Nihayet sonunda sekülerlerin ısrarlı deyimleriyle “türbanlı,” mütedeyyinlerin tabiriyle “mütesettir” veya normalde “başörtülü” olarak tanımlanan muhafazakâr ailelerin de arzı endam ettiği diziler TV’lerimizde ardı ardına zuhur etmeye başladı. Artık piyasa yapımcıları bu işin sonunda iyi ekmek olduğunu görebildiler. Yapımcıların bu tip yapımlara ilişkin iki endişeleri mevcuttu. Birincisi, eskiden başörtülü-eğitimli model aileyi, statükoya gösteremezlerdi. İkincisi ise, şimdi bu tip aileleri gösterdiklerinde makul eleştirel bir bakışın yeni statükonun zülfüyârına dokunup başlarını ağrıtacağı endişesini taşımalarıydı. Sonunda yapımcılar piyasa şartlarında orta popülist bir yolu bulmuş gözükmekteler.
70’li yıllarda Yücel Çakmaklı’nın “Huzur Sokağı-Birleşen Yollar” o zamanki Türk filmleri biraz da Hindistan sineması ile karışık tatta etkileyiciydi. Sonra 90’larda İsmail Güneş ve Mesut Uçakan’ın başarılı denilecek yapımları olmuştu. Bizler o dönemde dindarlara yapılan baskılara odaklı bu tip filmleri “milli sinema” adında tanımlamaktaydık.
90 ve 2000’li yılların başında pratikte bırakın başörtülü spikeri, eğitimli bir genç başörtülü kız veya kadını TV’lerde, dizilerde veya sinemada canlandıramazdınız. Sistem başörtülü kadınların rolünü 50 yaş üstü veya varoşlu olma koşuluyla sınırlandırıyordu. Sıkça ifade ettiğimiz gibi Kemalist devrimler görgü devrimleriydi. Hiçbir zaman bir epistemolojik karakteri olamadı. Kemalistler kendi bilgi ve vizyon sınırlarını idrak edemediler. Nitelikli başörtüsüne karşı sınıfsal tavırları elde patladı. Bu durum bugünkü mahallenin dindirilemeyen öfkesinin ciddi bir sebebini teşkil etti. Görgülü olmak entelektüel olmak sanıldı. Kemalist elit hiçbir zaman dindar bir kızın yüksek eğitim alıp bireyselleşebilmesini seküler modernitenin bir parçası olabileceğini asla fark edip göremedi.
Türkiye 70’li yıllarda gençlerin aktör olduğu ciddi bir ideolojik iç savaşı da yaşamıştı. Bu olayların kültür ve sanat olarak bizden sonraki kuşaklara, tarihe aktarılması gerekiyordu. Sağ mahalle esnaf ve tüccar yaklaşımı ile bu konuda sorumluluğu sol liberal aydınlara bıraktı. Onlar “Çemberimde Gül oya” ve benzeri dizilerde, o dönemleri tek taraflı bakış açısıyla işlediler. “Sağcı köylü faşistler kıyafetinden, kızlarla olan sosyal ilişki yetersizliklerinden hep fark edilirler” havasıyla dizilerde ülkücü-akıncı canlandırmaları yapılıyordu. Mahalleli seyrediyordu.
90’lı yıllardan bu yana muhafazakâr mahalle, sistemde “Ben de varım” demekteydi. Durmuş Hocaoğlu’nun tanımı “entelektüeli olmayan düşük şiddetli Anadolu devrimi” engellemelere rağmen ekonomi, siyaset ve sosyal hayata ağırlığını koyuyordu. Ne yazık ki kültür ve sanatta kendi yetersizliklerinin de katkısıyla yok sayılıyorlardı. Kendileri dışında istisna olarak başta Orhan Pamuk olmak üzere bazı liberal aydınlar uluslararası eserlerinde bu kesiti ağırlıklı değerlendirmekteydiler de.
Sol liberal çevrenin son dönemde yaptığı ve Netflix’te yayınlanan “Bir Başkadır” dizisi oldukça ilgi çekmişti ve bu başarıda sanırım psikanalist danışmanlarının olumlu etkisi vardı. Ancak bu başarıda varoşlu başörtülü temizlikçinin çok iyi tahlilinin önemli rolü vardı. Çok gerçekti, herkesin hayatından bir parçaydı ve seyredeni içine çekti. Ancak Gülse Birsel’in yine Netflix için yaz ortası havuz başında çekilen “Yılbaşı” dizisi-filmindeki başörtülü entel psikolog figürü ise bir o kadar hepimize yabancıydı. Betimleme de başarısızdı. Zira başörtülü varoşlu hizmetçide yapılan başarılı tahlil, başörtülü entel psikolog için yapılamamıştı. Çünkü bu elit kesim başörtülü hizmetçilerle aynı sosyal yaşam içindeydi ancak eğitimli psikolog ile pek değildi.
Türk dizileri genel piyasa karakteriyle güzel mekanlar, güzel kadın ve erkekler, kıyafetler fakat zayıf senaryolar üzerine yapılmakta. Reyting ve Arap-Orta Asya ülkelerine de pazarlama sorununu hiç yaşatmamakta. Nitelikli batı dizilerinde ise politik ve sosyal yaralar kritik edilmekte, düşündürmekte ve duygudaşlık yaptırmakta. Bu da bu yapımları ciddi ve farklı kılmakta.
“Kızılcık Şerbeti” ve ardından gelen yapımlara da bu gözle bakmak gerekmekte. Bu yapımlara olan ilgiyi, çeşitli gerekçelerle yok sayılan ciddi bir toplumsal kesimin varlığını yansıtmasında görmek gerekmekte. Bu durum izleyiciyi yaşadığı hayatın içine çekebiliyor. Dizilerde artık muhafazakâr aile karakterleri bireysel olarak iyi tahlil edilmekte. Ancak senaryo yazıcıları veya yapımcılar çoğunlukla mahalle dışından oldukları için bunun ruhunu ve anlamını yansıtamamaktalar. İki tesbih bir seccade ve maşallahlarla bu işin çözüldüğüne kanaat getirmiş vaziyetteler. Bazı yapımlar da adeta 70’li yılların jönlerinin ayakkabılarını çıkarmaya üşenip yataklarına ayakkabıyla girip çekim yaptırmalarını andırır sahicilik sorununu da yaşatmakta.
Ülkede kültür ve sanat doğal olarak liberal solun elinde. Ancak toplumun çoklu boyut kültürel altyapı gerçekliklerinden bunların sektörle uğraşanlarının bir kısmı sonsuz uzaktalar. Örnek olarak Netflix’in son filmi “İstanbul için Son Çağrı”da başrol oyuncu çiftinin New York’ta bir orgazm yarışmasını izlemeleri bir ilginçlik-farklılık olarak dizide sunulmakta.
Yapımcıların en azından muhafazakâr mahalleyi canlandırırken İsrail yapımlarının Filistinli Müslümanları canlandırdığı kadar sahici analizlere yönelmeleri beklenmekte. Bu ciddiyet yapımların verimliğini arttıracaktır.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ülkenin yaşanan politik ve sosyal gerçekliklerine temas edemeyen, nasıl olsa seyrediliyor diye işini ciddiye alamayan yapımlar, piyasa işi kâr getirecek ancak kalıcı olamayacaklar. Bu durum da bizleri Netflix veya Holywood yapımlarının, bizlerle aidiyeti olmayan sosyal-politik ve tarihsel gerçekliklerini izlemeye mecbur bırakacaktır.