Seçimlerden bu yana siyaset hakkında düşünmemek ve yazmamak için büyük çaba sarfediyorum. Birçoğunuz gibi kendime başka meşgaleler bulmaya çalışıyorum. Bütün yazı nakış işleyerek geçirdim öfkemi kumaşlardan çıkarayım diye. Olan parmak uçlarıma oldu. Sonra bir-iki kısa seyahat ve ardından başımı kaldırmadan çalıştığım üç-dört ay. Derken çalışmam da bölündü, “dikkatim benim değil” galiba toparlayamıyorum gene. O yüzden yeni yılı çokça öfkeli, biraz hüzünlü karşılıyorum. Kaç yıldır hep “en kötüsü geride kalmış olsun” yazıyordum yeni yıl dileği yazmam gereken her yere. Ama bu sene içimden o da gelmiyor. “Allah beterinden saklasın” daha iyi duruyor sanki… İçinizi kararttım değil mi?
2019’daki yerel seçimlerin sonuçlarına şaşırmak suretiyle girdiğimiz ve yaklaşık dört yıl süren genel seçim havasından geriye kalan halet-i ruhiye bu. Kimsenin gönlünden geçeni oylamadığı saçma sapan ve utanç verici bir finalle dağıldı o hava. Ülke yönetmekte seçim kazanmakta olduğu kadar mahir olmayan bir ekibin, zihniyetin elinde kalakaldı ülke ve geleceklerimiz.
Mutsuzuz, kötüye gidişi görüyoruz, her bir gün yalnız ömrümüzden değil, yaşama sevincimizden de alıp götürüyor. Oraya buraya bakıp umutlanacak bir şeyler arıyoruz. Ama önce umutlanıp sonra tökezlemekten daha önce korktuğumuzdan daha çok korkuyoruz. Ağır bir vaziyet yaşadığımız. Acısını da kendilerine gösterdiğimiz teveccüh karşılığında bizi bu halden “kurtarmayı” vaat edenlerden çıkartıyoruz. Aslında keşke gerçekten bir şeyler yapabilsek onlara, ama yapamıyoruz. Elimizden bir şey gelmiyor. İrademizi ilk ve en çok yok sayanlar “muhalif” oylarımıza talip olanlar. Sanırım en çok ağrımıza giden de bu. Nasıl gitmesin… Beklentilerimizi yerin dibine düşürerek, hatta kendimizden utanarak, ellerimiz parmaklarımız alev alev yanar halde verdik oylarımızı. Sonunda yüzümüzü yere düşürmekten başka hiçbir şey yapmadılar.
Şimdi 2019’daki gibi bir yerel seçim var. Gene, “bakalım seçmen genel seçimde verdiği oyun sonucundan memnun mu?” sorusunun cevabına yatırım yapıyor muhalefet. E değil tabii. Nasıl olsun! Bu soruyu sormak bile abesle iştigâl. Lakin o memnuniyetsizliğin karşısına ne koyacaksınız? Yok işte… Bu soruya kimse hiçbir cevap vermiyor hâlâ. Belli ki büyükşehirlerin hangisini kimin alacağı üzerinden yapılan hesaplarla kotardıkları kaba saba mantık zincirini, bu defa üstelik başarısızlığa uğramış, iflas etmiş, helak olmuş bir ittifak stratejisinin ağırlığını da içererek başa sarmaktalar. Bakalım bu yerel seçimin ardından hangi zaferler ve hangi yenilgilerden hangi dersleri çıkarmayacaklar.
Aşağı yukarı iki haftadır seçim sath-ı mailindeyiz gene. Nereden anlıyoruz? Seçim kazanmakta ülke yönetmekte olduğundan daha mahir o zihniyetin kurduğu gösteri sahnesinden; ezberindeki meş’um ve necis replikleri terennüm etmeye başlamasından, akla-mantığa mugayyir ama kendilerinin siyasi ahlaklarını pek iyi yansıtan parçalayıcı dilin yeniden ayyuku zorlamaya koyulmasından.
Siyaseti konuşmadan konuşmak
Şimdi şu yazdıklarımla kendime seçimlerden sonra verdiğim sözden dönmüşüm gibi hissediyorum. Ama 2023’ü siyasetten bahsetmeden nasıl kapatacaktım ki? Bu yazı o sözden dönmek değil, o sözle yeniden sözleşmenin vesilesi olsun.
Fakat başka bir tarafı daha var bu iç-çekiş(men)in. Aslında hiç durmaksızın siyasetten konuşmamız lazım geldiğini, hatta siyaset konuşmayı bir tutkuya dönüştürmemiz gerektiğini düşünüyorum. Her an, hepimiz, hem konuşmalı hem konuştuklarımızdan haberdar etmeliyiz siyasetçileri. Onları ne düşündüğümüzden haberdar etmenin yolu da imza metinleri çatıp üç beş yerde yayınlanmasını beklemek ve böylece siyaset yapmama yasağını savmak değil, konuştuklarımızı küçüklü-büyüklü sahalarda, artık her neredeysek orada fiile dönüştürmek ve siyasetçileri öznesi olduğumuz fiillerin ortağı olmaya zorlamak olmalı.
Çünkü siyaset demek, hayat demek. Biz kendi siyasetimizi üretmeyince başkaları bizi siyasetlerinin malzemesi haline getiriyor. Niye izin verelim buna? Hayatın her alanını, tarihin her zamanından daha çok siyaset belirliyor, şimdi şu içinde olduğumuz zamanda. Çünkü yalnız devletler değil, şirketler ve onların politikaları da uykularımıza kadar giriyor, en mahrem yerlerimize sokuluyorlar yaptıkları ve yapmadıklarıyla. Her an gözetim altındayız, her şeyimiz kaydediliyor. Yapıp ettiklerimiz gene bize karşı delil değilse bile veri olarak kullanılıyor.
Hal böyle iken siyaset konuşmadığımız, yapmadığımız, siyasette olup bitenlere müdahil olmadığımız her an hayatımızın ipleri elimizden kayıp başkalarına geçiyor. Olmaz yani, siyaset konuşmuyorsak yalnızca konuşuyormuş gibi yapıyoruz. Aslında hiçbir şey söylemiyoruz. Öte yandan siyaset konuşmadığımızı zannettiğimiz zamanlarda da aslında siyaset konuşuyor, ama konuştuğumuz şeyin varması gereken menzile varmasını önemsemiyormuş gibi yapıyoruz. Bu çağ, öyle bir çağ.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Siyaset konuşarak konuşmamak
Öte yandan siyasetten konuşuyormuşuz gibi yaptığımız kimi zamanlarda bahsettiğimiz şeylerin siyasetle ilgisi bile yok. Mesela isimlerini vererek siyasetin önde gelen aktörlerinden ve onlar arasındaki çekişmelerden bahsettiğimizde aslında siyaset konuşmuş olmuyoruz. Çünkü onların görünür yerlerde karıştırdıkları haltların işin gösteri kısmı olduğunu biliyoruz. Karman çorman kulis haberleri, abuk sabuk demeçler, iler tutar yanı olmayan pazarlık süreçleri… Bütün bunlar aslında siyasetin yerini alan ucuz ve tutarsız senaryo parçacıklarından ibaret. Bunun da farkındayız. Sahnenin arka planında olup bitenlerden haberdar olanlarımız da var, hatta çoğumuz ne döndüğünü aşağı yukarı biliyor. Ama işin o kısmından söz etmeye başladığımızda elimizde zifiri karanlıkta yapılan sidik yarışından başka bir şey kalmıyor. (Allah kahretsin sizi, çarpılacaksınız!) O zaman elimizde şöyle bir açmaz var. Aktörlerin sahnede gösterdikleri halleri konuştuğumuzda yalancıktan siyaset konuşmuş oluyoruz. Görünmeyen hallerini konuştuğumuzda elimizde amonyak kokulu bir karanlık var. Yani siyaset erbabı hakkında çene patlattıkça siyaset konuşmaktan uzaklaşıyoruz.
Çoğumuz bu yüzden siyaset konuşmak istemiyor. Fakat siyaset önümüzde kocaman bir bataklık gibi durduğu ve biz konuşarak orayı kurutamadığımız için gelecek planlarımızdan da konuşamıyoruz. Hayallerimizden de bahsedemiyoruz. Dedikodu etmeye bile mecalimiz yok ya hu. Hobilerimiz falan da tat vermiyor. Dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum, astrologların bile tadı tuzu kalmadı.
Şu son bir yıl çok önemli bir inancımı aldı elimden, ama geri kazanmaya en istekli olduğum inancım da bu… Siyasetin dönüştürücü gücüne olan inancımdan bahsediyorum (büyük konuşmayayım ama öbürü geri dönmez artık). Fakat bunun sebebi ben değilim, biz değiliz. Yani arzularından vazgeçip, sözlerini kendi boğazını düğümlemek pahasına yutup, beklentilerini sıfırın altına indirerek oy veren muhalif insanlar değil. Bu halin sebebi kösele suratlı, öküz gönlü/derili siyasetçiler… İktidarmış muhalefetmiş fark etmez. El birliğiyle ve hatta işbirlikçilikle bizi siyasetin kendi hayatlarımızı hep birlikte şekillendireceğimiz bir alan olduğu inancından vazgeçirmeye karar vermiş gibiler. Başka hiçbir şey için değil, yalnızca bu hedefe ulaşmak için çalışıyorlar.
İşte bunları düşünerek ve o sapasağlam, güçlü, sürükleyici yenilgi duygusunun kanatları altına sığınarak söz verdim kendime seçimlerden sonra. Yalnız seçim yenilgisinden söz etmiyorum. O en hafifi hatta. Asıl yenilgi, seçim zaferi için muhalif aktörlerden beklentilerimizi düşürmek, verdiğimiz oyun elimizi yakacağını bile bile sandığa gitmeye razı olmaktı. Bizler, yani muhalif seçmenler, oy verdiğimiz partilere yenilmiştik seçimden çok önce. Muhalefetteki siyaset esnafı, bizim kendileri karşısındaki yenilgimizi siyasi rakiplerine karşı kazanacakları zaferin önkoşulu olarak görüyorlardı. Hesaplarına göre biz ne kadar büyük yenilirsek, onların zafer kazanma ihtimali o kadar büyüyordu. İttifak siyasetinin tek gölge tarafı birbirleriyle yaptıkları pazarlıklar değildi. Gölgenin büyüğü muhalif seçmene yaptıkları şantajın karaltısıydı. Bunu böylece görmeme rağmen gene de seçimi kazanabileceklerini, o zaferden de bir hayır çıkabileceğini düşünmüş olmaktan ömrüm boyunca utanacağım. Bir kez daha kaydetmiş olayım buraya.
Onlardan çok kendime öfkem geçene kadar siyaset hakkında yazmayacağım, konuşmayacağım diye söz verdim kendime. Elimden geleni de yapıyorum bunun için. Siyasette ne olup bittiğini öğrenmemeye çalışıyorum mesela. Fakat hiç kolay değil. Olup bitenlere arada bir gözüm takıldığı zamanlarda siyasetin başat aktörlerinin, her birinin hayatına yön verecek güçteki bu tarihi yenilgiden hiçbir şey öğrenmedikleri hissine kapılıyorum. Hatta bizden, geriye kalanlarımızdan, siyasetin sınırlı sorumlu sahnesinde rol almayan, bunun yerine çığlıklarıyla, can havliyle çıkardıkları hırıltı sesleriyle, gözlerindeki öfke ya da çaresizlikle oyuncuları başka ihtimallere uyandırmaya çalışanlardan daha umutsuz ve kayıp vaziyetteler. Muhalefetten, daha çok ana-akım muhalefetten bahsediyorum tabii.
Umutsuz olmasalar iktidarın ne yaptığına, özellikle kendileri hakkında ne dediğine bu kadar duyarlı bir siyaset izlerler mi hiç? Olmuyor, bir türlü kaçamadıkları bu tepkisel siyasetle düpedüz hamalı haline geldikleri parçalayıcı oyundan çıkamıyorlar. Akıllarına gelebilen tek çare var, o da iktidarda olanın taraftarlarını ürkütmeyecek orta yollar aramak. Defalarca yazdım, söyledim, gene söyleyeyim… Siz rakibinizin taraftarını kollamaya başladığınızda, rakibiniz bunu kendi taraftarlarına -kopmak üzere olanlara da- kendileri adına kazandığı bir zafer olarak anlatıyor. Çoğu zaman anlatmasına da gerek kalmıyor hatta. Rakibinizin taraftarları verdiğiniz tavizleri ve beceriksizce kurduğunuz uzlaşı dilini, önlerinde eğilip af dilediğiniz bir sahneye tercüme ediveriyorlar kafalarında. Rakibiniz de çıkıp, “unutmayın, öcünüzü kimin aldığını unutmayın, onların sizin önünüzde diz çökmesini kime borçlu olduğunuzu unutmayın” diye satır aralarından şantaj dökülen heyecanlı nutuklar atıyor. Ha bu “sürekli kavga edin, başka da hiçbir şey yapmayın” demek de değil. Siyaseti taviz vererek uzlaşmak ya da her vesileyle kavga çıkarmaktan ibaret daracık bir yolmuş gibi görmeyin yeter.
Ama kendi gücünün farkında bir siyasetin açtığı kapıları görebilmek için bile sahneye belli bir açıyla bakabilmesi gerekir siyaset erbabının. Kendini ve o sahnedeki yerini, arada bir bile olsa dışardan görebilmesi gerekir. Bunun için de bir “dışarı” yani dünya tarifi, tahayyülü edinmesi lazım gelir. Oysa verili halde siyasetçiler anketçilere sorduruyorlar “halk beni ne olarak görüyor, görmek istiyor” diye. Neye benzeyebilecekleri ya da benzememeleri gerektiği sorusunun cevabını da geçmişte arıyorlar tıpkı iktidardakiler gibi.
Gelecekten bahsedelim dediğimizde bize çeşitli teknolojik buluşlardan falan söz ediyorlar. Oradan buradan kulaktan dolma öğrendikleri kelimeleri cümle içlerine serpiştiriyorlar. Seçilen kelimelerin değil zihne, okunmakta olan o konuşma metnine yerleşmediğini, bir sonraki kolajda yerlerini başka moda sözcüklere kolayca bırakmasından anlıyoruz. Propaganda ve reklam erbabının yazdığı şık ve kof cümleler birbirini kovalıyor. Hangi cümle daha çok alkış alıyorsa onun bir benzerini yazmaya çalışıyor onlar da. Çünkü o taife arasında da mesleki bir rekabet var ve siyasetin yerini rekabetin bu türlüsü aldı çoktan. Tutarlılıktan ve ritmden mahrum, o esnada anketlerde en çok frekans alan sorunlar hakkında, mümkünse gençlerin sık kullandığı kelimelerle yazılmış cansız cümleler kurmakta yarışıyorlar birbirleriyle. Sonunda çok bağırılan, çok gevezelik edilen ama hiçbir şey söylenmeyen hitap parçacıklarıyla kalakalıyoruz.
Tabii ki “reaktif siyaseti bıraksınlar, proaktif siyaset yapsınlar” falan demeyeceğim. Siyasete mevcut şeklini veren bomboş laflardan biri de bu. Rakibimin ne yapacağını önceden kestirip onu ona ben yaptırmış gibi bir poz takınayım ya da o şeyi yapmasını hepten engelleyeyeyim. O da olmadı gündemi belirleyip rakibimi beni taklit ediyormuş gibi göstereyim. Proaktif siyaset adı altında akıllarına gelebilen de bunlardan ibaret.
Uzatmayacağım… Reaktif ya da proaktif yerine refleksif ve self-refleksif siyaset yapsalar keşke. Şu soru listesini ayna karşısında tekrar ederekten başlayabilirler: “Ya hu bu söylediğim şeyi niye söylüyorum şimdi? Bir anlamı var mı? Bana bir şey söylüyor mu? Bu söylediğim şeyle bir önce söylediğim ve birazdan söyleyeceğim şeyler arasında bir bağlantı var mı? Herkesin hayatını bıraktım, benim hayatımda bir karşılığı var mı? O karşılık ve bağlantı ben miyim yoksa başkaları mı? Ben bu anlattığım hikâyenin neresindeyim? Var mıyım gerçekten, yoksa şu elimde tuttuğum metin kadar gevşek bir kolajdan ibaret miyim? Neresinde duruyorum dünyanın? Yüzünü bana dönen insanlar orada ne görüyorlar? Sermayem ne, kendimden ne bekliyorum? Nasıl biri olarak ölmek istiyorum?” Başlasalar sormaya, gerisi gelir.
Sahici sorulara sahici cevaplar verdiklerinde hayatta da bir karşılık bulurlar. Tabii kendilerinde böylesi bir sorgulamaya değecek, bunun altından kalkacak bir şeylerin varlığına inanmayanlar, bu soruları da danışmanlarına verip cevapları kâğıttan ya da prompterdan okumayı tercih edeceklerdir, o ayrı. Ve fakat bu sorulara kendi aklıyla, kalbiyle cevap veremeyecek insanlar, “vatandaşlar, seçmenler benden ne istiyor” sorusuna da bir cevap bulamazlar. Bulduklarını sandıkları cevapların da başta kendileri olmak üzere kimsenin gözünde değeri yoktur. O değersizlik yüzünden oturup şimdi yaptıkları gibi “ne söyleyeyim bugün halkıma” saçmalıklarıyla meşgul olur, propaganda ve reklam esnafıyla metin yazarlarına, anketçilere ve araştırmacılara yatırırlar sermayelerini. Neyse…
Yazıyı buraya kadar okuduysanız içiniz iyiden iyiye kararmıştır. Oysa ben hafifçe de olsa rahatlamış hissediyorum kendimi. Dertleşmek iyi geldi. Bari bir yere bağlasaydım değil mi? Ama yapmam, çünkü yapamam. O kısmı beni aşar. Maksadım mevzuyu bir yere bağlamak değil. Tam da orta yerde bırakmak. Görmeyen takılıp düşsün, gören ister üstünden atlasın, ister kenarından dolaşsın, ister orasını burasını çekiştirip bir şekil vermeye uğraşsın.
Şimdilik yapabileceklerimize bakalım. 2023’ü 2024’e bağlayacağız hep beraber. Belki beklentisizliğimizi ödüllendirir talih diyeceğim ama böyle düşününce de sinir bozucu bir gülme geliyor. Madem yapacak başka bir şey yok, baştaki dileğimi tekrarlayayım… Allah beterinden saklasın!