Doğduğumuz gün ölmeye başlıyoruz, ölüm kaçabileceğimiz bir şey değil. Yaşadığımız sürece başımıza gelen her şey, ölüme ne kadar yakın olduğumuzu hatırlatıyor, ne kadar kırılgan olduğumuzu. Sadece tanıdıklarımızı ya da sevdiklerimizi kaybettiğimiz zaman değil; başkalarının ölümüne şahit olduğumuzda da kendi kırılganlığımızın farkına varıyoruz. Pandemi, depremler, terör saldırıları, trafik kazaları ya da su baskınları nedeniyle hayatını kaybedenler, bizimle ölüm arasındaki mesafenin ne kadar kısa olduğunu gösteriyor bize, bir kalp atışı kadar uzaktayız.
Ölümlü olduğumuzu biliyoruz, buna rağmen de hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya çalışıyoruz. Camus’nün de söylediği üzere, her sabah uyanabiliyorsak, uyanmamızın bir anlamı olmalı, yoksa neden uyanalım ki? İnsanın -ve belki diğer varlıkların- en azımsanan özelliği yaşama tutunma inadı. Haklı bir inat, ne de olsa “Ben varsam var bu dünya, ben yoksam o da yok”. Bu kadar kırılgan ve sadece bir kere yaşanacak bir yaşama tutunabilme ve anlam verme çabası bizi benzersiz ve değerli kılan şey. Eski misalle “Sandalye bir işe yarıyor, ben ne işe yarıyorum, neden varım?” sorusu çoğu zaman bir “bunaltı” ile sonuçlanacak olsa da anlam arayışımızın vazgeçilmez bir parçası, sormazsak, sabah kalkmak için sebebimiz olmaz.
Dünyaya başka gözlüklerle bakmak kolay bir iş değil, çaba gerektiriyor. Yakın dönemli çalışmalar kendimize de başkalarının bize baktıkları gözlüklerle baktığımızı gösteriyor, insanın kendisi hakkında düşünürken “ayna nöronların” devreye girmesi bir tür mucize olmalı. Kendimin kim olduğunu anlayabilmem için başkalarının tuttuğu aynaya bakmam gerekiyor, tabii ki bütün aynalar eşit kıymette değil, orada da seçicilik var. Kendimizi daha güzel gösteren aynaları seçmeyi seviyoruz sanırım ama kaderde her zaman hoşumuza gitmeyecek doğruları söyleyecek aynalarla karşılaşmak var, mutluluk verdiğini söyleyemeyiz. Sıkça karşılaştığımız psikopatların varoluşlarını diğerlerinin bakışına kör olabilmelerine borçlu olması, sevilmediğini bilmenin de bir erdemi olduğunu gösteriyor.
Bu yaşamda “dalgaların arasında sallanan bir ceviz kabuğu” olmadığımızı, yaşamamızın bir anlamı olduğunu, birileri için benzersiz ve kıymetli olduğumuzu bilme çabası, dünya görüşümüzü de biçimlendiriyor ister istemez. Bu çabanın zorluğuna katlanabilme kapasitemizin etkisi büyük, eğer bu düşünceler katlanılmaz geliyorsa kendimizi güvenilir, bildik bir dünyaya hapsediyoruz; dünyayı basit şemalarla açıklayan, bu dünyada ve tabii ki öteki dünyada bize benzersiz bir yer vadeden ideolojiler çok daha cazip geliyor. Bir de “yaraya tuz basmayı” sevenler var, onlarsa arayışın verdiği iç huzursuzluğuna katlanıyorlar, hatta arıyorlar. Bu tür kişilerin huzursuzluk yaratsa da yeni kişiler, ortamlar ve fikirlere daha açık olduğunu biliyoruz, değişikliğe uyum sağlayabilmeyi de öğreniyorlar.
İnsanın birçok eyleminin bu anlam arayışıyla doğrudan ilişkisi var. “Ben kimim” ve “kim olabilirim” sorularına yanıt verme çabası davranışlarımızın birçoğunu açıklar durumda. Özellikle de pek öyle gözükmese de siyaset de bu anlam arayışımız ile doğrudan ilişkili, siyaseti bir tür “aldım-verdim” oyunu olarak görenler işin bu psikolojik boyutunu ihmal ediyorlar, bir tür de bedelini ödüyorlar.
Siyasetin ayrılmaz parçası olan ideolojiler, bize dünyayı yorumlamak için birer araç işlevi görüyorlar. Her tür ideolojiye eşit uzaklıkta olduğumuzu söyleyemeyiz, çoğu zaman ideolojik tercihlerimiz yanımızda getirdiğimiz her tür yük ile ilişkili: evde, okulda öğrendiklerimiz, arkadaşlarımızın düşünceleri, yaşam deneyimimiz ve her türlü medyanın gösterdikleri hangi ideolojiye yakın hissettiğimizi etkiliyor. Ama bir kere benimsendiğinde, ideolojiler hem yaşamın karmaşıklığını çözmeye hem de varoluşumuzu anlamlandırmaya çok iyi hizmet ediyorlar, özellikle ideolojik yelpazenin radikal uçları.
Doğal olarak kimliklerimiz, bize bu yaşamı anlamakta birer gözlük, dünyada bir yer veren kimliklerimizin de bu bulmacadaki yeri benzersiz. Kimliklerden kimlik beğenmek kolay bir iş değil, kimse tek kimlikle yetinecek kadar basit değil. Ancak, hangi kimliğin dünyayı anlamakta daha iyi bir anahtar olduğunu düşünürsek, o kimliğe yöneliyoruz haliyle. Kimlik sahibi olmak, biz-ve-onlar diye insanları tasnif etmek, biz ve onlar arasında bir hiyerarşi kurmak ve sonunda sadece bizden oluşan bir dünya sanrısı içinde yaşadığımızı düşünmek basamaklarını teker teker çıkmak anlamına geliyor. Öne çıkardığımız kimliklerin kimin bilgisine maruz kaldığımızı, yani hangi televizyonu seyrettiğimizi ya da kimleri sosyal medyada takip ettiğimizi belirlediğini unutmayalım; kimlikler huzurlu bir yaşamın kapısını açıyor.
Siyasetin pratiklerinin de yaşama anlam vermemizi sağlayan bir işlevi var. Tıpkı takım tutar gibi bir siyasi partiyi ya da lideri sorgulamadan desteklemek, “o n’eylerse güzel eyler” demek, onun ipine sarılmak da yaşama anlam verir, lider kültü etrafında biçimlenen siyasi hareketleri düşünün bir. Bizde pek makbul olmasa da yaşamın anlamını bir partiye üye olmakta ve o partiye hizmet etmekte arayanlar da var. Parti olması şart değil, Gezi ve benzeri toplumsal hareketler de yaşam bulmacasını çözmemize hizmet eder. Her şeyi bırakın, oy vermenin bile bu açıdan iç rahatlatıcı olduğunu söyleyebiliriz, “tarihin haklı tarafında olmak” gece rahat uyumayı sağlar.
Peki, siyaset insanın yaşam karşısındaki biçareliğini çözebilecek bir anahtar işlevi görecekse, bu işin profesyonelleri bu durumun farkındalar mı? Kariyerini siyasette adım adım yükselmek ve koltuk sahibi olmak üzerine kuran siyasetçiler, bu siyasetçilere hizmet eden bilumum siyaset esnafı ve siyasetten ekmek yiyen yorumcusundan “influencer”ına kadar geniş bir kesim ürettikleri siyasetin insanın anlam arayışından beslendiğini ve bu anlam arayışını biçimlediğini biliyorlar mı? Yoksa, seçmen olarak gördükleri insanların da kendileri kadar profesyonel ya da “teflon” olduğunu mu düşünüyorlar. Profesyonel siyaset, pratisyenlerini herhangi bir fikir ya da tutuma sadık olmayı “saflık” olarak görmeye itiyor malum, her türlü ideoloji ya da fikir oy getirme işlevi kadar anlamlı.
Son dönemde yaşadıklarımız siyaset esnafının bu varoluşsal krizden haberdar olmadığını gösterdi bize. Onlar için 14-28 Mayıs seçimi “kazanamadıkları” seçimlerden bir tanesi, zaten seçim kaybetmenin maddi zararı da çok fazla olmuyor. Profesyonel futbolda hep söylenen şey, “Bu maç geçti, sonraki maçlara bakalım” ya; profesyonel siyasetçiler de bir sonraki seçime bakıyorlar hep. Oysa tuttuğu takım maç kaybetti diye yaşamdan soğuyan gariban taraftar gibi, seçim kaybetmenin yaşamdaki anlam arayışını sorgulattığı sıradan seçmen de var. Ve bu seçmen için de seçim kaybetmek varoluşsal bir kriz.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Ölümlü hayat, buna mı kafa yoracağız?” diyebiliyorsanız, iki haftadır WhatsApp mesajlarınıza, Facebook duvarınıza ya da Twitter akışınıza bakmamışsınız demektir. Galatasaray’ın şampiyonluğunu bir kenara bırakın, insanların bir kısmı seçimden bugüne sadece neden kaybedildiğini sormuyorlar, kendi varoluşlarını sorguluyorlar. Medyanın neredeyse tamamı tarafından “kazanılabilecek” bir at yarışı olarak sunulan seçimlerin kaybedilmesi sadece hayal kırıklığı yaratmadı; bu ülkede, bu zamanda var olmanın neden anlamlı olduğu sorusunun sorulmasına da yol açtı. Tabii ki “başka bir ülke, şehir bulunamaz” ve “şehir arkamızdan gelir” ama bir yere ait olmadığını bu kadar derinden hissetmek kolayca baş edilebilir bir duygu değil.
O zaman siyasetçilerin bu duyguyu anlamaları gerek, bu duyguya hitap edebilmeleri gerek. Siyasette başarılı olmak empati duygusuna bağlı bir şey değil, “Karanlık Üçgen” adı verilen Makyavelizm, psikopati ve narsistlik iş hayatında olduğu kadar siyasette de başarılı olmanın anahtarı olarak görülüyor; başkasının derdiyle dertlenmezler yani. Ama en azından bir sonraki seçimde yüzleri ak olarak kendilerine oy isteyeceklerse, çıkıp bu durumla, mağlubiyetlerinin destekçilerinde yarattığı varoluşsal krizle yüzleşmeleri şart. Eğer bugün bu yüzleşmeyi yapmazlarsa, taraftarlarıyla duygudaşlık kurmazlarsa; yarın başkaları çıkar. Belki yalan söyler ama insanları onların “gerçek” ve “sahici” temsilcisi olduğuna ikna eder, bu kesin.
e-mail: emreerdo@gmail.com