Ayşe Çavdar yazdı: Milliyetçiler Cumhuriyet’i ne yapacak?

Milliyetçilik ve milliyetçiler hakkında düşünmek, yazmak ve söz söylemek bizim memleketin en zor işlerinden biri. Çünkü hangi zeminde durmak isteseniz bir mayına basacağınızı gayet iyi bilirsiniz. Mesele söylediğiniz hangi şeyin kimi memnun edeceği ya da kızdıracağı değil. Keşke öyle olsa, tarafınızı seçer koyverirsiniz dimağınızın yettiğini. Ama hem her bir milliyetçi kadar çok tanımı var milliyetçiliğin hem içeriği konusunda en çok rekabet edilen siyasi pozisyon hem de -nasıl derler- sürekli iç ve dış “düşman” üreten bir hegemonik söylem. Hangi yoldan giderseniz gidin pek çok dip akıntısı bulunan bir okyanusa düşersiniz milliyetçilik hakkında konuşurken. Milliyetçiliğin “millet”le ve “millet”in dışındaki dünyayla ilişkisine baktığınızda da çoğu zaman gerçek insanlar değil, “devlet” adlı hayali bir şahsiyet hakkında konuştuklarını fark edersiniz. Millet, devletin hem bir fonksiyonu hem de ürünü gibidir. Devlet şu ya da bu şekilde bir arada yaşamak durumunda olan insanların sürekli olarak yeniden ürettikleri bir ortaklık değil, kendiliğinden bir öznedir ve millet, devletten sadır olur sanki.

Bu karmaşanın en önemli sebebinin, sevgili arkadaşım Halil İbrahim Yenigün’ün hem yerli yerince hem de yakışıklı bir üslupla hatırlattığı bir tarihsel durum olduğuna kuşku yok. Türkiye post-emperyal bir ulus-devlet. O yüzden burada üretilen her türden milliyetçilik (tıpkı İslamcılık gibi) derin bir çelişkiyle malûl. Ne zaman biri bağımsızlıkçı, içe dönük, tek bir millet tanımına dayalı bir milliyetçilik yapmaya kalksa, üç vakit evvel “üç kıtada at oynatmış” olmanın hazzını hatırlayıveriyor. Daha beteri var, o şatafatlı yüzyıllardan sonra hakimiyet alanındaki daralmayı binbir meşakkatle ve imparatorluk fikrinden vazgeçerek durdurduğu ülkede de insanlar hem kısım kısım hem çeşit çeşit. Milliyetçiler de gayet iyi biliyorlar ve farkındalar ki ne etnik temele ne dile ya da dine dayalı bir milliyetçilik, ayrıcalıklı bileşeni olmakla yetinmek zorunda kaldıkları (!) bu ülkede dirlik düzenlik sağlamaya yetebilir. Hiçbir zaman yetmedi çünkü. Milliyetçiliğin hiçbir türü hiçbir şekilde hayalini kurabildiği kızıl elmaya ulaşamadı 100 yıldır. Her bir milliyetçilik, genellikle bir diğerine rağmen kendini devletin direği olarak görse de.

Devlet demişken, Halil İbrahim’in sözünü ettiği post-emperyal vaziyete dair minicik ve herkesin bildiği bir ayrıntıya da değinmek lazım. Uzun yüzyıllar boyunca klasik bir imparatorluk olarak şekillendirdiği, aslında biraz şekilsiz bıraktığı pre-modern devlet mekanizmasını modern sömürgeci bir imparatorluğa dönüştüremeyerek tarihin derinliklerine karışıp gitti Osmanlı. Sonuçta bir imparatorluktu, bu yüzden sömürgeci olmadığı iddia edilemez. Ama rahatlıkla sömürü mekanizmalarını modernleştiremediği için göçüp gittiği söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında yüzüncü yılını, birinci yılını hatırlatan pek çok vaziyetle idrak ettiğimiz Cumhuriyet, Osmanlı modernleşmesinin hem bir sonucu hem de devamı niteliğindedir. Peki, Türkiye Cumhuriyeti başarılı bir post-emperyal ulus-devlet projesi midir?

Ekonomik göstergelere, gelir dağılımının rezil durumuna, Cumhuriyet’in yurttaşlıkta eşitlenme vaadinin ne kadar gerçekleştiğine ya da gerçekleşmediğine vesaire şimdilik aldırmayıp bu soruyu milliyetçilere sormayı öneriyorum. Tahmin edeceğiniz gibi bu öneri durduk yere çıkmış değil. 14 Mayıs itibariyle beliren (kanımca gayet şüpheli) sandık manzarası, 2015 Haziran’ından beri devletin (ama galiba Cumhuriyet’in değil) sahibi ve taht yapıcısı olduklarını hatırlatmak için her yolu deneyen milliyetçilere nihayet arzu ettikleri merkezi rolü hediye etmiş görünüyor. Bu nedenle, tam da bu tarihi anda, herkes merakla milliyetçilerin bu rolü nasıl bir performansa dönüştüreceklerini bekliyor. Rollerini 14 Mayıs’tan önce oynamamayı tercih ettiklerinin delili ise MHP’nin ve Sinan Ogan’ın aldığı beklenmedik yükseklikte oy oranlarına karşılık, İYİP’in oylarının en azından kendi beklentilerinin hayli altında kalması. MHP, AKP’den kaçan oyları toplarken, daha bile uzağa gitmek isteyenler de İYİP’ten uzaklaşanlarla Sinan Ogan’da buluşmuş görünüyor. İYİP elbette bu durumu CHP’yle yaptığı ittifakın bir bedeli olarak anlamayı tercih ediyor. Tıpkı Deva ve Gelecek partilerinin Meclis’te edindikleri sandalyeleri, CHP’yle ittifak ederek “vazgeçtikleri” oy potansiyelinin tazmini olarak gördükleri gibi. Şimdilik, bu partilerin yaptıkları bu tercihe tabanlarını neden ikna edemedikleri, ikna edebildikleri tabanın acaba gerçekten kendilerinin mi olduğu gibi sorulara cevap aramanın zamanı olmadığını düşünüyorum ben de.

Cumhuriyet fikri ve devlet

Sorumuza dönelim… Türkiye Cumhuriyeti başarılı bir devlet projesi midir?

Cumhuriyet kanaatimce, bundan tam yüzyıl önce gerçekleşmiş o tarihsel anda akla gelebilecek en parlak ve en mümkün fikirdi. Halen de öyle. Daha iyisi formüle edilmedi, ufukta görünmedi. Bir diğer arkadaşım Ali Yaycıoğlu’nun her fırsatta hatırlattığı gibi, siyasi açmazlarımızın pek çoğu Cumhuriyet fikrini yeniden düşünme ve kurgulama işini ihmal etmemizden kaynaklanıyor.* Bunun çok bariz bir nedeni de var. Cumhuriyet işi, onu kuran fırkanın bir mesuliyeti olarak görüldü 75 yıldır iktidarda bulunan sağ siyaset tarafından. Sağ siyaset, en bir anaakım olanı bile, devlet dediğinde Cumhuriyet’i kastetmedi çoğunlukla. Devlet olarak Cumhuriyet, kimlik olarak yurttaşlık, bir düşten çok ayakta bir prangayı andıran post-emperyal mirasın kurdurduğu fantazilerle yenişemedi. Kurucu fırka gücünü kaybettikçe Cumhuriyet’i savunma işi kışladakilere ihale edildi ve kışladakiler de mevzuyu kendi yöntemleriyle ele aldı. Cumhuriyet’i soldan sahiplenenlerin de canına okundu her fırsatta. Sonunda Cumhuriyet fikrini sivil bir söylemle sahiplenmek neredeyse ayıplanır oldu. Düşünsenize, CHP bile yanına “helalleşme”yi eklemeden kuramadı Cumhuriyet’li cümleler şu son seçim sürecinde. Yok hayır, bunu bir eleştiri olarak değil, içinde bulunduğumuz manzaranın bir cüzü olarak hatırlatıyorum.

Paradoksal bir biçimde Cumhuriyet hem bir devlet formülü hem bir vaat olarak zayıfladıkça başka, içeriği konusunda kimsenin ne kendinden ne birbirinden emin olduğu bir devlet heyulası peyda oldu. 12 Mart 1971’deki askeri müdahaleyle başlayan, 1980 darbesiyle geri döndürülemez bir yola giren, son 21 yıldaysa ritmi giderek artan tarihsel akışta, bir yandan Cumhuriyet’in oluşturduğu tüm kurumlar hepimizin gözleri önünde sistematik bir biçimde yerle yeksan edilirken, diğer yandan sürekli “beka”sı konusunda endişelenmemiz gereken ama aynı zamanda “yüce” bir devlet imgesinin ortaya çıkmasını başka nasıl açıklayabiliriz ki? 7 Haziran 2015’ten itibaren ülkücülerin babaevi olan MHP de bu gidişatın garantörü olma işini üstlendi. Kulağa safça gelen soruyu başka türlü soralım o zaman: Milliyetçiliklerinden ve devletçiliklerinden kimsenin şüphe etmediği ülkücüler Cumhuriyetçi değiller mi?

Türkiye’deki milliyetçilik türlerinin ortak noktalarından biri de devleti bir ulu fetiş hatta idol olarak görmeleri. Bunun anlaşılabilir bir sebebi de var: Devletin, kendisine böyle muamele etmeyene pek yüz vermediğini gayet iyi biliyorlar. Öte yandan, CHP’nin o da sadece dostlar alışverişte görsün diye başvurduğu “Atatürk milliyetçiliği” hariç, sağ milliyetçiliklerin hiçbiri uzun süredir pek Cumhuriyetçi sayılmaz. Tabii lafa gelince hepsi gayet Cumhuriyetçi’dir de, Cumhuriyet’in geleceği mevzubahis olduğunda, özellikle şu son sekiz yıl boyunca aldıkları pozisyonlara bakıldığında sanıyorum ki kendileri de biraz kaybolmuş gibi hissediyorlardır. Bu açıdan, MHP’den kopup gelen İYİP’lilerin sık sık Cumhuriyet fikrine referans vermeleri o gelenek için bir ilerleme ve toparlanma emaresi olarak görülebilir. Ancak bu ilerlemeyi ve toparlanmayı aynı zamanda asıl partinin, yani MHP’nin AKP ile yaptığı işbirliğine karşı bir refleks olarak görmek de mümkün. Kötü değil bu, varsın refleks olsun, yeter ki Cumhuriyet devlet dendiğinde başvurulan bir referans olma hükmünü korusun. Nihayet, tam 100 yıl önce bulunmuş bu formülün yerini alacak daha iyi bir fikir yok elimizde.

Yeni bir devlet mi kuruluyor?

Böyle bakınca, Halil İbrahim’in o kıymetli twit serisini niye yazdığını hatırlayıp kendime güldüm. Çünkü o bu seriyi, Türkiye’de artık AKP’nin tekeline aldığı İslamcılık’ın yüzünü hem memlekette hem dünyanın pek çok yerinde giriştiği gri, koyu gri ve kara işlerden aklamaya çalışan uluslararası Müslüman entelektüellere cevaben yazmıştı. Fakat 14 Mayıs sonrasında yazdıklarını tekrar okuyunca, AKP’yle yan yana durmakta olan ülkücülerle söz konusu entelektüellerin pozisyonları arasında şaşırtıcı bir benzerlik olduğunu fark ettim. Bahse konu uluslararası karakterlerin dışarda gördüğü işlevle, AKP’yi devlet olarak kabullenen ülkücülerin gördüğü işlev birbirine çok benziyor. Biri içerde, diğeri dışarda aslında tüm kurumsal referansları yıkılmakta olan bir şeyi, eldeki tek devleti, Cumhuriyet’i yükseliyormuş gibi göstermeye uğraşıyor.

Hal böyle olunca Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman vb dizilerin işaret ettiği kolektif dil sürçmesi de manasını buluyor. 2015’ten önce başlayan Diriliş, İbn Arabi referansıyla daha uluslararası bir İslam vurgusu yapıyordu. 2019’dan beri devam eden Kuruluş’ta ise Türk vurgusu çok daha baskın. Bu, zannediyorum AKP’nin MHP’ye verdiği tavizin dizisel bir göstergesi, aynı zamanda tabanları ortak hissiyatta buluşturmanın da bir yoluydu. O hissiyat ise, sanki bir devlet yokmuş da şimdi kuruluyormuş gibi bir anlatıdan besleniyor. Kendilerine mani olamayıp (!) güncel siyasi gelişmeleri anıştıran hikâyecikler yazarak, şimdi yaşanan eskiden yaşanmış olanın tekrarıymış gibi bir duygu devamlılığı yaratıyor senaristler. Sonra şimdi yaşayanlar dönüp o dizilerden alıntı yapıyorlar. Mesela Erdoğan, 14 Mayıs gecesi, henüz oylar sayılırken attığı twitte Diriliş Ertuğrul’dan alıntı yaptı: “14 Mayıs seçimlerinin uhulet ve suhulet ile büyük bir demokrasi şöleni şeklinde gerçekleşmesi, Türkiye’mizin sahip olduğu demokratik olgunluğun ifadesidir.” 2019’daki yerel seçimlerde İstanbul’daki sonuçları beğenmeyip seçimi tekrarlatacaklarını da yine Diriliş Ertuğrul’dan alıntıladıkları aynı iki kelimeyle duyurmuşlardı: “Uhulet ve suhulet.”

Milliyetçiler nasıl davranacak?

Bütün bu nedenlerle bu hafta cevap aradığımız soru milliyetçilerin hangi başkan adayını destekleyecekleri değil. Aslında biz onların devletten ne anladıkları ve Cumhuriyet’le aralarının nasıl olduğu sorularına cevap arayacağız. Kendi aralarında da pek birlik sayılmazlar. Bildiğim kadarıyla dört partileri var ve ayrıca hem iktidardaki hem muhalefetteki tüm ittifaklardaki tüm partilerde şu ya da bu şekilde ve sayıda temsilci bulunduruyorlar. Ülkü Ocakları eski başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi ve ardından tanık olduğumuz gidişata bakılırsa milliyetçiliğin kalesindeki parçalanma ne yeni ne de bugünden yarına sonlanır gibi görünüyor. Peki kendileri zindanda işkence görürken bile fikirlerinin nasılsa devletin iktidarında olduğu düşüncesine sarılarak avunan bu siyasi gelenek şimdi hangi devletin, neresinde? O devlet Cumhuriyet mi, Cumhuriyet değilse ne?

Şu aşamada kimin ne söylediğine, yani bu konuda ürettiği diskura bakmanın bir manası olduğunu düşünmüyorum. Hatta bu minvaldeki sorulara verilen sözlü cevaplara kulak kabartmanın zaman kaybı olduğundan adım kadar eminim. Şimdi bizi ilgilendiren tek şey davranış. Çünkü bu tartışmaya taraf olanların birbirlerini konuşarak ikna edebilecekleri aşamalar çoktan geçildi. Herkes diyebileceği her şeyi söyledi. Şunu gayet iyi biliyoruz. Milliyetçiler mevcut durumu ve yapacakları seçimi toplumla müzakere ederek oluşturmayacaklar. Kendi aralarında yürüttükleri sürecin de pek müzakere olduğu söylenemez. Milliyetçiler arasında, kıvılcımları eski olsa bile ateşi AKP iktidarıyla ve bu partinin içerdiği tüm siyasetlerle ilişkinin ne olacağı üzerinden harlanmış bir mücadele sürecine tanık oluyoruz aslında. Milliyetçi siyaset “bir tek taht kurucu var, o da benim” dedikçe artan, yalnız milliyetçileri değil milliyetçiliği de (bir siyasi etos ve koz olarak) parçalayan bir gerilim bu.

Tüm bu nedenlerle milliyetçilik yükseliyor mu, düşüyor mu diye sormak için çok geç. Milliyetçilik arzu ettiği “kilit” rolü, kendisini kelimenin tüm manalarıyla parçalayarak üstlendi. Şimdi ettiği sözlerle değil, yapacağı tercihle parçalanmayı hangi satha ne kadar aksettireceğini göreceğiz.

* Ali’nin Gazete Oksijen’deki Cumhuriyet yazılarına da bir bakın, bazen peşpeşe bazen aralıklarla yayınladığı denemelerinde bu konuyu defaatle işledi. Şuradan başlayıp, ileri geri sarabilirsiniz, çoğu kamuya açık.

Kapak fotoğrafı: Cumhuriyet’in 47. yıldönümü dolayısıyla Anıtkabir`de düzenlenen tören. Soldan sağa, MHP Genel Başkanı Türkeş, Cumhuriyetçi Parti (CP) Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu, Faruk Önder, Millet Partisi (MP) Genel Başkanı Osman Bölükbaşı, Hıfzı Oğuz Bekata, CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.