Ayşe Çavdar yazdı: Bir belgesel, bir durak ve bir gün

Bu hafta size kısacık ama izlerken dünya üzerindeki yerinizi, o yerin insani ve dolayısıyla siyasi manasını yeniden keşfedebileceğiniz bir belgeselden söz edeceğim. Reflekt TV ekibinin hazırladığı belgesel yalnızca 38 dakika ama sadece son 20 yıldır değil, aslında ve hiç yoksa 60-70 yıldır süren bir toprak-zemin kaymasının hikâyesine dikkat çekiyor. Hadika Beliz’in yönetmenliğini üstlendiği ve kurguladığı belgeselin adı: “Türkiye’nin Aynası: Soma Katliamı.” Görüntü yönetmeni Emre Namoğlu, editörü Erim Boral, yapımcıları ise Yahya Özel, Sıla Demiral ve Can Selçuki.

Bahse konu vaka, 13 Mayıs 2014’te Soma’da gerçekleşen ve 301 kişinin katledildiği maden faciası olsa da, temelindeki olgu büyük, kocaman, devasa ve aynı zamanda utanç verici bir parçalanma. Türkiye’de yaşayan insanların birbirlerinden, topraklarından, aslına bakarsanız kendilerinden koparılmasından, ülke dediğimiz şeyin parçalanmasından söz ediyorum. Böylesi devasa ve gösterişli bir parçalanmanın “biiiiiiz” diye höykürmeye başladıklarında muhayyel bir “millet”i yere göğe koyamayanlara nasip olması yüzyıllarca anlatılması gereken ibretli bir kıssadır. Ama bu kıssayı anlatma hakkını elde etmek için evvela o parçalanmayı hiç değilse durdurmak gerekir.

Bu belgeseli izlemeyi zorlaştıran şeyi zannediyorum ki Soma sözcüğünü duyar duymaz anladınız. Gayet güzel anlatılmış olsa da Soma’da tanığı olduğumuz katliamın hikâyesi aslında dört dörtlük bir sömürgeleşme ve sömürgeleşmeye razı olma süreci. Bu süreci hayıflanmadan, dizlerimizi dövmeden, göğsümüzü yumruklamadan, “baştakiler”in isimlerini öfkeyle anmadan, daha fenası birbirimizin yüzüne kırgınlıkla bakmadan nasıl hatırlarız ki?

Failleri her fırsatta dile getirdikleri üzere “yerli-milli” olduğu için biz, yani her birimiz, şu içinde bulunduğumuz parçalı şeyin hangi tarafında, mahallesinde olursak olalım, bu sömürgeleşme sürecinin hem nesnesi hem öznesiyiz. Çünkü düçâr olduğumuz eylemsizlikle aynı anda hem sömürgeleştiriliyor, hem de sömürgeleştiriyoruz. Zifiri karanlık bir hikâyeden söz etse de, her zifiri karanlık hikâyenin yaptığı gibi, bir şans daha veriyor bu belgesel; aslında Soma’daki maden katliamında ölen madencilerin bize tanıdığı bir hakkı hatırlatıyor. Belki de bitmemiştir henüz her şey.

Sözün burasında aklınıza takılmasını istediğim soru şu: Çoktan ölmüş gitmiş madenciler bize nasıl bir hak tanıyabilir ki? Baştan başlayalım isterseniz, sonra adım adım bize tanınan o hakkı daha yakından tanımanın da bir yolunu buluruz belki.

Tütünü bırak, kömür solu ey çiftçi!

Belgesel çok isabetli bir yerden başlamış Soma’nın hikâyesini anlatmaya. Tütünün devlet eliyle bitirilmesinden. Bir zamanlar her bir hanenin bir ucundan tuttuğu tütün işi, yer üstünde çalışmayı ve karın doyurmayı mümkün kılıyordu. Fakat 2001 ekonomik krizi sonrası Kemal Derviş’in yazdığı, ardından Erdoğan ve taifesinin de büyük bir sadakatle uyguladığı acı reçetenin gözden kaçan parçalarından biri de bazı tarım ürünlerinden vazgeçilmesiydi. Kendimce daha iyi bildiğim pancar gibi tütün de üretimi kısıtlanan tarımsal ürünler arasındaydı. Kısıtlandı dediysem, çiftçilerin üretmesinin önüne engeller konuldu. Tütün serbest piyasaya bırakılacak, destekleme alımları yapılmayacaktı. Sabancı’yla işbirliği yapan BAT ve Koç’la ortaklık kuran Philipp Morris, yalnız sigara piyasasının değil, tütün üretiminin de patronu olacaklardı. TEKEL’in özelleştirmesine ilişkin taslak, dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in veto etmesine rağmen TBMM’de aynen oylanarak yasalaştı. O esnada kurulan ve sözüm ona tütün sektörünü düzenleyecek olan Tütün Kurulu da büyük oyuncuların küçük ve artık destekten yoksun çiftçileri ezme aracı haline geldi. AKP’nin iktidara gelmesinden itibaren buna bir de parodiyi andıran bir sigara düşmanlığı eklendi. Yalnız Soma’da değil, Türkiye’nin her yerinde yaşayan yaklaşık 4.5 milyon tütün üreticisine köleleşme istikameti gösterildi böylece.

2004-2008 yılları arasında TÜBİTAK için Huricihan İslamoğlu öncülüğünde yapılan, benim de bir parçası olduğum tarım araştırmasında, pek çoklarının iddia ettiklerinin aksine Türkiye tarım sektöründe yaygın bir topraksızlaşma olmadığını, ama başka bir halin yaygınlaştığını bulmuştuk. Çiftçi ürünsüzleştiriliyordu. Ekecek toprağı vardı ya da buluyordu. Fakat üretim giderek daha pahalı hale geliyor, buna karşılık daha ucuza satmaya zorlanıyordu. Bu ürünün sofraya daha ucuza gitmesi anlamına gelmiyordu. Çünkü çok fazla sayıda aracı vardı tarlayla sofra arasında. Siyasi olarak iktidardaki partiyle gayet yakından ilişkileri olan, bir yanlarıyla tarıma alternatif olsun diye teşviklerle balona dönüştürülen organize sanayi bölgelerindeki KOBİ’lerle de bağlantılı aracılar, hem tarlayı hem sofrayı eziyorlardı. Tam hasat zamanlarında sıfırlanan gümrük vergileri aracılığıyla iyice köşeye sıkıştırılıyordu küçük ve orta ölçekli üreticiler. Devlet, elindeki her türlü aracı kullanarak kıskaca almıştı üreticiyi, üretmekten vazgeçirmeye çalışıyordu. Ürünsüzleşmenin topraksızlaşmadan çok önemli bir farkı vardı. Ürünün para etmeyince toprak sırtında bir yüke dönüşüyordu. Üretmeye devam edebilmek için ek iş yapman ya da aileden birilerini maaşlı bir işe koşman gerekiyordu. Başka türlü üretim döngüsü için gereken kredileri alamıyordun çünkü. Ayrıca maaşlı işi olan, bütün aile için sağlık sigortası satın almış oluyordu.

Tarım araştırması esnasında öğrendiklerimi Soma’daki katliamdan sonra dinlediklerimle bir araya getirince anladığım, madenlerde çalışan insanların ürünsüzleştirilen çiftçi ailelerinden geldikleriydi. Devlet onlara kabaca, “sigara sağlığa zararlı, tütünden vazgeç, gir toprağın altına kömür çıkar. Aynı kömürü dışarda soluyarak yavaş, olmadı ‘fıtrat’a uygun bir ‘kaza’da hızlıca ölmeyi uygun gördüm sizin için” deyivermişti. Soma’da ölen madenciler yalnızca Somalılar değildi. Yıllarca altın madencilerine karşı mücadeleleriyle tanıdığımız Bergama’nın köylerinden gelenler de vardı. Oradaki tarım da, AKP’nin iktidar olmasından sonra Fethullahçı sermayeye verdiği altın madenleri eliyle yok edilmişti. Yıllarca Eurogold’a karşı direnmişti Bergamalılar. Ama işte yukarıda özetlemeye çalıştığım sistematik yoksullaştırma ve ezme, yani yerli-milli sömürgeleştirme politikası onların da direncini kırmıştı.

Bütün bunları “Türkiye’nin Aynası: Soma Katliamı” belgeselinde Somalılar kendi açılarından anlatıyorlar. Tütün çekilirken kömürün ve madenlerin kendilerine nasıl dayatıldığını, bu dayatmanın yarattığı çaresizlik sayesinde patronların o kadar kara, sendikaların o kadar sarı olabildiğini aktarıyorlar. Katliamın gerçekleştiği madenlerin devlete ait olduğunu hatırlatıyorlar bir yandan. Yok yok “canımız devletimiz bunu bize nasıl yapar” demiyor kimse. Madenleri denetlemesi gereken de devletti, yani bu “kaza” bildiğiniz gibi değil, diyorlar daha çok. Bu açıdan bakınca katliamın kendisinin bir büyük uyarı ve acıtıcı ama “hak tanıma” hali olduğu çıkıyor ortaya.

Henüz 2014’teyiz. 2015’teki iki seçim olmamış. Başbakan ve Gezi Direnişi sonrasında ikbalinden endişe etmeye başlamış ama hâlâ ona rağmen çalıştırılabilecek kurumlar var. Katliam bize tarımla madencilik arasındaki ilişkileri bütün açıklığıyla göstermiş o koşullar altında. Madenciler ölerek demişler ki, “Benim faillerimi ararken kendi sofrana, canına, geleceğine kastedenleri bulacaksın. Benim için hak mücadelesi verirken kendi çocuklarının dünyasını koruyacaksın.” Duymuş muyuz? Öyle bir halimiz var mı?

Hak savunucuları rehin

Sonra uzun ve hepimize hakaret gibi seyreden bir mahkeme süreci. Belgesel TİP Milletvekili Can Atalay ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel aracılığıyla aktarıyor mahkeme sürecinde olanları. Akıl alır gibi değil. Midesi de kaldırmıyor insanın. Bütün o katliamla ilgili hukuki süreçlerde adı geçen yalnızca iki kişi hapiste biliyorsunuz değil mi? Biri Selçuk Kozağaçlı, diğeri de Can Atalay. Her ikisi de katliam kurbanı işçilerin ailelerinin avukatları arasındaydı.

Can Atalay, failler lehine hareket etsin diye atanan mahkeme heyetinin kararının Yargıtay’da sadece Türkiye değil, dünya hukuk tarihine geçecek nitelikte bir kararla bozulduğunu, Yargıtay’ın madeni bir katliam tuzağına dönüştüren herkesin “olası kasıt”la yargılanmasına hükmettiğini anlatıyor. Fakat elbette orada kalmıyor mesele… Gerisini belgeselden izleyin. Yargının o karardan döndürülme sürecinin de yine Soma katliamında ölen işçilerin bizlere tanıdığı bir hak olduğunu göreceksiniz. Bize şöyle diyorlardı herhalde: “Kalkın yerinizden. Ne yapıyorsunuz? Uyumayın ayakta. Bizim başımıza gelen geldi zaten. Öldük. Kendi başınıza ne geldiğinin farkında değil misiniz?” Bence biz bu uyarıyı da dikkate almadık. Bazılarımız Soma’dan hangi partiye ne kadar oy çıktığına dair hesaplar yapmaktaydı o esnada. O minvaldeki sorulara da çeşitli cevaplar var belgeselde. Yeri her geldiğinde Soma Davası’nı kendi kişisel davası olarak gördüğünü vurgulayan Özgür Özel’in bu konuda söylediklerini özellikle dinlesin o hesapları yapanlar. Çünkü adım gibi eminim Bağımsız Maden İşçileri Sendikası Kurucusu merhum Tahir Çetin’in söyledikleri hiç işlerine gelmeyecek.

Belgeseldeki tüm ayrıntıların üzerinden teker teker geçmem imkânsız. Aklımın erdiklerini, dilimin yettiklerini işaret ettim sadece. Gazeteciler de anlatıyor gördüklerini. Mesela Rengin Arslan, başlangıçta konuşmaktan korkan, çekinen kadınların şahit oldukları adaletsizlik ve gördükleri kadar destekle zamanla nasıl açıldıklarını, tüm dünyaya adalet için meydan okumaya başladıklarını anlatıyor. Can Atalay giriyor araya o esnada: “Özellikle kadın arkadaşlarımız, anneler konuşmuyorlardı. Kınıklılar istisna. Konuşan kadınların dilinin açılması bir yıl sürdü. Konuşmamaları, bu insanlara itiraz etmemeleri öğretilmiş ve hayatları onun üzerine bina edilmiş. Mahkeme başkanına namuslu ol diyor, vicdanına göre karar ver, cüzdanına göre değil, diyor. …Elmas Teyze, Elmas Teyze bir feylesof.” Kendisi de gülüyor, gözlerinin içi de. Niye cezaevinde olduğunu bir kez daha idrak ediyorum! İsyan ediyorum ama işte kendi halimde! Allah kahretsin!

Soma’nın anayasası

Belgesel bir de haber veriyor. Soma faciasında ihmalleri olduğu gerekçesiyle 28 kamu görevlisinin yargılandığı dava 8 Mayıs 2024’te, Soma 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlandı. Ancak tamamlanmadı, 12 Eylül 2024 tarihine ertelendi. Bakın bu tarihte de mühim bir hikmet var. Bana kalırsa Soma katliamında hayatlarını kaybeden madenciler bize bir hak daha tanıyorlar. Herkesçe malumdur ki, 12 Eylül (1980), bütün bu sömürgeleştirilme tarihimizde bir nirengi noktası olmakla kalmaz, aynı zamanda, Soma davasında adaletsizliğin boyutlarını arş-ı alâya ulaştıran yargının haldeki şekilsizliğine büründüğü anayasa değişikliği de yine bir 12 Eylül’de (2010) yapılmıştı. Sahici bir anayasa tartışmasının başlatılacağı yer tam da o mahkemenin kapısının önü olabilir. Yüzde 99’u ciğerleri oksijensizlikten yanarak ölen 301 işçi için adalet arayarak açmaya başlayabiliriz tıkanan nefeslerimizi.

Kimisi çok kızacak, kızsın ama kırılmasınlar. Lakin adım gibi eminim o katliamda ölen 301 işçinin hakkını layıkıyla ve hep birlikte arayabildiğimiz vakit, bilek güreştiremeyeceği insanları cezaevlerinde rehin tutma cesareti de kalmayacak bugünün tümgüçlülerinin. Yumuşamak neymiş, normalleşmek nasıl olurmuş asıl öyle bir günün ertesinde konuşmaya başlarız. Bugüne kadar Soma katliamı ve arkasından gelen seri adaletsizlik, belgeselin adında isabetle söylendiği gibi adaletsizliğe olan yüksek “tolörans”ımızın aynası oldu, ağrı eşiğimizin ne kadar yüksek olduğunu, midemizin sağlamlığını gösterdi bir bakıma. Sorumlu devlet görevlilerinin yargılandığı mahkemede, o madene önce mahkûm sonra kurban edilen 301 kişinin ve ailelerinin haklarını hep birlikte aramak, partileri ve nazımızın geçtiği kurumları bu sahip çıkışı örgütlemeye zorlamak da yerli-milli sömürgecilerin boyunduruğu altında günden güne sefilleşerek parçalanmaya razı olmayışımızın sureti olur.

Not: Belgeselde Soma’da yakınlarını kaybeden insanlar da anlatıyorlar hikâyelerini. Onları özellikle özetlemedim ve alıntılamadım burada. Çünkü bizzat siz kendiniz izleyin, tanışın istedim. Şimdi, tam şu anda şu linke tıklayarak izleyebilirsiniz: Türkiye’nin Aynası: Soma Katliamı Belgeseli

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.