Öner Günçavdı yazdı: AKP’den bize kalan miras

Yirmi yıllık AKP iktidarının karakteristik özellikleri toplumun her alanına damgasını vurdu. Bugün bu, kamu hizmetlerinin yapılış şeklinden tutun da ekonomi yönetimine, oradan tarihe bakıştan, bilime kadar birçok alanda görülebilmektedir. AKP birçok alandaki yetersizliğini ve liyakatsizliğini toplumu baskılayarak ve iktidarın propaganda gücünü kullanılarak görünmez kıldı.

Her şeye rağmen toplumun bunu fark etmesi elbette zaman alıyor. Özellikle medyada iktidar lehine oluşan asimetrik güç yoğunlaşması, iktidarın kendi gerçeklik algısını oluşturmasını kolaylaştırıyor. Medyanın sağladığı bu güven ortamında, kalabalıklardan aldıkları desteğe bakarak yaptığı uygulamaların “meşruiyetine” inanıyor iktidar. Bu nedenle ne yasalara ne de kurumsal teamüllere önem veriliyor. Toplumsal desteği yüksek tuttuğunuz müddetçe, bunlar dikkate alınmaması gereken “vesayetçi kısıtlar” olmaktan öteye geçemiyor. Meşruiyetin tek kaynağı, seçmen desteğine ve seçimlerde elde edilen “çokluğa” indirgeniyor.

Basın üzerine uygulanan baskılar, “muhalif” kesimlerden yükselen itirazların ve iktidarın yönetim zaaflarının toplum tarafından görülmesini engelliyor. Bu yüzden toplum yoğun bir şekilde basın özgürlüklerini ve baskıları tartışırken, iktidarın başka alanlardaki yetersizlikleri kolayca göz ardı edilebiliyor. Yapılan haklı eleştirilerin geniş kitlelerin dikkatine ulaşması kolaylıkla engellenebiliyor.

Sadece zaman zaman istem dışı oluşan şoklar bu yetersizliklerin açığa çıkmasına, toplumun bunları görmesine neden olabiliyor. İşte iki yıl önce Muğla ve çevresindeki yangınlara müdahaledeki zaaflar ya da en son yaşadığımız Kahramanmaraş-Hatay depremi sonrası yaşananlar ve yaşamakta olduklarımız ortada.

Aslında kamu yönetiminde uzun zamandır zaaf yaşandığı söylenebilir. İktidarın bu yetersizlikleri içten içe bilinse de bazen görmemeyi tercih edebiliyoruz. Hatta bazılarımız daha da ileriye giderek, gördüklerimizin aksine inanmak da isteyebiliyoruz. Maalesef acı gerçekler bazen karşımıza beklenmedik bir anda çıkıp, bugün olduğu gibi kendini görünür kılabiliyor. Sorun sadece bir zaman meselesi. Ama geç gelen aydınlanmaların toplumlara çok büyük maliyetler yüklediğini de unutmamak gerekir.

İktidarının ilk yıllarında AKP, uyguladığı yönetim modelini “toplumsal eşitlik” mücadelesinin bir aracı olarak kamuoyuna sundu. Bu mücadeleyi sürdürebilmek yerleşik anlayışa ve yönetim tarzına karşı olmayı gerektiriyordu. Başlangıçta toplum buna sıcak da baktı doğrusu. Çok eleştirmedi. Hatta benimsedi bile diyebiliriz. Aslında AKP, onun öncesinde bile içten içe kamuya sirayet etmiş olan çıkar odaklı, ihtiyatsızlığı esas alan bir yönetim tarzının, herhangi bir meşruiyet tartışmasına konu olmadan ilk kez açığa çıkmasına fırsat sundu.

Bu yüzden yerleşik kuralların değişmesi ve bu kuralların sınırları içinde davranan kurumsal yapıların bir bir ele geçirilmesi, mümkünse “aynılaştırılması” gerekiyordu. Ancak o zaman toplumdaki farklılıkları sindirip, tek tipçi bir bakışla yeni bir toplum yapısı oluşturulması mümkündü.

Elbette bu kadar iddialı amaçların gerçekleştirilebilmesi, kendi iradesi dışında önceden belirlenmiş ve dayatılmış kurul ve kuralların değiştirilmesini gerekli kılıyordu. Ancak bu amacın önündeki en önemli zorluk, yıkılan kurumların ve kuralların yerine sürdürülebilirliği olan, topluma yirmi birinci yüzyıl dünyasında refah üretecek bir alternatifinin konulması; yani eskiyi daha iyisi ile ikame edilebilmektir. Görünen o ki AKP’nin bu hususta yapabildiğinin en iyisi, kendilerinin sonradan amaç olarak benimsedikleri “başkanlık sisteminin” inşa edilmesi oldu.

Ancak Erdoğan liderliğindeki AKP, bu yeni sistemi inşa ederken gerekçelerini ikna edici bir şekilde ortaya koyamadı. Samimi olmadı. Ama daha da önemlisi, yeni sistemin geçmiş ile hesaplaşması yeterince yapılamadı. Aksine eski sistemin kendisi için oluşturduğu kısıtlar kaldırılarak, yine eski sisteme has zaaflar sahiplenildi. Amaç demokrasi, daha fazla özgürlük ve refah olmaktan uzaklaştı, aksine bu yeni sistemle tek adamın iktidarını ve belli bir oligarşik yapının menfaatlerini korumak amaçlandı. Bu sistemin meşruiyet kaynağı olarak da beş yılda bir yapılan seçimlerde elde edilebilecek yüzde 51’lik kamuoyu desteği görüldü.

AKP’nin bilinen yönetim anlayışı geçmişte ve günümüzde kamunun olağan işleyişine müdahale ederek, sözüm ona toplumsal eşitlik sağlama maksadıyla kamuoyu rızasını yüksek tutup, iktidarda kalma süresini uzatmaktan ibaretti. Ancak AKP iktidarı yirmi yıldır bu şekilde elini attığı her alanı işlevsiz kılmayı başardı; kuruttu. Böylece ülkede, son derecede “bereketsiz”, yani “fayda sağlamayan” bir kamu yönetim şekli oluştu.

AKP iktidarı süresince hiçbir zaman ülkenin sorunlarına kalıcı çözüm getirecek kapsamlı politikalara öncülük yapmadı. Bunca zamandır hep kendi iktidarını sürdürebileceği ve/veya güçlendirebileceği politikaların peşinde koştu durdu. O nedenle yönetimde toplumun çıkarları değil, sadece kendi çıkarları konu edildi. Bu da onun zamanla toplumla bağlarının kopmasına yol açtı. Öyle ki yaptığı uygulamalarda hiçbir zaman muhalefetin desteğini istemedi. Hatta bundan özellikle kaçındı. Her konuda paylaşmayı değil, sahiplenmeyi tercih etti.

Zaten AKP yöneticilerine hâkim olan “kibrin” de nedeni bu değil midir?

Neden böyle davranmayı seçti AKP?

Çünkü amaç toplumsal faydadan ziyade, yapılan uygulamalarla kendisine ve iktidarını destekleyenlere yarar üretmekti. Muhalefetin desteğini almak, aynı zamanda elde edilecek başarıyı muhalefetle paylaşmak anlamına gelecekti.

AKP’nin yirmi yıllık iktidar dönemine şöyle bir bakıldığında, kendi iktidarını güçlendirecek uygulamalar dışındaki her şeyi polemik konusu edilip, yapılan eleştirileri görünmez kıldığı anlaşılır. Bu bakımdan, yapacağı icraatları seçerken de son derecede seçici oldu AKP. Kendi yararına olacak uygulamalara öncelik verdi. Ama ülkenin hiçbir sorununu kalıcı olarak çözmek bu kapsam alanına girmemiştir.

Toplum yararına olan birçok kamu hizmeti ihmal edilmiştir. Örneğin milli eğitim uzun süre ihmal edilmiş, belli siyasi çıkarlar güdülerek yapılan uygulamalar eğitim sistemini içinden çıkılmaz bir duruma sokmuştur.

Adalet sadece AKP’nin kendi ikbalini sağlamanın bir aracı haline getirilerek, toplumun adalet talepleri görmezden gelinmiştir.

İçişlerine baktığımızda, toplumun güvenlik beklentilerini karşılamayı bırakın, bizzat ülkede oluşan güvenlik zaaflarının kaynağı haline gelinmiştir. Dahası, yine AKP’nin kendi ikbalinin önündeki toplumsal muhalefeti baskılamanın bir aracına dönüşmüştür.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ekonominin ihtiyaçlarının dışına çıkarak, daha çok siyasi sistemin “PİAR” kuruluşu haline gelmiştir.

Kurumlarımızın kimliklerini yitirmesi ve gerçek fonksiyonlarının dışında işler yapar hale gelmesinin en çarpıcı örneği ise yaşadığımız en son deprem sonrası açığa çıkan Kızılay’ın durumudur.

Bir başka örnek de ülkemizdeki ekonomi yönetimidir. Zira uygulanan modelin Türkiye ekonomisi için herhangi bir faydası yokken, izlenen politikaların Sayın Cumhurbaşkanı’nın siyasi söylemlerini destekleyecek nitelikte olması da ekonomi için büyük risk oluşturmaya başlamıştır.

Bu yönetim zaaflarının mikro düzeyde bir yansımasını da üniversitelerde ve ülkemizdeki bilim üretim süreçlerinde görmek mümkündür. Maalesef artık üniversitelerimiz işlevlerini yitirmiş, amaçları dışında işlerle uğraşır hale gelmiştir. Hatta yirmi yıllık AKP iktidarının en güçlü damgayı üniversitelere vurduğunu söylemek bile mümkündür.

Liyakat sistemlerinin hiçe sayılmasını veya rektörlerin niteliklerini konu edinecek değilim. Üniversitelerimiz konusunda bir gerçek daha var ki kamuoyunda bugüne kadar çok fark edilmedi. Zira bu dönem zarfında üniversite rektörlerinin birçoğu “müteahhit” oldu. Açılan yeni üniversitelerin yapılaşmalarında ihale takip eden, bu ihalelerde söz sahibi olan bir konuma geldiler. Bunun neticesinde de rektörleri, akademisyenlerden ziyade siyasilere yakınlığı olan ve ihaleleri kovalayan müteahhitler belirler hale geldi.

Büyük üniversiteler ise gayrimenkul sahipleri gibi iktidar tarafından üniversite arazileri üzerinde oluşturulan rant alanlarından kira geliri devşirmeye soyundular. Kurulan teknoparklar yoluyla vergiden “kaçınmaya” çalışan şirketlere vergi cennetleri sunularak, karşılığında makul kira gelirleri kazanılmaya çalışıldı.

Listeyi bu şekilde uzatmak mümkün.

Muhalefet ise tüm bu gelişmelere elinden geldiğince direndi. Bunda da belli bir noktaya kadar başarılı olunabildi. Zaten 14 Mayıs seçimleri de onların bu direnişlerinin neticesinde ortaya çıkan itirazların dile getirilmesi ve bu gidişe bir “dur” demenin bir fırsatı haline geldi.

Seçim sonuçlarının ne olacağı şu an için bilinmek zor. Ama şu an için kesinleşmiş ve toplumda yerleşmiş bir şey var ki, o da yirmi yıllık AKP yönetiminin alternatifsiz olmadığının artık anlaşılmış olmasıdır.

Sadece belli bir partinin ve taraftarlarının menfaatlerini gözeten bir sistemin sürdürülebilirliği artık zora girmiştir. Bu durum, toplumdaki “değişim taleplerini” güçlendiren bir beklenti oluşturmaktadır. Artık AKP’nin kendi tabanı bile kamunun hizmet üretme kapasitesi bakımından içine düşülen zaafların farkına varmıştır. AKP’nin giderek eriyen siyasi tabanı, belli bir seçkin grubun menfaatlerine uygun sonuç üreten uygulamalara meşruiyet üreten ama bu uygulamalardan yeterince pay almayacak duruma gelen bir noktaya gelmiştir. Sanırım bu seçimlerde AKP’nin en önemli sorunu kendi rolünü bu şekilde gören tabanını bunun aksine ikna edebilmektir. Ancak şu ana kadar AKP yönetimi bu konuda pek başarılı olabilmiş görünmemektedir.

e-mail: guncavdio@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.