Ayşe Çavdar yazdı – Küçük çaplı bir kıyamet: Düştüğümüz yerden kalkmak

Bir müddet henüz üzerinden iki hafta geçmiş bulunan seçimlerin ve sonuçlarının ne manaya geldiğini düşünmeden hiçbir şey yapamayacağız. Çünkü hem şahit hem de ortak olduğumuz o sahne kolayca geride bırakılamayacak, pek çok ibret ve hikmetle dolu bir yenilgiydi. Ellerinde görece tutunacak şeyleri, mesela partileri, vekil koltukları vs. olanlar olabilecek en az zararla kurtulmaya çalışıyorlar bu sonuçlardan. Diğerlerinin, yani çoğunluğumuzun elinde ise oyalanacak yeni bir şeyler arama ihtiyacından, bir tür ayağı boşta kalma halinden başka bir şey yok. Halimiz biraz “Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık” meselindekine benziyor. Muhalif toplum kesimleri ellerinden gelenin azamisini yaptılar kurumsal siyasete seçim kazandırmak için. Ama kurumsal siyaset kendini korumak için toplumu her manada yüz üstü bırakmakta hiçbir sakınca görmüyor. Bu nedenle iktidardaki koalisyona onay vermeyen kalabalıklar olarak bizler yalnızca bir yenilgiyle değil, bir de kurumsal siyasetin bu yenilgiyi inkâr eden neme-lazımcılığıyla ve hazcılığıyla yüzleşmek durumundayız. Nihayet küçük çaplı bir kıyamete benziyor bu ortak yenilgi deneyimimiz. Herkesler toplandı sandık başlarında, hesap defterleri açıldı ve sonunda büyük bir yüzleşmeyle baş başa kaldık.

Arapça bir kelime olan “kıyamet”le, Batı dillerindeki “apocalypse” farklı yönlerden gelip aynı manada buluşarak bayağı enteresan bir kompozisyon oluşturuyor. “Kıyamet” ayağa kalkma, dirilme anlamına geliyor, ölüler mezarlarından kalkacak, Allah’ın ve kendileri gibi dirilmiş bulunan ahalinin gözleri önünde hesap verecekler; yaptıkları ve yapamadıkları her şey için. Yani defterler ortaya saçılacak Mahşer Yeri’nde. Mahşer Yeri de toplanma yeri demek. Büyük felaketlerden sonra birbirimizi bulmak ve hayata yeniden başlamak için ihtiyaç duyduğumuz bir boş alan gibi düşünebiliriz.

Apocalypse’in üzerine kurulduğu kelime ise “kalypso.” “Örtmek, gizlemek” anlamına geliyor, ama başına gelen “apo” ile tam tersi bir manaya evriliyor: “Örtünün açılması, sırların ortaya dökülmesi.” Carl G. Jung’un önde gelen takipçilerinden biri olan Edward F. Edinger, kitaplı kitapsız hemen tüm dinlerde bir şekilde var olan kıyamet arketipinin kolektif yüzleşme ihtiyacının bir ifadesi olduğunu öne sürüyor (Archetype of the Apocalypse: Divine Vengeance, Terrorism, and the end of the World, Open Court, 1999). 20’nci yüzyıl biterken yayınladığı bu kitabın ana fikri, tüm insanlığın bin yıllardır beklediği kıyametin yalnız küresel, ulusal, toplumsal değil bireysel ifadelerinin de hızla olgunlaştığı. Ona göre her an büyük ve hepimizi yok edecek bir felakete hazırlanarak yaşıyoruz ama bu yalnızca alametlerin frekansının sıklaşmasından değil, karşı konulmaz bir yenilenme ihtiyacıyla dopdolu olmamızdan… Çünkü ona göre “kıyamet Benliğin, bilinçli bir farkındalığa erişmesine vesile olan önemli bir olay demektir. Böylesi bir olay kendini bireysel planda ya da kolektif yaşamda farklı yollarla gösterecektir, çünkü farklı şekillerde tecrübe edilecektir. Ancak her iki durumda da kelimenin bütün anlamlarıyla dünyayı altüst edecek/parçalayacak denli önemli bir olayla başlar. Kıyamet arketipinin içeriği de budur: Dünyanın bütünüyle parçalanması ve ardından yeniden kurulması.”

Kısaca parçalanmadan toparlanmak, parçalanmadan önceki halin farkına varıp akarını kokarını kabullenerek gidermek pek de mümkün değildir. Parçalanma fikri acıtır, ağrıtır, sarsıcıdır elbette. Öte yandan içeriği itibariyle parçalanmaya yazgılı Ben’i yeniden toparlamaya başlamak, ona tutarlı bir bütünlük kazandırmak için de gereklidir. Şu halde parçalanmayı tamama erdirecek olay öyle büyük olmalıdır ki ölüler bile mezarlarından kalksın ve yazgıdaki rollerini kabullenerek hesabın üzerlerine düşen kısmını ödesinler. Kâğıtların yeniden karılması gibi değil, rollerin yeniden dağıtılması ve hatta herkesin yeni isimler alması gibi gerçekliği tamamen değiştirecek bir andan bahsediyoruz.

Muhalefetin kıyameti

21 yıldır çeşitli formlar ve görüntülerle iktidarda bulunan koalisyonla anlaşamayanların birkaç temel itirazları var: “Biz, sizin de dahil olduğunuz biz’i sizin verdiğiniz adlarla adlandırmaya razı değiliz.” “Biz, sizin de dahil olduğunuz biz’im, sizin tarif ettiğiniz koşullarda yaşamasına razı değiliz.” “Biz, sizin de dahil olduğunuz biz’e, sizin tasarladığınız geleceği uygun bulmuyoruz.”

Elimizde şöyle bir durum da var kaç yıldır: Bu itirazlarımızı dile getireceğimiz tüm mecralar tekelleştirilmiş, kriminalize edilmiş, yasaklanmış ya da ağır bir panopticon gözetleme sürecinin nesnesi haline gelmiş halde. Geriye yalnızca kurumsal siyaset kalmış. Muhalefetin kurumsal siyaset ayağı ise alabildiğine eski kafalı, kendileri de mevcut iktidarla ilişkileri üzerinden gayet yıpranmış aktörlerin hükümranlığında. Bizim, bıraktım arzuları, itirazlarımızı bile ancak radikal sansür mekanizmalarından geçirip adeta kuşa çevirmedikçe içinde kendimize yer bulamadığımız enerji soğurma istasyonları gibi partiler.

Bu partilerle, özellikle anaakımı teşekkül ettirenlerle ilişkilenirken içimizin hiç de rahat olmadığını seçim öncesinde bıkkınlık verecek denli uzayan ve sonra alelacele zaten herkesin buz gibi gördüğü yere bağlanan tartışmalar esnasındaki kimi “sloganlar”da görmek mümkün: “…karşısına odunu koysan, oduna oy veririm…” En edeplisini yazdım buraya… Çeşitlemeleri bir hatırlayın… Ne kadar da düşüktü aslında beklentimiz… Ne denli aşağılara çekilmişti bizzat kurumsal siyaset tarafından…

Sonunda kıyamet koptu ve “biz”e iki şey söyledi: “Madem ona razıydınız, buna da razı olmanın bir yolunu bulursunuz en nihayet.” Sapına kadar pragmatik realist siyaset kendini dayatma konusunda bir sınırı daha aştı böylece. Hayalci olmamak için olabilecek en aza, aslında elde ne varsa ona rıza göstermek suretiyle ürettiğimiz asgari müşterek de bir güzel parçalandı sonunda. Yalnız parçalansa iyiydi, her bir parça kendi pragmatik realist kurgusuna dönmek suretiyle adeta cezalandırdı en aza, yani onlara, kendilerine razı olanları.

Sanırım içinde bulunduğumuz ağrılı vaziyetin sebebi biraz da bu. Zaten hayli hafifletmiştik yüklerini taleplerimizi geri çekip tabaklarımıza koyduklarıyla yetinmeye hazır olduğumuzu sabırsızlıkla haykırıp dururken. Yani en evvel, oylarımızla arkalarında durduklarımıza yenilmiştik. Sandıkla gelen ikinci yenilgi, ilk yenilginin açtığı yaraya tuz bastı sadece. Kıyametin söylediği ikinci şey çok açık: Muhalif gövdeyi parçalanmaya yazgılı kılan şeyin kendisiydi pragmatik realizmin yolunda yürümek suretiyle asgari müşterekte buluşma oyunu. Bittiğine ve herkes payına düşen yarayı aldığına göre tekrarlamanın pek de alemi yok. Bütün formlarıyla denendi, yaşandı ve bitti, hem de alabildiğine saygısızca.

Seçimden önce, özellikle anaakım muhalefetin coşkulu medya ve miting performanslarının bir gölgesi olarak yaydığı, “seçilmezsek biter bu ülke” şeysinin de payı var elbette seçim sonrasındaki depresif halde. Ama asıl mesele bu kadarcığa, böylesine bile razı olmuşken ortaya çıkan yenilgi. Yenilginin seçimden çok önce, belki 2019’daki yerel seçim zaferinin hemen ardından kabullenilmiş olması. “Bulduk, bulduk! İktidarı elde etmek için herkesi kendini inkâr etmeye ikna edeceğiz.” Fakat bunu yapmak, asıl kazanılması gereken seçimi kazanmaya yetmedi. Aksine yenilgi her zamankinden keskin bir şekilde hissedildi iktidara rıza göstermeyen toplum kesimlerinde.

Bahane olarak aciliyet

Kurumsal anaakım siyasetin gene acelesi var. Yerel seçimlere hazırlanıyorlar, büyükşehirleri kaybetmek istemiyorlar. Muhtemelen bize gene, “Fakat buraları da kaybedersek Türkiye’nin hali nic’olur” diyerekten kakalamaya çalışacaklar süper realist, mükemmelen pragmatik yerlici-millici siyasetlerini. Yani bir kez daha “yaklaşmakta olan hayati seçim”e sığınarak herkesten bu defa yalnız arzularını değil, öfkesini de inkâr etmesini bekleyecekler. Birlikte de yola devam etseler, ayrılsalar da sıkıştıkça birbirlerini suçlayarak ve çeşitli “Ben demiştim” performanslarına sığınarak ezberlerindeki siyaseti sürdürecekler.

Mesela, iktidarın bunca yıldır neden kendileriyle değil gazetecilerle, avukatlarla, sendikacılarla, çevrecilerle, gençlerle, insan hakları savunucularıyla, kadın hareketiyle, akademisyenlerle uğraştığı sorusuna hiç cevap aramayacaklar. Çünkü cevap ararlarsa ortaya çıkacak siyasi sorumluluğu taşıyacak cesarete ya da ufka sahip değil hiçbiri. Bütün bu mevzuları mesele edebilecek aktörlerin zorla ve şerle siyaset dışı bırakılması karşısında, şu canının istediğini canının istediği gibi sınırlayan iktidarın kendilerine neden siyaset serbestisi tanıdığı sorusuna da ezberden cevap verecek ve asla aynaya bakmayacaklar. Kendilerine reva görüldüğü kadarcık sataşmayı yeterli bulacaklar siyasi meşruiyetlerine temel olarak. Uslu uslu siyaset yapmalarına izin verilen saray bahçesinin çitlerinden atlamamak için bahaneler bulacaklar elbette. Ellerinde kalan ya da siyasi ticaret yoluyla elde ettikleri pozisyonlardan azami verimi alabilmek için siyaseti asgari sınırlarında tutma yolunu seçecekler. Yani 2019 zaferinden sonra başlayan trajedi, fars olarak devam edecek.

İyi olan sanırım bu defa pek de seyirci bulamayacaklar. Yeni oyuncular çıkmaya başlayacak bir müddet sonra. Kıymet-i harbiyesini eskiden beri sahnede olmaktan alanlar koltuklarını, yeniler onların siyasette boş bıraktıkları pozisyonları dolduracaklar. Eskilerin inkâr etmemizi istedikleri arzu ve öfkenin yarattığı dalgayı görebilirlerse yeniler, yeni bir şeyler yapabilecekler.

Yani evet yaşadık pek de küçük sayılamayacak bir kıyamet. Bayağı ciddi parçalandık olabilecek en asgari müşterekte buluşabilmek için nelerden vazgeçtiğimizi fark edince, henüz parçalanma sürecimiz bitmiş de değil. Elimizin tersinde bir hayli desen birikti karşımıza “ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin” dayatmasıyla çıkacak her meşrepten ehl-i siyasetin yüzüne nakşedecek!

Hasıl-ı kelam… “Geliyor gelmekte olan” dendikte neyin gelmekte olduğunu gördük iyice… Şimdi artık gitmekte olanlara yolunuz açık olsun, gözünüz arkada kalmasın, en nihayetinde biz düştüğümüz yani size razı olduğumuz yerden kalkarız, siz yeter ki bir zahmet gölgelerinizi de götürün beraberinizde demekte.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.