Öner Günçavdı yazdı: Türkiye ekonomisinin parlak görünmeyen geleceği

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu kötü duruma rağmen, ekonomiyi bu duruma getiren bir anlayışın kamuoyundan tekrar destek görmesi ve yapılan seçimde en yüksek oy oranına ulaşması kamuoyunda kafa karışıklıklarına neden oldu.

Ekonomide uzun zamandır sinyalleri görülmeye başlamış kötüye gidiş seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından rakamlara yansımaya başlamıştı zaten. Mali piyasalardaki belirsizlikler de bir o kadar artmıştı. Piyasalardaki gelişmelere bakılırsa, bu seçim sonuçları durumu biraz daha kötüleştirmiş. Ekonomide yaşadıklarımızın seçim sonrasında nasıl sonuçlanacağı ise artık ciddi bir muamma.

Anlaşılan seçim sonuçları ekonomik olarak herhangi olumlu bir etki yaratmamış. Sözüm ona “siyasi” istikrarın çıkma ihtimalinin yükselmesi bile bu kez olumlu bir şekilde finansal göstergelere yansımamış. Neredeyse yirmi bir yıldır ilk kez piyasa ile seçmen tercihleri birbirinden farklılaşmış durumda.

Erdoğan’ın seçimi kazanması piyasalara güven vermemiş. Döviz talebi artarken, resmi kur ile piyasa kuru arasındaki fark, daha önce görülmemiş boyutlara geldi. Bankalarda 19,79’a satılan dolar, Kapalıçarşı’da 20,45 seviyesine çıktı. Hatta döviz talebi üzerinde baskı yaratmaması için dönemsel olarak piyasadan döviz temin eden büyük şirketler bile döviz taleplerini erteleme yoluna gittiler.

Kılıçdaroğlu’nun seçilme şansının artmasına olumlu tepki veren mali piyasalarda neredeyse 400’lere kadar inen CDS’ler, sonuçlar açıklandıktan sonra 700’e yaklaştı. Neticede 2030 vadeli Eurobond faizleri yüzde 7,90’dan yüzde 9,50 seviyesine yükseldi. Beş yıllık dolar cinsi Türk banka tahvil faizleri ise yüzde 10 seviyesini gördü. İstanbul Borsasındaki yabancı çıkışları ve bunun ardından endekste yaşanan düşüşleri söylemeye bile gerek yok. Kredi piyasasındaki sıkışıklıklar artmışken, bir de BDDK ve TCMB’nin karşılıklı yaptığı yönetsel hatalarla piyasanın daha da sıkışmasına yol açıldı. Tüm bunlar büyük bir mali fırtınanın işaretçisi olarak görülebilir. Kanımca Sayın Erdoğan en büyük mücadelesini siyasi rakiplerine değil de ekonomiye karşı veriyor gibi.

Ekonomide yaşanan gelişmeler bunlarla sınırlı kalsa yine iyi. Ek olarak TCMB mali ihtiyati tedbir başlığı altında bankaları daha da baskı altına alarak, mudilerin TL kredi taleplerini sınırlamaya gidiliyor. Amaç seçime kadar alınan TL kredilerin dolar talebine yansımasını engellemek. Ama birden bundan vazgeçiliyor. Sebep, vatandaşı ekonomideki durum konusunda uyandırmama.

Dolar cinsinden mevduat sahiplerine yönelik olarak da, bu mevduatlarını TL’ye dönüştürmeleri yönünde baskı ve teşvikleri uygulanmaya başlandı. TCMB politika faizi yüzde 8’lerde sabit tutulmasına rağmen, piyasa faizleri yüzde 40’lar seviyesine çıktı bile. Kredi bulmak güçleşti. Bulsanız bile faizleri ödenemeyecek seviyeye geldi. Bir kısım seçmene sorsanız her şey normal.

Görünen o ki, seçmen Sayın Erdoğan ve Cumhur İttifakını göreli olarak daha fazla destekler, onlara TBMM’de çoğunluğu verirken, bunun ekonomik aktörleri çok memnun etmediği çok açık. Bunun nedeni iktisadi aktörlerin Erdoğan yönetimine güvenememesi olabilir mi acaba?

Aslında kamuoyu bu seçimlerde yapmış olduğu ve yapacağı siyasi tercihler, seçim sonrasında yaşanacak ekonomik darboğazın da ana belirleyicisi olacağa benziyor.

Gerçekten yakın tarihimizin en ilginç gelişmelerini yaşıyoruz. 28 Mayıs seçimlerinin ardından Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle sonuçlanması halinde, mali piyasaların gösterdiği bu olumsuz tepkilerin ne boyutlara çıkacağını hayal bile edemiyorum. Ülkenin ve seçmenin böyle bir tercihle karşı karşıya kalmasının sorumlusu da maalesef Sayın Cumhurbaşkanıdır; yoksa her hangi bir “dış güç” değil.

Peki seçmen tercihleri bakımından ekonomi önemli değil mi? Ortaya çıkan birinci tur sonuçlarına bakılarak şimdi de kamuoyu buna cevap aramaya başladı.

Sayın Süleyman Demirel’in kötü ekonomik koşulların iktidarların aleyhine siyasi sonuç doğurduğunu öngören, “boş tencerenin deviremeyeceği hiçbir iktidarın olamayacağı” yönündeki görüşün de bu seçimde boşa çıktığı söylendi.

Aslında ortaya çıkan sonuçların bu şekilde yorumlanmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Kanımca Süleyman Demirel’in söyledikleri hale geçerliliğini korumaktadır. Ancak ekonomik gelişmelerin tencereye yansıması belki istenilen düzeyde olmamıştır.

Zaten iktidarın ekonomideki temel fiyatları baskılamasının sebebi de bu değil mi? Var olan sorunları çözmek değil, sadece kendi iktidarı aleyhine olacak ekonomik maliyetlerle yüzleşmeyi geciktirmek.

Ya da işsizlik oranlarında ciddi dalgalanma ve artışlara izin verilmemesinin daha başka ne gerekçesi olabilir ki? Bunlara rağmen, bir de muhalefet ekonomik koşullardaki kötüye gidişi bir tercih olarak seçmenin önüne yeterince koyamaması var tabi ki.

Seçmen tercihlerinde iktisadi koşulların hala önemli rolü var. Ancak Süleyman Demirel’in iddiasını bir iktidarın yenilgisinin tek sebebi olarak göstermek, Türkiye gibi ülkelerde pek mümkün değil. Ancak iktidarın yenilgisi için “gerekli koşullardan” biri olduğunu söylenebilir. Ama “yeterli koşul” değildir. Kötü ekonomik koşulların türlü yollarla seçmenin “tenceresine” yansımasını geciktirilebilir. Böyle durumlarda muhalefetin devreye girerek, seçmenin ekonomik olarak gelecekte ne ile karşılaşabileceğini bir tercih seçeneği olarak önüne konulması gerekir. Sanırım meseleye bu şekilde bakmak yerinde olur. En son seçimde muhalefetin başarısızlıklarından biri budur.

En son seçimlerde muhalefetin bunun dışında da bir iki noktada stratejik hata yaptığını görüyoruz. Örneğin yaklaşık iki yıl önce Altılı Masa kurulurken ortaya konulan amaç parlamenter rejime geçmekti. Hatta bu amaçla bir de taslak anayasa hazırlandı. Ancak, seçim yaklaştıkça, sanki başkanlık sistemi üstü kapalı kabul edilmiş ve ülkenin yönetiminin bu siyasi yapı ile yapılacağı düşüncesi muhalefetçe kabul edilmiştir. En azından algı bu yönde oluştu.

Oysa, bugünkü ekonomik sorunların temelinde yatanın tek adama dayalı, kurumları dışlayan yönetim modelinin olduğu eskisi kadar güçlü bir şekilde gündeme getirilememiştir. Bunun karşısına “parlamenter rejim” bir seçenek olarak konulamamıştır. Ülkenin yönetim şeklinin vatandaşın bugünkü ekonomik sıkıntılarının nedeni olduğu yeterince işlenmemiş ve vatandaşın algıları bu yönde oluşturulamamıştır. Durum bu olunca da, vatandaş aynı sistem içinde çalışmayı vaat eden iki seçenek arasında risk almamış, deneyim sahibi olduğu siyasi anlayışı tercih etmiştir. Sürekli iktidarla, belli bir bütünlük arz etmeyen ekonomik vaat yarışına girilmiştir. Bu vaatler, seçmen tarafından önüne konulan tercih seçenekleri olarak görülmüştür. Vatandaşa gerçek ekonomik zenginliğin kaynağının parlamenter rejim olacağı söylenip, rejimin bu seçimlerdeki asıl tercih seçeneği olduğu yeterince işlenememiştir.

Muhalefetin başkanlık sistemini üstü kapalı kabullendiği bir noktada, kullandığı “değişim” söyleminin de, bu seçim süresince altı yeterince doldurulamamış; vatandaşa bu değişimle ne kastedildiği anlatılamamıştır. Bu kavramın altını, biraz da suistimal ederek, Sayın Cumhurbaşkanı vatandaşın korkularını kullanarak çok güzel doldurmuş, muhalefeti kendi silahıyla vurmuştur.

Değişim ile iki rejim arasındaki fark yeterince vurgulanamayınca, Sayın Cumhurbaşkanı vatandaşın korkularına hitap ederek onları uyarmış ve muhalefetin “değişimin” PKK’nın iktidarın ortağı olması, camilerin kapatılması ve LGBT bireylere daha hoşgörülü davranılıp, teşvik edilmesi anlamına geleceğini söylenmiştir.

Seçimlerin ardından ortaya çıkan durum piyasa ile seçmenin farklı yönde tercihte bulunduğunu teyit eder niteliktedir. Bugün mali piyasaların verdiği tepkiden bunu anlıyoruz. Bu uyumsuzluğun nedeni biz iktisatçıların ekonomik ve politika kararları besleyen “bilginin” iki kesim arasında asimetrik dağılmış olmasıdır. Yani piyasa Türkiye ekonomisinin gerçek durumu ve geleceği konusunda seçmenden daha fazla ve daha doğru bilgiye sahiptir. Demokrasilerde muhalefetin sorumluluğu buyken, bu fonksiyonu yeterince yerine getirilememesi bizleri arzu edilemeyen sonuçlara maruz bırakabilmektedir. İktidarların basına yönelik baskılarının, engellemelerinin nedeni de seçmene yönelik bilgilenmenin elden geldiğince asimetrik gerçekleşmesini sağlamak ve bu şekilde onların özgürce yapacakları siyasi tercihlerini yönlendirebilmektir. Ancak bunun da bir maliyeti elbette olacaktır. Burada muhalefetin sorumlulu doğru iletişim ile vatandaşı bilgilendirip, onu tercihlerini doğru yapmasını sağlamak; ortaya çıkması muhtemel maliyetleri de bu şekilde minimize etmektir.

Ortay çıkan sonuçlardan anlaşılan muhalefet bu işte yeterince başarılı olamamış. Önümüze bir şans daha var.

Biz iktisatçılar seçimin ikinci turunda vatandaşın tercihinin ne yönde oluşacağını şimdiden merak ediyoruz. Ama bu merak basit bir siyasi seçim sonucuna yönelik bir merak değil. Bu sonuç aynı zamanda seçimlerin ardından Türkiye ekonomisinin ne yöne gideceği ve bunun sonucunda vatandaşın nelerle karşılaşabileceği hakkında önden fikir verecektir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.