“Karanfilleri Galatasaray Meydanı’na değil, yakınlarımızın mezarlarına bırakmak istiyoruz.”
Bu kadar sıradan ama taşınmayacak kadar ağır bir talep. Cumartesi Anneleri 1000 (yazıyla bin) haftadır kayıplarını arıyor, sorumluların hesap vermesi taleplerini yineliyor. Yazmak ya da söylemek ne kadar kolay, bin hafta… O bin haftada kayıpların ağır yükünün yanında çekilen çile, baskı, engelleme, gaz, cop, gözaltı… Bütün bunlara karşın, yılmamak….
Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’na çıkmaları 300 haftadır engelleniyor, bu hafta “lütfedip” barikatları kaldırdılar ve oturma eylemi ilk başladığı yerde, Galatasaray Meydanı’nda yapıldı. Bir devlet, kayıplarını arayan insanların, slogansız, pankartsız, sadece yakınlarının fotoğrafıyla yaptığı sessiz oturma eylemine neden izin vermez? Vermez, çünkü hesap vermekten korkuyorlar, o sessiz çığlığın büyümesinden, yayılmasından korkuyorlar.
İktidarın ahlakı
İktidarın sözcülerinden Özlem Zengin, İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi ile görüştüğünü vurguladıktan sonra, “Biraz evvel Sayın Valimizle de teyit ettim, kendileri bu toplantıyı gerçekleştirecekler. Zaten her hafta yapmaya devam ediyorlar, daha geniş bir katılımla bu hafta toplantılarını yapacaklar” diyor. Buradaki sözcük oyunu çok önemli, “zaten her hafta yapmaya devam ediyorlar”, sanki engelleme, gözaltı, gaz, cop yok ve her hafta Galatasaray Meydanı’nda eylem yapılıyor algısı oluşturuyor. Dürüst olmak, ahlaklı olmak gibi bir kaygıları yok.
Burada şunu vurgulamak gerek, toplantı ve gösteri hakkı, anayasal bir hak ve sizin “lütfunuza” ihtiyaç gerektirmiyor, gölge etmeyin başka ihsan istemez. 22 yıldır her geçen gün gölgeniz daha da siyahlaşarak kara bir çarşaf gibi ülkenin üstüne çöktü, nefessiz bıraktınız bu güzel ülkeyi. Ülke, üzerindeki karanlık örtünün ucunu hafifçe kaldırmayı deneyince de neymiş, yumuşamaymış, normalleşmeymiş… Alın yumuşamanızı, normalleşmenizi başınıza çalın. Er ya da geç bu halk o kara örtüyü kaldırıp atacak; yaş 65, umarım görürüm…
Kayıplardan biri olmanın kıyısından dönen kuşaktan biriyim. 12 Eylül sonrası Diyarbakır cezaevinin “misafiri” oldum. Esat Oktay Yıldıran, hançeresini yırtarcasına bağırıyordu, iti Co ile koğuşları dolaşarak, “Hepinizi eğiteceğiz” diye. O cezaevinde 32 kişi öldürüldü. Biri de Ali Sarıbal’dı ve 3. koğuşta dövülerek öldürüldü, son nefesini bu satırların da yazarı olan birkaç kişinin kollarında verdi. Bu olayın ayrıntıları ve Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar, ilk kez Neyyire Özkan’ın Cezaevi, Cezaevi isimli kitabında yer aldı. Oradaki anlatıcı G.H. benim.
Az önce kızım telefondan aradı ve ne yaptığımı sordu, yazı yazmaya başladığımı söyledim ama konusunu söyleyemedim, düğümlendi boğazım. Şunu söylemeye çalışıyorum: Acılı insanların acılarını yaşamasına, yaslarını tutmasına bile izin vermekten hâlâ korkuyor bu devlet ve yöneticileri. Korkuyor, çünkü sürekli eleştirdiği 12 Eylül rejiminin gerçek evladı oluyor kendileri, gerisi lafügüzaf. Çok şey istemiyor ki aileler, evlatlarının, analarının, babalarının kısacası kayıplarının gömüldüğü yeri öğrenmek, “bir çuval içinde de olsa” kemiklerini almak, başına bir taş dikmek ve yasını tutmak istiyor, her hafta Galatasaray Meydanı’na bırakmaya çalıştıkları karanfilleri, bildikleri bir mezara bırakmak, yas tutmak istiyor.
Erdoğan ve AKP yöneticileri birçok konuyu olduğu gibi, bu konuyu da siyasi manevralarına alet etmekten geri durmuyor. 2011’de Erdoğan Cumartesi Anneleri ile görüşmüş ve 12 Eylül 1980’den sonra gözaltına alınıp, bir daha haber alınamayan Cemil Kırbayır’ın annesi Berfo ananın “ölmeden oğlunun kemiklerine kavuşma” talebi karşısında söz vermişti. Berfo ana gözleri açık gitti.
Yas tutmak
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Cumartesi Anneleri, kayıplarının yasını tutmak istiyor. O yası tutamadıkları için de her hafta bir araya geliyorlar, gelmeye devam edecekler. Cumartesi Annelerinin arayışları tez konusu da yapılmış. Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi’nde, Ayşem Sezer Şanlı’nın bu konuda yaptığı çalışmadan çok kısa bir bölümü buraya alacağım. Tezin tamamı Uluslararası İnsan Çalışmaları Dergisi’nde (International Journal of Human Studies) ve Dergi Park’ta yayınlanmış.
“Yas, olağan şartlarda kaybedilen kişi ve onun yakınlarının arasında gerçekleşen bir toplumsal iletişim hali olarak yaşanır. Kaybedilen kişinin yaşamı, toplumsal ve politik koşullar altında meşru olarak görülmediğinde ise, kaybın yasını tutmak fiilen mümkün olmamaktadır. Bu çalışmada yola çıkılan örnek üzerinden düşünüldüğünde, ‘kayıp/kaybedilen’ kişinin bir mezarı olmadığından, yakınlarının ondan kendisini sağlıklı bir şekilde ayırması olanaksız hale gelmektedir. Bir yas ritüeli olarak taziyenin gerçekleşmemesi, taziye aracılığı ile ölüme şahit tutulamaması ve ölü bedenin içine yerleştirileceği mekânsal varoluş olarak mezarın yokluğu yasın olağan bir şekilde gerçekleşmesinin önünde engel oluşturmaktadır.
İktidar tarafından hukuki koruma alanının dışına çıkarılan gayrı meşru hayatlar olarak zorla kaybedilenler, kamusal ve aleni bir yasın parçası olamamaktadırlar.
Zorla kaybedilme pratiği, travmatik bir ana karşılık gelerek bir gerçeklik olarak içerisine yerleştiği hayatları tarumar etmektedir. İnsan hakları ihlallerinden kaynaklanan tüm hakikatler gibi, zorla kaybedilme de travmatik bir hakikate karşılık gelmektedir.”
Bin İnsan, Bin Tanık, Bin Belge
Yazının başlığında ve bu ara başlıkta yer alan bu üç tanım, üç ayrı kitabın adı. Gazetecilikteki ustam Erbil Tuşalp, 12 Eylül darbesinden sonra yaşananlara dair binlerce belge, mahkeme tutanağını tarayarak, o dönem yaşananları, işkenceleri anlatmıştı. Erbil abinin anlattığı, kitapta da yer alan bir olay vardır ki, aklıma geldikçe hala içim acır. Oğlunun gözaltına alındığını öğrenen baba, taşradan kalkıp, Ankara’ya gelir. Ankara Emniyeti’ne gider ve oğlunun nerede olduğunu sorar, sonra da durumu anlatmak için Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosu’na gelir. Erbil abiyle görüşür ve “Oğlumun nerede olduğunu sordum, ‘Karşıyaka’da, git bul’ dediler, Karşıyaka neresi?” diye sorar. Erbil abi, zar, zor anlatabilir Karşıyaka’nın neresi olduğunu. Bu kadar acımasızdır işkenceciler, evladını arayan bir babaya “öldü” demek yerine mezarlık adresi verirler, üstelik o baba Karşıyaka’nın bir mezarlık olduğunu bile bilmez.
Bin Belge kitabının tanıtım yazısında şöyle deniliyor:
“İşkence tezgâhlarından geçenler, gözaltında kaybedilenler, vurulanlar, ölenler, acı çekenler… Bu ülkenin yüz karasıdır 12 Mart ve 12 Eylül. Ve tüm dünyanın yüz karasıdır Şili’de, Brezilya’da, Arjantin’de yaşananlar. Unutmayı tercih ettiğimiz kötü yıllar. Unutalım ama önce hesaplaşalım. O yılları yaşamış insanların ve tüm ülkenin buna ihtiyacı var.”
Bin Tanık kitabının tanıtımında da şu ifadeler yer alıyor:
“İşkence başta olmak üzere bu dönemde yaygınlaşan pek çok acımasızlık, aslında insanlığı ya da insan olma duygusunu yok etmeyi amaçlıyor. Bunlara maruz kalan bir tutsağın ifadesiyle, ‘En zor olanı ise, insanı insanlıktan çıkarmak için her tür yönteme başvurulan o yerde, kendi değerlerini korumaktı. İnsan değerlerini korumak yani.’“
Bir çağrı
Bu ülke işkence ve işkence yöntemleri konusunda oldukça münbit. İşkence görenler, gördükleri işkenceleri, o travmaları tekrar tekrar yaşasalar da çeşitli zeminlerde anlattılar. İşkenceciler yaptıklarını eşlerine, çocuklarına, aile içi değilse de bir yakınlarına, arkadaşlarına anlattılar mı, anlatabildiler mi? Bu soru hep kafamı kurcalamıştır. Bir insana sabahtan akşama kadar işkence edeceksin ve sonra da gidip evde o kirli, kanlı ellerinle çocuğunun başını okşayacaksın, eşinle konuşacaksın, nasıl yapabildiler bunu? Kafalarını yastığa koyup, nasıl uyudular? Vicdan muhasebesi yaptılar mı?
Bu bir çağrı… Aradan yıllar geçti. Belki çoğunuz emekli oldunuz. Yok mu içinizde vicdan kırıntısı olan birileri. Çıkın anlatın, kimlere ne yaptınız! Kayıpların nerede olduğunu, kaybettirenler çok iyi biliyor. Açık yüreklilikle çıkıp anlatmıyor ya da anlatamıyorsanız bile kimliği belirsiz bilgiler, mesajlar, mektuplar yollayın ve deyin ki “Kayıplardan şu kişi şu zaman öldürüldü ve şuraya defnedildi, gidin bulun.” Bunu da mı yapamazsınız? Bu kadar zavallı, aciz ve korkak mısınız?