Son bir kaç aydır sıradanmış gibi görünen kişilerin alelacayip paralar kazanıp garip hayatlar yaşamasına vesile olan büyük ölçekli ve göz önünde işlenmiş mali suçlara ilişkin haberlerden kaçabilmenin imkânı kalmadı. İnsanlar büyük bir ilgiyle izliyorlar. Cümleten yerli-milli bir “bilmem kaç film bir arada”seansına uğramış gibiyiz gene. “Vay be”ler havada uçuşuyor, şakalar acıyı hafifletiyor, haklı ama çoğunun cevapsız kalacağını bildiğimiz sorular listeleniyor, gazeteciler arada bir üzerimize “daha bunlar ne ki?” bakışı attıkları ateşli konuşmalar yapıyor, siyasetçilerse bu mevzudan mümkün mertebe kaçıyor.
Doğrusu para konularından hiç anlamadığım için tam olarak ne yaptıklarını anlamadım hâlâ. Ama o kadar paranın çalışarak kazanılamayacağı da ortada. Servetlerini kaptıranların paralarından bahsediyorum tabii. Gerçi artık “çalışmak” dediğimiz şeyin tanımı ve tarifi de çok değişti. O yüzden bu kelimeyi sarfettiğimde neyi kastettiğimden ben de pek emin değilim.
Tabii ki dikkatimi en çok celbeden şu namlı futbolcuların da “mağdur” sıfatıyla dahil oldukları düzenek oldu. Önemli bir kısmını hâlâ anlamadım. Mesela şu VİOP (Vadeli İşlem Opsiyon Piyasası) şeysini en az 20 kez okumuşumdur. Mümkün değil anlamıyorum. Hep masanın kazandığı bir kumarhane numarası dönmüş gibi geldi bana. Ne olduğunu anlamadığım bu şeyin bütün mevzunun ilham kaynağı ve mesnedi olduğunu da görebiliyorum bir yandan. Para kazanmanın yollarından birinin paranız varmış gibi davranmak olduğunu Talih Kuşu filminden öğrenmiştim. Tabii hepimiz her filmden hep aynı şeyi öğrenmiyoruz.
Allah razı olsun Ozan Gündoğdu BirGün’de, olayın kahramaniçesinin biyografisini merkeze koyarak bir yazı yazdı da nihayet mevzuyu “insan hikâyesi” olarak kafamda canlandırabildim biraz. Böylece “mağdur” pozu veren futbolcu zevatın başına gelenin de esasında “ava giderken avlanmak” ayarında bir öykü olduğunu anladım. Alındı belgesi almadan para verecek kadar “avel”ce bir davranış örüntüsünü tekrar etmelerinin sebebi, “büyük resim” içinde kendilerini koydukları imtiyazlı yerdi. Artık nasıl bir boy aynasında görüyorlarsa kendilerini, birinin onlara, her birine ayrı ayrı, durduk yere bir miktar komisyon karşılığında yüzde bilmem kaç yüz para kazandırabilecek olmasında hiçbir terslik görmemişler. Aynadaki endamlarını malın gözü olma iradesiyle temaşa ederlerken gözleri düşmüş bir bakıma. Kahramaniçenin cüretinin ve çaresizliğinin kaynağı ise bu zevatın zaaflarını yıllar boyunca iyi etüt etmesi gibi görünüyor. Elbette suçsuz değil. Öte yandan suçlanacak tek kişinin o olduğuna inanan da yoktur herhalde. Yüce Türk yargısının ne yapacağını ise göreceğiz. Böyle organize suçlarda bir kişiye göz dolduran büyük bir ceza verdikten sonra geriye kalanları hatırlı ve itibarlı hayatlarına iade ettiklerine çok şahit olduk. Hele işe zenginler, kurumlar, sözüm ona istihdam sağlayan ve vergi veren şirketler ve bankalar da dahil ise mevzu alelacele kapatılmaya çalışılır. Siyasi kültürümüz, adalet görgümüz hassas dengeler üzerine inşa edilmiştir zira.
Bize düşen “işlerin böyle yürüdüğü”ne olan inancımızı pekiştirmek, insanlığa, düzene, ay o tapınaklar tapınağı “piyasa”ya güvenimizi daha da kaybetmek ve şuncacık hayatımızı mümkünse tuzağa düşmeden yaşayabilmek için tedbiri elden bırakmamaktır. Ama artık bunu da yapamıyoruz. Sebebi ise milli paramızın her an değer kaybetmesi nedeniyle yaşadığımız erozyona kapılıp gitmemek için tutunacak bir şeyler aramamız. Çalışıyoruz, para da kazanıyoruz ama kazandığımız para karnımızı doyurmuyor. Değerini kaybeden şey yalnızca para değil, hayatımız. Zenginler kârlarını korumaya ve çoğaltmaya çalışıyor. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve göz göre göre hızla yoksullaştırılan bizler ise hayatlarımızı korumaya çalışıyoruz. Yolsuzluk da bu çoğalma ve koruma çabalarımıza sızarak tabana iniyor.
Kültür olarak yolsuzluk
Yolsuzluğun tabana inmesi demek, gündelik hayatın türlü çeşit yolsuzluklar olmaksızın yürütülememesine iman etmek demek aslında. Balık elbette baştan kokar. Her şey siyasetçilerin, bürokratların, mevki sahiplerinin çeşitli yolsuzluk hikâyelerine karışmaları, cezalandırılmamaları, bunu gören başkalarının da “demek hayatın kaidesi bu” diyerek onları takip etmeleriyle hızla ve dalga dalga yayılır.
Yolsuzluktan bir gündelik hayat pratiği olarak bahsedilen ülkelerin başında ise yıllardır hep Endonezya gelir. Elbette başka ülkelerde de çok yaygın bir çürüme emaresi yolsuzluk, ama işte literatür bu, tutturdu mu bırakmaz. Bu yazıya hazırlanırken şöyle bir baktım, Türkiye de kendine özgü halleriyle yolsuzluk literatüründe giderek “yıldızı parlayan” bir ülke görünümünde.
Berlin merkezli Transparency International’ın hazırladığı endekse göre sadece 2021-2022 döneminde yolsuzluk algısı (özetle bu ülkede yolsuzluk yapılıyor mu sorusuna verilen “evet” cevabı üzerinden yapılan ölçüm) endeksindeki skoru iki puan düşerek 36 olmuş. Bir ülkede yolsuzluk olduğuna olan inanç ne kadar yüksekse bu puan o kadar düşük oluyor. Türkiye 2013 yılından bu yana istikrarla düşüyor sıralamada. Başka türlü söyleyeyim, 2013 yılından bu yana Türkiye’de yolsuzluk olduğu algısı istikrarlı bir şekilde yükseliyor. 2013 yılı ise hepimizce malum olduğu üzere, Gezi İsyanı sonrasında AKP’nin “iktidarı her an kaybedecekmiş gibi birikim yapmaya, hiç kaybetmeyecekmiş gibi devlet zeminine yayılmaya” karar verdiği dönüm noktasına tekabül ediyor. Elbette AKP’den önce de vardı yolsuzluk ama işte grafik de ortada.
Endonezya’nın grafiğine de bir bakalım ki Türkiye’nin uluslararası yolsuzluk literatüründe neden bu denli çok anılmaya başladığı konusunda bir fikrimiz olsun.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bu ülke 1999’da Suharto’dan kurtulduğundan beri yolsuzlukla mücadele için çeşitli denemeler yaptı. Olmuyor bir türlü. Uluslararası bir fenomen olmasının sebeplerinden biri de bu denemelerin bir türlü işe yaramaması ve tıpkı şimdi bizde olduğu gibi yolsuzluklarıyla ünlenen kimi starlar, fenomenler yaratması, bu starların bayağı büyük hayran kitlelerine de ulaşması. Yolsuzluğun kendisinin bir performansa, gösteriye dönüşmesi yani ülkeyi bu kadar enteresan kılan. Eskiden de ünlü yolsuzlarımız vardı, ama şu son birkaç ayda yaşadıklarımız (özellikle Dilan Polat vakası ve sonrası) yüzünden daha sık hatırlar oldum Endonezya’yı.
“İşi görülen”ler toplumu
Bütün bunları düşünürken elimde çok da güzel bir doktora tezi vardı, dedim ki biraz ondan bahsedeyim. Kanti Pertiwi, 2016’da, Melbourne Üniversitesi’nde bitirmiş tezini, başlığını da “‘Ama bu yolsuzluk değil ki’: Endonezya’da iş dünyası-devlet ilişkilerinde yolsuzluğa yorumsamacı bir yaklaşım” koymuş. Arka planı anlatırken yalnız uluslararası literatürün değil Endonezya siyasetçilerinin de yolsuzluğu bu ülke kültürünün önemli bir parçası olarak gördüklerine dikkat çekmiş. Bu nedenle tezin geriye kalanını “yolsuzluk nasıl kültür haline gelir ya da yolsuzluğun kültürün bir öğesi, fonksiyonu, parçası, hatta belki de temeli haline geldiğini nereden anlarız?” sorusuna cevap olarak okudum.
Nitekim Pertiwi’nin ara başlıklarından biri “Yolsuzluktan uzaklaşmanın zorluğu.” Bakınız “yolsuzlukla mücadele”nin zorluğundan söz etmiyor. Çünkü bahsettiği şey alınacak kurumsal ve yasal önlemler ve bu önlemlere yolsuzluğa bulaşmış, yolsuzluk olmadan yaşayamayan, mal-mülk biriktiremeyen elitlerin gösterdikleri direniş değil. Tabana iyice yayılmış ve yaşam biçimi haline gelmiş bir yolsuzluk kültüründen söz ettiği için “uzaklaşmanın zorluğu” diyor. Bize yolsuzluğa bulaşmadan yaşamanın zorluklarını anlatıyor tezinde bir bakıma.
Hem gazete haberleri ve köşe yazılarını dahil etmiş tezine, hem de iş insanları, hükümetten insanlar, özel şirketlerde çalışanlar ve en önemlisi işi yolsuzlukla mücadele etmek olan bürokratların dahil olduğu 40 kadar kişi ile söyleşi yapmış. Tezin kalbini —tabii bence— söyleşilerden yola çıkarak yaptığı analizi aktardığı beşinci bölüm oluşturuyor. Analizini özetlediği ve “yolsuzluğun olumlu işlevleri” başlığını uygun bulduğu tablosunu aktarayım hemen.
Yolsuzluktan uzak durmanın zorlukları – yolsuzluğun olumlu işlevleri | ||||
İşleri halledilmesini kolaylaştırır | Yolsuzluk sayesinde şirketim/örgütüm işlevini yerine getirir | Yolsuzluk hükümetin görevlerini yapabilmesini sağlar | Yolsuzluk sayesinde hükümetle sözleşme yapabilirim | Yolsuzluk sayesinde şirketimin vergi yükümlülükleri azalır |
Geçim kaynaklarını korur | Yolsuzluk geçinebileceğim bir gelir düzeyine ulaşmamı sağlar | Yolsuzluk şirketimin/örgütümün işini yapabilmesini sağlar | Yolsuzluk sayesinde insanlar ailelerini geçinderibilirler | Yolsuzluk dezavantajlı/zayıf insanlara destek olur |
Sosyal sorumlulukları/ilişkileri sürdürür | Yolsuzluk kişilerin ailelerine karşı sorumluluklarını yerine getirmelerini sağlar | Yolsuzluk sayesinde insanlar uyumlu ilişkiler geliştirir |
Tablonun orijinali daha önce verdiğim linkteki tezin 106’ıncı sayfasında. Çeviriyi yaparken ellerimin titrediğini kabul ediyorum, çünkü yolsuzlukla ilgili böyle cümleler yazmaya/düşünmeye gitmiyor insanın eli/aklı. Fakat insanların yolsuzluk deneyimlerini aktardıkları örneklere baktığınız zaman, Pertiwi’nin bu dili tesadüfen kurmadığını da anlıyorsunuz. Mesela işi yolsuzlukla mücadele olan bir görevli demiş ki, “Dönüp sisteme bakacak olursak, örneğin bir polis müdürü 5 milyon rupiah alıyor. Jakarta’da üniversiteye giden bir çocuğu var. Bu para yeter mi? Elbette ek gelir kaynağı arayacak.”
Bir hükümet görevlisi neredeyse öncekinin kaldığı yerden devam etmiş: “(Çalışanlar) kendilerini baskı altında hissediyorlar Bölge Yöneticisi yüzünden. Eğer dediğini yapmazsan (yolsuzluğa ortak olmazsan) işini kaybedeceksin. Yapmak istemiyorsun, çünkü yanlış olduğunu biliyorsun, fakat patron senden vazgeçecek.”
Başka bir hükümet görevlisi son tuğlayı da yerine yerleştiriyor bir güzel: “Kimi zaman onları (yolsuzluk yaptıkları için) suçlayamıyorum. Çünkü Jakarta’da yaşamanın maliyetini karşılayamayacak kadar az kazanıyorlar. Görmezlikten geliyorum. Çünkü anlıyoruz, böyle şeyleri büyütmüyoruz. Başka alternatif yok.”
Yolsuzlukla mücadele için yapılan onca işin neden işe yaramadığına da bir cevap veriyor sonunda Pertiwi: İnsanlar, yolsuzlukla mücadele çerçevesinde alınan kimi önlemlerin Endonezya kültürünü hedef aldığını düşünüyorlar. “Sigara parası” ya da bizim “çorba parası” diyeceğimiz türden “küçük” ödemeler karşılıklı hediyeleşme olarak görülüyor mesela. Kimileri bu tür küçük yolsuzlukların görmezden gelineceği bir mücadele çerçevesinin yerinde olacağını düşünüyor. Bir başka deyişle, yolsuzluk pratikleri o kadar benimsenmiş ve kanıksanmış ve örneğin memur ücreti düzeni buna göre öyle bir kurulmuş ki, yolsuzlukla mücadele için alınan tedbirleri insanlar ortak yaşama yöneltilmiş bir saldırı olarak görüyor.
Yolsuzluğu savunmak
Bizim memlekette, kimi ehl-i iktidar zevatın yolsuzluk tartışmaları yaparken buna benzer bazı argümanlar geliştirdiklerini gayet iyi hatırlıyorum. “Yolsuzluk” suçlamalarıyla “halkın seçtiği kadroları hedef alıyorsunuz” diyorlardı. Aslında bir bakıma “halk bu yolsuz kadroları istiyorsa size ne kardeşim, ne karışıyorsunuz” demeye getiriyorlardı. O zaman henüz Endonezya’nın çıkmaya çalıştığı çukura bu kadar düşmemiştik. Ama düşme kararlılığında olduğumuzu cümle aleme ilan etmiştik çeşitli dramatik vesilelerle.
Madem tablolu bir yazı oldu bu, bir tablo daha vereyim şimdi de yolsuzluğu, çürümeyi “kültür” eyleyenlerin ne türlü bir retorik izledikleri konusunda da sistematik bir şey olsun elimizde. Kaynağı Jeremias J. De Klerk’in “‘Şeytan dürttü’: Rasyonelleştirilmiş yolsuzlukta bilinçdışı ‘içimdeki şeytan’ (söylemi) üzerine bir soruşturma” başlıklı makalesi, kategorileri oradan aldım ama birebir çevirmedim, hadi biraz yerelleştirdim diyelim. Zira tabloyu hazırlarken elimde olmayarak yerli-milli örneklerini hatırladım ve haliyle bir miktar esef de ettim.
Pertiwi’nin doktora tezi yolsuzluğu kültürel (böyle deyince canım yanıyor ya hu, bari şöyle diyeyim), müşterek bir etkinlik olarak görüp gene müşterek halet-i ruhiye üzerinden tarif ediyordu. Yani bir toplumun hangi gerekçelerle yolsuzluğu hoş görebileceğini ya da kültür (offff bildiğin cehennem) edinebileceğini anlatıyordu. De Klerk ise daha bireysel bir nokta-i nazardan yolsuzların olası halet-i ruhiyelerini tasvir ediyor.
Diyor ki üç koşul gereklidir yolsuzluk için: Bir, yolsuzluk yapacağınız araçlara sahip olacaksınız. Yani insanların sizden talepte bulunacakları bir etkinlik alanınız olacak. Etkinlik alanınız ne kadar genişse o kadar büyük bir yolsuzluk erkine sahipsiniz demektir. İkincisi insanlar sizden yolsuzluk yapmanızı talep edecekler. Mesela size düşen işlerini diğerlerine yaptığınızdan daha kısa sürede bitirmenizi isteyecekler. Başkalarına değil de sadece kendilerine tanıyacağınız imtiyazlar karşılığında size çeşitli çıkarlar teklif edecekler vs. Üçüncüsü ise tutarlı bir rasyonelleştirme retoriğiniz ve o retoriği dayandıracak mümkünse herkesin değer verdiği bir kaynağınız olacak. De Klerk’in yerinde olsam bu üçüncüyü başa koyardım. Eğer içinde yaşadığınız toplumun kıymet verdiği bir kaynağı/değeri istismar edecek güce, yani yapacaklarınızı rasyonelleştireceğiniz bir retorik dayanağa sahip değilseniz zaten yolsuzluk yapacak erk ve fırsata da (güç ve zaman) sahip olamazsınız. Eğer öyle bir kaynağınız varsa yaptığınız yolsuzluk sizin, o kaynaktan su içenler adına gerçekleştirdiğiniz bir güç performansı (çok değerli ve pek sayın He-Man gibi “Gölgelerin gücü adına! Güüüüüüüç bende artık” şişinmeniz) olarak geçecektir kayıtlara. Sizi bulutların, ay pardon yasaların, üzerine çıkarmayacak güç ne işinize yarar ki hem?..
Fakaaaaaaat… Şöyle bir durum da var göz önünde bulundurmanız gereken. Siz dayandıkça yıpranacak o retorik kaynak. O yıprandıkça yerini başka kaynaklar alacak. Siz o yeni kaynaklar, sizin kaynağınızı ikame etmesin diye retorik geminizdeki bütün delikleri herkesin yüzüne yüzüne salladığınız parmaklarınızın şiddetiyle kapatmaya çalışacaksınız, ama bir müddet sonra parmak sayınızdan daha çok delik açmış bulacaksınız kendinizi. İyi ki yaptınız bunu, sizin bu şekilde delik deşik ettiğiniz kaynak sizden sonra kimseye aynı şekilde hizmet etmeyecek. Yani elinize geçirdiğiniz gücü kullanarak tükettiğiniz asıl kaynak, yolsuzluklarınızı dayandırdığınız değer olacak. Buna karşılık bir hayli mal-mülk biriktirebilirsiniz. Böylece dayandığınız kaynağa, mesela “ben bütün bunları şu davaya hizmet etmek için yaptım” cümlesinde geçen ”dava”ya biçtiğiniz değeri de görmüş olur dost-düşman.
Kötülüğün, ahmaklığın ve aptallığın bir fonksiyonu olduğunu; meselelerini çözmek, davalarını gütmek için başkalarına kötülük eden insanların ne güttükleri davaya ne de akıllarına, havsalalarına itimatları olmadığını düşünürüm hep. Diyeceksiniz ki ya hu başta sözünü ettiğin yolsuzluklar, ponziler, dolandırıcılıklar öyle büyük davalar için yapılmış değil ki. Allah’ın internet fenomenleri onlar… Haklısınız… Ama onlar yolsuzluğu cihanşümul bir gösteri sanatına dönüştüren bir siyasi kültürün (yalnız AKP’den bahsetmiyorum, öncesi de var) kotardığı son moda ürünlerden ibaret yalnızca. Söz konusu dolandırıcıların para kaynakları konusundaki iddialardan bağımsız olarak söylüyorum bunu. Çoğunluğu dindarlıkta, milliyetçilikte, yerlilikte, millilikte, —tabii ki ulusalcıkta ve laiklikte yarışanlar da çoktu— siyasetçi taifesinin; yolsuzluğa bulaşmış memurunu, bürokratını yargılamamak için bin dereden su getiren çünkü esasen siyasi iktidarı o yolsuzluk akışından pay alabileceği bir fırsat olarak gören politik kadroların el birliğiyle yarattıkları bir sonuç.
Ahhh duyabiliyorum “sanki halkımız çok mu masum?” diyenleri… Kimse masum değil, ama inkâr edemeyeceğimiz bir korelasyon var imamın mabadı ile cemaatin neticesi arasında.