Olimpiyatlar yeni bitti. Ülke olarak Orta Asya ve Afrika ülkelerinin de altında madalya sıralamasında 64. olduk. TÜİK verilerine göre yıllık yüzde 71,6 oran enflasyon ile dünyada Afrika ülkeleri ve savaşan Rusya-Ukrayna’nın üzerinde, 3. sıradayız. 2023 Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin hazırladığı Yolsuzluk Endeksi’ne göre dünyada Mısır, Nepal ve Gambiya’nın altında 115.’yiz. Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin 2023 verilerine göre 0.41 puanla 142 ülke arasında 117. sıradayız. Benzer uluslararası referanslar doğrultusunda cezaevlerimizde yaklaşık 350 bin kişilik doluluk oranıyla dünya üst sıralarını zorlamaktayız. Dünya Mutluluk Raporu’nda 2024 verilerinde 143 ülke arasından 98. ülkeyiz. ABD’de Müslümanlar tarafından kurulan İslamilik Vakfı değerlendirmesine göre İslamilik endeksinde dünyada 100. sıradayız. Endeks, çeşitli ülkelerin İslam’ın insani, sosyal, ekonomik ve yönetişim öğretilerini yansıtıp yansıtmadığını; başka bir deyişle onların “İslamilik” derecesini ölçmeyi amaçlıyor. Sanırım artık dünyanın ilk 500 üniversitesinde de yokuz. Benzer örnekleri arttırmak çok daha mümkün.
Kasaba sağcılığının okumuş düşmanlığından öte artık kentli kafelerde argo tabirle entel-dantel başörtülü genç anneleri, bebekleri ve az gösterişli ama oldukça lüks arabaları ile görebilmekteyiz. Bu, bazen hatıralarımda eşim ile defalarca orduevleri kapısından dışlanmamızı ve yakından tanıdığım Bilkent mezunu tesettürlü kızın Kıbrıs’ta davetli olduğumuz Girne Kalesi askeri bando konserinden çıkartılışımızı da çağrıştırmakta. Bugün yeni üretilen yerli lüks arabamız ülkeye kazandırdıklarından ve ucuz olmasından öte siyasetin büyük başarısı sonucu adeta mahalleli elitlerin sınıfsal bir sembolü haline geldi. Öfkeli sekülerler, markanın ismi ve kendisine çok muhabbetli değil. Arabalar adeta bir grubun kimliği ile özdeşti. Kadim mahalleli bir üst düzey yönetici doktor arkadaşım mevcut iktidarı Allah’a şikayet ediyordu, ben de “Allah’a şikayet etme oy verme ikaz et” dediğimde bana “Hanım tesettürlü korkuyoruz Ana muhalefet partisi sözcüsünün tavrını görmüyor musun” demişti.
Muhtemelen bir kitap betimleme yazısında, ülkemizden istatistiksel ve toplumsal alanlardan alınan bağımsız kesitlerin ilişkisini merak ediyorsunuz. Öncelikle, bu serbest düşüşü durdurabilmek için, siyasetçilerin ve sosyal bilimcilerin mevcut durumu doğru bir şekilde tespit etmeleri gerekmektedir. Bu tespitin kısmen yapıldığını, ancak tam olarak idrak edilemediğini düşünüyorum. Seküler siyaset, “mış” gibi yaparak ve iktidarın garantisi duygusuyla durumu idare ederken, sağ muhafazakâr muhalefet ise yeni bir vizyon inşa edememenin ve bu süreçte sıkışıp kalmanın çaresizliğini yaşamaktadır.
Yukarıdaki iki paragraf, bu durumun arkeolojisini yapmak amacıyla yazılmıştır. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, özellikle son 25 yılda, ülkemizde çok ciddi bir siyasal ve sosyal değişim yaşandı. Bu değişimin sınıfsal ve ideolojik boyutları olduğu kadar, duygusal ve ekonomik boyutları da mevcuttu. Başlangıçta uzlaşmayla gelen bu değişim, günümüzde kutuplaşmanın şiddetiyle kimlik siyasetine hapsolmuş durumda. Bu kimlik siyaseti öyle güçlü bir etkiye sahip ki, ülkenin yüzde 20-25’lik bir kesimi için, başkanlık sistemi ve uygulamalarının getirdiği serbest düşüş ve değer kayıpları hiçbir anlam ifade etmiyor. Belki de bizim kadar onların torunlarının maddi ve manevi geleceği bile onları fazla endişelendirmiyor.
Son 25 yılda yaşanan toplumsal değişim, eskiden dizi filmlerde ve büyük holdinglerde ancak temizlikçi veya çaycı olarak rol verilmeye layık görülen insanların artık ballı kaymaklı mekanlarda yer bulmasını sağladı. Hatta bu kişiler, dizilerde bile “biz de varız” diyerek beyaz sınıfa seslerini duyurmayı başardılar. Bu durum, toplumsal değişimin sadece sınıfsal ya da sermaye değişikliklerine ilişkin bir boyutunu yansıtıyor.
Ülkemizde ideolojik boyutu da olan sınıfsal hesaplaşmanın toplumsal tarihi, 1908 Devrimi’ne kadar uzanır. 1950’deki Demokrat Parti, kısmen 1983’teki ANAP ve 2002’deki AKP çıkışları, sorunlu devrimlere karşı entelektüel desteği olmayan düşük şiddetli Anadolu taşra karşı-devrimleridir. Cumhuriyet devrimlerinin tepeden inmeci ve dogmatik pozitivizmine karşılık, bu devrimlerin ülkeye görgü ve disiplin kazandırdığını söyleyebiliriz. Ancak, 1908 ve Cumhuriyet devrimlerinin taşrada seslendirilemeyen bir öfke ve II. sınıf vatandaşlık algısı yarattığını kabul etmek gerekir.
Türk sağı, zaman zaman seküler, bazen de Türk-İslam sentezi karakteriyle hep devlet ideolojisinin bir parçası olmuştur. Bu, insan odaklı değil, devleti ıslah etmeye odaklı bir konsepttir. Bu nedenle, kendi çocukları da dahil olmak üzere, öteki olarak görülen kesimleri devletin bekası gerekçesiyle sıkça ezmiştir. Buna bağlı olarak, sorgulanamaz ve hesap vermez addedilen, kendini devlet kabul eden gayrinizami derin gruplar da mevcut sorunun bir parçası olmaya sürekli devam etmiştir.
Bugün artık ülkemizin insanları ve onların adına düşünen, siyaset yapan kişiler, benim “Devlet, Değerler ve Ahlak” olarak adlandırdığım üçlü krizin üstüne gitmek zorundadır. Bu krizin ana platformu Türk sağındadır. Aktörler ise “mahalle” ve “devlet”tir. Türk sağını dönüştürüp yeniden yapılandırmadan ve mahalleyi ikna etmeden, bu ülkede birliği sağlamak mümkün olmayacaktır.
Yıllardır içinde bulunduğum bu camiaya karşı teorik ve saha gözlemleri yapmaktayım. Kendine özgü “Türk Sağı” ve “Mahalle” kavramları üzerinde ısrarla durdum. Uluslararası akademik referanslar ve Şerif Mardin gibi aydınların kavramlarıyla sentez yapmaya çalıştım. Bu çerçevede “Türk Sağının Düşünce Atlası” ve “Türk Sağı; Mahalle, Kriz ve Kritik” adlı kitaplarımı yayınladım. Yeni kitabım, bu serinin son kitabı niteliğinde. Kitap, mahalle dönüşmeden devletle bir senteze girdiğinde nasıl bir memleket krizine dönüştüğünü anlatıyor. Bu durumu, teorik, iç ve dış saha gözlemlerim ve mukayeselerimle açmaya çalıştım.
Son çalışmalarımda, “Görgü”nün bu tartışmalarda ana belirleyicilerden biri olduğunu fark ettim. 200 yıldır ülkenin geri kalmışlığının asıl nedeninin din olduğu iddiasına karşı, bununla pek ilişkisi olmadığını, esas sorunun örgütlenmiş cehalet ve görgüsüzlük olduğunu savundum. Kitapta, Yahudi ve Hıristiyan aydınlanma dönüşümleri ile bizim sürecimizi mukayeseli olarak ele aldım. Bizdeki görgüsüzlüğün özellikle sermaye ve eğitimli sınıflarda tehlikeli boyutlarda olmasına dikkat çektim ve bunda dönüşemeyen taşralılığın rolüne sıklıkla vurgu yaptım.
Kitabın ana başlığını “Mahallenin Krizinden Memleketin Krizine” olarak belirledik. Alt başlıklar ise “Görgüsüzleşme, Yozlaşma ve Çürüme” şeklinde sıralandı. Bu başlıklar, bugün kendi perspektifimden bakarak, ilk iki paragrafta gördüğüm memleket resmini adlandırma çabamı yansıtıyor. Kapakta, çürüme sembolü olarak köklü bir çınar ağacının gövdesinde başlayan çürümeyi ve onunla mücadele eden canlı dokuyu yansıtmayı amaçladık. Arka kapakta ise uzun süredir yazılarımı takip eden ve beni destekleyen, konu üzerinde tartışılmaz otoriteye sahip üç değerli entelektüel; Tanıl Bora, Taha Akyol ve Ersin Kalaycıoğlu’nun bu çalışmaya ilişkin düşünceleri yer aldı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kitapta yazıları üç ana bölümde topladık. İlk bölümün başlığı “Muhafazakarlık, Milliyetçilik ve Taşralılık” üzerine. Bu bölümde, dönüşüm, görgü ve yüzleşme konularını ele alan yazılar yer alıyor. İkinci bölüm ise “Tarikatlar, Cemaatler ve İslam” üzerine. Bu bölümde, bugünkü yozlaşmaya teolojik bir geri bakış yapma gayretindeyim. Üçüncü bölümde ise eleştirilerimizi biraz da mahalle dışına taşıyarak, “Kemalizm ve Cumhuriyet Kültürü” başlığı altında inceledik.
Kitap, bugünkü çürümenin arka planını, bugüne dönük bir yüzleşme, mukayese ve saha pratiği ile geçmişe yönelik tarihsel süreç ve teorik bir eleştiri şeklinde ele almaya çalışıyor.
Memleketimizi, değerlerimizi ve torunlarımızı seviyorsak, geleceğimiz için birlikte yüzleşmeye, arınmaya, güvenmeye ve uzlaşmaya ihtiyacımız var. Bu kitap, bu amaç doğrultusunda yazıldı ve umarım ilgilenenler için bir anlam taşır.
Son olarak, yazılarımıza ve videolarımıza platformunu açan sevgili Ruşen Çakır şahsında, 9. yılını kutlayan Medyascope hakkında düşüncelerimi paylaşmak isterim. Medyascope, sadece tarafsız ve adil bir sosyal medya STK’sı olmakla kalmadı; aynı zamanda bu sektöre nitelikli gençleri yetiştiren öznel bir okul haline geldi. Kimseye ya da ötekine karşı hiçbir önyargısı olmadı; takdir edilsin ya da edilmesin, mazluma ve ezilmişe sahip çıktı. Makulde kaldı, güven verdi. Buradan, Medyascope’un başta ülkemizin sağduyusu için daha nice yıllara güçlenerek devam etmesini diliyorum.