Kemal Can yazdı: Mitingler ne işe yarar?

Neredeyse elli senedir miting izliyorum. İlk kez 1973 seçimlerinde, henüz kısa pantolonlu bir çocukken, bisikletime atlayıp Ecevit’in mitingini izlemeye gitmiştim. Henüz Karaoğlan rüzgarının tam esmeye başlamadığı, Şenay’ın “Sev Kardeşim” günleriydi. Daha sonra her fırsat geldiğinde kimin olduğuna, büyüklüğüne bakmadan gittim mitinglere (açık hava toplantılarına). Mahalledeki arkadaşlarımı pek ikna edemediğim için genellikle yalnız giderdim ve elbette kalabalıkların arasında olmak için yaşımın uygun olmadığını düşüneceğinden emin olduğum annemden gizli olarak. 1977’deki seçimlerde ise ben artık başka mitinglerin insanıydım ama yine her partinin mitingine gidip bakmaktan -artık bazılarına belki biraz daha uzaktan- vazgeçmedim. Hareketlilik, müzikler, pankartlar, dışarıdan bakınca çok tuhaf gelen bir coşku, koca koca adamların çocukça hareketleri ve ilgi çekici daha bir sürü hadise.

Fakat en çok kalabalıkların kürsüdekilerle alışverişleri dikkatimi çekerdi. Konuşacak liderin daha meydana girmeden estirdiği heyecan, ne söylediği tam olarak anlaşılmasa bile, sesinin tonundan gelen talimatla kalabalığın hareketlenmesi, meydan coştukça kürsüdekinin tempoyu artırması. Gidip gelen, birbirlerini etkileyen ve kısa sürede başka bir şeye dönüşen bir dinamizm. O zamanlar benim dikkatimi çeken bu alışverişin, zaten bu işin özü olduğunu sonradan öğrendim. Gazeteciliği meslek olarak yapmaya başlayınca mitinglere ilgi mecburi bir hal aldı. En üşenmediğim işler, miting takip etmek oldu. Hatta ilk maaşımın tamamını, bir mitingden diğerine (1987-Demirel-Şereflikoçhisar-Aksaray) ulaşmak için tuttuğum taksiye verdim. Efsane liderleri, mükemmel hatipleri miting meydanlarında en yakından izleme fırsatı buldum. Kürsüden meydanın-meydandan kürsünün nasıl göründüğünü ama asıl önemlisi nasıl temas kurulduğuna tanık oldum.

Şimdilerde mitingler pek küçümseniyor. Sadece gençler değil yaşını başını almış -hatta “seçmene dokunmak” gibi havalı cümleler kurmayı seven- bir grup insan, modası geçmiş, anlamsız şeyler olduğunu söylüyor. Oysa mitingler bir şeylerin anlatılması için en doğru iletişim mecrası olduğu için yapılmıyor. Mitingler, toplanan kalabalıkları kıyaslayarak sayısal oranlar bulmak için de yapılmıyor. Elbette konvansiyonel medyadan sosyal medyaya kadar çok daha etkili iletişim imkanları var. Üstelik sonuçları hemen raporlamak da mümkün. Aynı şekilde sayısal tabloyu görmek için hemen her hafta hatta her gün bir anket yapılıyor. Fakat sadece mitinglerde izlenebilen enerji aktarımı da bu teknolojik numaralarla halledilemiyor. Tıpkı mükemmel yayın teknolojilerinin stadyumda maç izlemeyi, mükemmel ses sistemlerinin konserleri lüzumsuz hale getirmediği gibi. Mitingler, kürsüdekilerle meydandakiler arasında ilişki kurulup kurulmadığını gözlemek için de rakipsiz.

İki haftadır meydanlar biraz daha hareketlendi. Medyascope ekibiyle Millet İttifakı’nın birlikte sahne aldığı İzmir ve İstanbul mitinglerini izledim. Bu seçimin kritikliği ile tezat oluşturan heyecansız atmosferden çok söz edildi. Özellikle startın İzmir’de verilmesi, bu hareketsizliği kırmak ve seçmen coşkusunu biraz daha görünür kılmak içindi galiba. Açıkçası İzmir ve İstanbul mitingleri hem sayısal sonuçları açısından hem de eksik kalan heyecanın kaynağından (seçmenden) tedariki konusunda başarılı örnekler. Galiba seçimin kritik olduğuna inanmadığı için değil de fazla inandığı için heyecanını içine gömmüş olan seçmen, bunu biraz dışarı vurma fırsatı buldu. Moda tabirle, heyecanını, coşkusunu biraz saldı (tam değil). Bu, bir süredir Türkiye’deki bütün seçimlerin en belirleyici unsuru haline gelen psikolojik üstünlük açısından önemliydi. Çünkü sandık kurulmadan -hilesiz- seçim kazanmak, “kazanma” özgüveniyle çok ilgili.

Gelelim, bu mitinglerin benim bakmayı sevdiğim tarafına; kürsüdekiler ile meydandakilerin muhabbetine. (Diğer aktörlere sonra temas edeceğim) Kürsüye ve meydana hakim her yere asılmış Kılıçdaroğlu posterlerinin işaret ettiği gibi; meydana gelen kalabalıkların, gelirken ve sonuna kadar beklerken “Bay Kemal” ile kurdukları ilişki, giderek daha belirgin bir hal alıyor. Miting alanını ısıtmak için çalınan şarkıların arasına yerleştirilmiş, “Ben Kemal, geliyorum” ses kaydının her seferinde aldığı yüksek alkış, fabrikasyon olmayan el emeği pankart ve dövizlerde Kılıçdaroğlu ile kurulan iletişim, dikkatimi çeken noktalar. Ancak daha da önemli ve ilginç olan, kürsü ile meydan arasındaki enerji transferinin yönü. İki mitingi kıyaslayınca, meydandan gelen dinamizmin Kılıçdaroğlu’na epey yaramış olduğunu, onu epey beslediğini gördüm. Bağırmadan, tuhaf vurgularla tansiyon üretmeye kalkmadan doğrudan ve açık temasın kapısını bulmuş, en azından kısa ve hızlı öğreniyor gibi.

Başta anlattığım 70’li yıllarda Ecevit, seçtikleri kelimeler ve hatta aksanlarıyla yerli-milli farkını göze sokmaya çalışan diğer liderlerin aksine, gayet düzgün bir Türkçe ile ve bazen pek alışık olunmadık kavramlar kullanarak, “halkçı Karaoğlan” unvanını alabilmişti. Şimdi de Kemal Kılıçdaroğlu, ciddi bir heyecan ateşlemese bile desteklediği -hatta inandığı- için kimsenin pişmanlık duymayacağı biri olmayı deniyor. Niyet etse belki de pek başarılı olamayacağı bir işe soyunmak yerine, yetebileceği kadarına hamle ediyor, onu bir iddiaya dönüştürüyor. Meydanları coşturan, herkesi heyecanlandıran biri olmak yerine, yapabileceği veya öne çıkardığı imkandan gelen coşkunun kendisine ulaşmasını tercih ediyor. Bağırmadan konuşmayı, “ben” diye konuşmasına rağmen iddiasını kişiselleştirmemeyi ve en önemlisi uzatmamayı başarıyor. Ya kampanyası tam ona göre hazırlandığı için ya da kampanya giderek ona benzediği için, dezavantaj sayılan taraflarından bir fark yaratıyor. Üstelik sadece Erdoğan ile de değil.

Kılıçdaroğlu’nun biraz geç başladığı için belki eksik kaldığı ama kısa sürede kendisine daha çok benzemeye başlayan kampanyasında, mitingleri asli işlevine döndürmeye yardımcı olan bazı avantajlar var. Birincisi; sonuç almak için sihirli formül olarak gündeme getirilen somut öneriler, “Kemal’in tahtası” ve gece yarıları atılan “mutfak videoları” ile kısa ve hızlı bir yöntemle çözülmüş. Meydan performanslarında çok yer tutan, tam anlatılamadığı için eksik kalan vaatler, günün teknolojisi eliyle -üstelik bu mecraya yatkın gençleri de daha kolay içerecek şekilde- hallediliyor. İkincisi; iktidarla ve özellikle Erdoğan ile atışma, polemik, cevap yetiştirme veya suçlamalara izah bulma işinin tamamen cumhurbaşkanı yardımcılarına havale edilmiş olması. Masa pazarlıklarında, hassasiyet kozlarını cömertçe kullanan ve iktidar istismarlarına fazla prim veren aktörler, bu angaryaların doğal yüklenicisi olmayı biraz da kendileri istedi.

Son olarak, Millet İttifakı mitinglerinin (Millet Buluşmaları) diğer sahne performanslarına ilişkin birkaç şey söyleyerek bitireyim. Altılı Masa’nın ve sonradan -Akşener dönüşü için- eklenen belediye başkanlarının “birlikte görüntü vermesi”, çok gündeme getirilmişti. Defalarca pek çok kişiden, “Birlik görüntüsü için şöyle bir el ele kürsüde poz verseler” temennisi duyduğumu hatırlıyorum. Ancak hep birlikte sahne aldıkları iki mitingi izledikten sonra, keşke “Birleşe birleşe kazanacağız” görüntüsü için başka yöntemler tercih etmeselerdi (mesela “Haydi” videoları gayet iyi) demek zorundayım. Bir ikisi dışında herkesin Kılıçdaroğlu’ndan uzun konuşarak, kalabalık ve heyecan istismarı yapması, sadece miting kalabalığının dayanıklılık sınavı açısından anlamlı. Ayrıca bu sınavda seçmenin basiret puanının hayli yüksek çıktığını söylemeliyim. Seçimden önceki son hafta sonu yazısını da böylece bitirmiş olalım.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.