemiştir. Çünkü iktisadi sistemin daha önce inşa edilen kurumsal yapısı böyle bir tercihe göre inşa edilmemiştir. Sistemin ve teknokratik yapının tüm motivasyonu üretken sermaye birikimini sağlamak yönündedir.
Zaten mevcut yapı içinde bölüşümü ne zaman öne çıkartsanız, bu tercih her zaman “müesses nizamın fıtratına” aykırı görülmüştür; eleştirilmiştir. Çünkü bu kanaatin sahiplerinde geçmiş tecrübelere, geçmişte oluşturulmuş yapının sistematiğine bağlılık vardır. Bu geçmişe bağlılık içinde, bölüşüm tercihi sistem tarafından “dışsal” olarak kabul edilmiştir. Yani uygulanan sermaye birikim modelinin bir sonucu olarak görülmemiştir. Bu birikim sürecini olumsuz yönde etkileyecek her türlü karar ise “popülizm” olarak değerlendirilmiştir.
Dünyada ve ülkemizde bu yüzyılın başından beri gördüklerimiz, yirminci yüzyıl yapılarının ve işleyişinin geleceğe yönelik beklentilerimizi karşılamada yetersiz kalacağına işaret etmektedir. Bu yüzden insanlar, yirminci yüzyıl sanayi toplumunun “vahşi kapitalizmini” daha çok eleştiriyorlar. Çevre, iklim değişimliği, sömürü, gelir dağılımındaki sorunlar, yoksulluk, geçmişte olmadığı kadar daha çok görünür oluyor. Geçmişin yapıları ve fikirleri bu sorunların çözümünde çok fazla işe yaramıyor.
Peki neden?
Öncelikle geçmişin fikir ve yapılarının dikkate aldığı ve piyasa kurumu üzerinden çözmeye çalıştığımız sorunlarımızın, geçmişte olduğu gibi tüketim-birikim ekseninde yapılacak tercihlerle çözülebilme olanağı kalmamıştır. Piyasa bu tercih problemini bir noktaya kadar çözebiliyordu. Ancak piyasalar, “yeniden dağıtım” maksadıyla sisteme yapılan doğrudan müdahalelere karşı çaresiz kalmıştır. Bu müdahaleler sonucunda haksız yere el koyulan refah, ne geniş kitlelerin tüketimine ne de üretken sermaye birikimine yönlendirilmiştir. Tüm bunlar yaşanırken biz iktisatçılar bu üçüncü tercih seçeneğini görmezden geliyor ve bunu bir bütün olarak üretken sermaye birikiminin bir parçası olarak görmek istiyoruz. Oysa bu hiç doğru değil.
İki tercihli iktisadi sistemin öğretilerini, yeniden dağıtım amacıyla el konulmuş olan refahı tekrar tüketim-birikim ekseninde yapılmış tercihlerin bir sonucu olarak değerlendirmeye devam ediyoruz. Bunu yaparken bölüşüme ağırlık vermemiz, üretken sermaye birikimine haksız bir müdahale olarak görülebiliyor.
Kanımca bugün Türkiye ekonomisi ciddi bir yol ayrımının arifesindedir. Bu ayrım sadece siyasette değil, aynı zamanda siyasilerin yapacakları iktisadi tercihler bakımından da bir yol ayrımıdır. Bu yol ayrımında siyasilerimizin yapacakları tercihleri, ekonominin içinde bulunduğu durum ve vatandaşın maruz kaldığı mağduriyetler belirleyecektir. Bu tercihin daha fazla ertelenmesi, görmezden gelinmesi ise mümkün değildir. Zira mevcut koşullar vatandaşın tahammül sınırlarını zorlamaktadır.
Geçmişte olmadığı kadar hızlı bir şekilde, vatandaşın gelirleri ile mal talepleri arasındaki bağ kopmuştur. Daha önce erişilen refahın göstergesi olan birçok mala erişim, bugünkü gelirlerle mümkün değildir.
Bugün enflasyon düzeyinin geldiği noktada, var olan gelir eşitsizlikleri giderek artmaktadır. Ülkemizdeki gelirler politikasını baştan sona geçersiz kılan bu gelişmeler, yeni bir gelirler politikasının geliştirilip, uygulamasını zaruri kılmaktadır. Makroiktisadi dengeler bakımından enflasyonla birlikte, daha yüksek fiyat seviyelerinde oluşan yeni bir dengenin kurulabilmesi, en azından kısa dönemde bazı kesimlere daha yüksek gelir temin etmekle mümkündür. Bu amaçla Kemal Kılıçdaroğlu’nun vaat ettiği, emeklilere verilen ikramiyenin asgari ücret seviyesine çıkartılması popülizm olarak değerlendirilmemelidir. Bu olsa olsa, bugüne kadar uygulanan, belli imtiyazlı kesimler lehine yürütülmekte olan “yeniden dağıtım” sürecine müdahale edip, geniş kitlelerin daha adil bölüşüm taleplerine verilen bir tepki olarak düşünülebilir.
Kılıçdaroğlu’nun diğer sosyal koruma yöntemleri konusundaki vaatleriyle birlikte değerlendirildiğinde, bunlar çok daha kapsamlı yeni bir gelirler politikasının ipuçlarını vermektedir. Bu sebeple yapılan vaatlerin, 1970 ve 1980’lerden kalma bir nitelemeyle “popülizm” değil, ülkede bozulan makroiktisadi dengeleri tekrar oluşturma gayreti olarak düşünülmesi yerinde olacaktır.
e-mail: guncavdio@gmail.com