Sağcılar kendilerine sağcı denmesinden pek hoşlanmaz. Ağyara karşı “biz muhafazakârız” derler o yüzden. Biraz saha çalışması yapanlar ya da sağcı ailelerden gelenler bilir. Bu laf, özellikle erkeklerin dilinde, “eşime, çocuğuma, özellikle kızıma nasıl davranacağımı okullarda öğrenecek değilim” demektir. “Burası benim saham, benim hükümranlığım, şeklimi şemalimi ahan da döllediğim bu toprakta sürdüreceğim” diye devam eder bu hane siyasetinin sözü. Kilitleyecek kapıları, hane halkının onu başkalarıyla karşılaştırıp yetersiz, beceriksiz, eksik olduğu mevzuları yüzüne vuramayacağı, hatırlatamayacağı, ima edemeyeceği, hatta mümkünse fark etmeyeceği bir kapalı evren yaratacak. O sahada yaşattığı şeye bazen din, bazen de millet, namus, ırz, gelenek vb isimler verecek. Ev hali böyle sağcının. O yapınca günah ya da suç olmayan şeyler, ona yapılınca ağır cezalık olacak, asla affedilmeyecek, vakti geldiğinde kurulacak “tertip”in ateşini harlasın diye kin biriktirilecek. Başkaları yaptığında dedikodusunu etmekten, hatta gerekirse aleme gösteriş olsun diye yüksek perdeden ahkâmlar kesmekten geri durmadığı fiiller, o ya da kendisine benzetmeye çalıştığı hanesinden biri başkasına yapınca mübah, lazımsa sevap, daha bile lazımsa kahramanlık olacak.
Gelelim sağcının siyasi maceralarına… Dünya nimetlerini kendine, sadece kendine yontmanın dışında bir derdi varmış gibi bir hava verir sağcı dışarıya(*). Sağcılık da kısım kısımdır ama hangi ekolü iktidardaysa diğerleri de onu taklit ettiği için sağcı ekoller birbirlerine benzemekte hiç zorluk çekmezler. Önce benzeşir, aralarındaki rekabet kızıştıkça diğerlerinden farklı olduklarını hatırlatmak için radikalleşir ve fanatikleşirler. Neyin mi radikali ve fanatiği olurlar? O ara piyasada ne satıyorsa onun. Çok da fark etmez onlar için. Siz de şey etmeyin şimdi.
Şunu gayet iyi tecrübe ettik hep beraber… Herhangi bir arazi parçası üzerinde bir kez iktidara gelen herhangi bir sağcılığın radikalleşmemesi, fanatikleşmemesi mümkün değil. Radikalleşmek ve fanatikleşmek, tutunduğun şeyleri azaltmak manasına gelir. Sağcılar kendi aralarındaki iktidar yarışı kızıştıkça safra atar gibi atarlar onları iktidara taşıyan ya da siyaset sahnesine çıkartan “değer” ve “vaat”leri… Ellerinde kalanları da çöpe atılma vakti gelene kadar sanki ondan başka hiçbir şeyleri yokmuş, o olmazsa varlıkları sonlanırmış gibi kavrarlar. Böylece sırasıyla sömüre sömüre içini boşalttıkları “değer” ve “vaat”leri birer siyasi atığa dönüştürürler. Değerlerin, kavramların içi o kadar boşalır, işaret ettikleri ortaklıklar öylesine yağmalanır ki, o şeylerin işaret ettiği daha geniş kümeye, mesela dine, e hadi öyle olsun, “millet”e inanmanın tek yolu kalır, o da fanatik olmak. Zira sağcı iktidarını sürdürebilmek için eze eze yalnız azaltmamış aynı zamanda biçimsizleştirmiştir eline “ben muhafazakârım” diyerek geçirdiği şeyleri. Şöyle bir düşünün tanığı olduğumuz onca utanç verici sahneleri… İyi tahammül ettik hakikaten. Sahi niye tahammül ettik? Derdimiz neydi?
Dedim ya sağcılık kısım kısım diye. Bizde bir zamandır en çok rağbet gören ama aynı zamanda birbirini en çok yiyip tüketenler de milliyetçi sağcılarla, İslamcı sağcılar. Bir zamandır aynı iktidar nimetlerini aynı havuzdan yiyerekten beslendikleri için de sesleri, solukları, suretleri dışardan bakanın ayıramayacağı kadar benzedi birbirine. Baksanıza haftalardır kulislere, “ben aslında Meclis’in haysiyeti için çaba gösteriyorum” diye haberler sızdıran (bizim muhalif kanallarda da ‘hadi bir umut’ diyerekten tekrar edildi bu kulisler) Numan Kurtulmuş, kendi partisinden hem de Meclis’e idare amiri yaptıkları bir milletvekilinin, kürsüde bir başka vekilin (dolayısıyla milletin) haklarını savunmak üzere konuşma yapan bir vekile, o apaçık ve her türlü “medeniyet tahayyülü”nden yoksun saldırısından sonra makamına, o Meclis’in başkanı olarak değil Devlet Bahçeli’nin askeri olarak oturabildi. Hiç de öyle yaptığından utanırmış gibi bir hali yoktu. Ama olmaz, Kurtulmuş’un “ehven-i şer” kişiliğinin, öfkeli, sert ama aynı zamanda gayet isabetli bir konuşma yaparken Ahmet Şık’a (çok geçmiş olsun Ahmet, sevgili vekillerimiz Gülistan Koçyiğit ve Okan Konuralp’e de çok geçmiş olsun) saldıran Alpay Özalan’ın ve o, kimbilir belki de önceden yapılmış bir plan uyarınca ve aldığı işaretle kürsüye doğru harekete geçtikten sonra, bütün teamüllere aykırı olarak oturduğu Divan Başkanlığı koltuğundan kalkıp giden Bekir Bozdağ’ın gölgesinde kalmasına gönlümüz razı olmamalı. Muhaliflere, özellikle muhalif gazetecilere gösterdiği “AKP’de MHP’lileşmekten rahatsızlık duyan birileri var, bakın mesela Numan Kurtulmuş” şeklinde özetlenebilecek yüzünü faş eden dünkü sahnenin yönetmeni bizzat oydu.
Adını söylemeyeceğim burada, ama okursa hatırlayacaktır, seneler seneler önce bir arkadaşım, kısa bir süre önce vefat eden ancak aramızda bu konuşma geçtiği dönemde siyaseti hepimizinkinden daha diri bir zihinle ve çoğu zaman ironi mesafesinden okuyan babasının yaşadığı bir hayal kırıklığından bahsetmişti. CHP Milletvekili Gökhan Günaydın, Meclis kürsüsünden Kurtulmuş’un bir zamanlar yaptığı Harun’lu, Karun’lu siyasi manevraları hatırlatmasaydı bu kısacık anı da gelmeyecekti aklıma (Şurada daha çoğu var). Arkadaşımın doğma büyüme seküler, ancak seküler siyasete de gayet mesafeli olan muhterem babasının hayal kırıklığının sebebi HAS Parti’ydi. AKP’nin iktidara yerleşmek için takiyyenin dibine vurduğu o dönem Numan Kurtulmuş’un yaptığı siyaset onu iki açıdan heyecanlandırmıştı. İslam’dan ve dindarlardan sahici ve yalnız dindarları değil, herkesi içeren bir siyasi ve toplumsal eleştiri çıkabileceğini görmüş, bunu sevinçli ve umutlu bir şaşkınlıkla izlemeye başlamıştı. Dahası bu eleştiriyi aralarından “bir takım” iktidardayken, bizzat kendilerinden olan o muktedir takıma karşı yapıyorlardı. Arkadaşımın babası için bu, memleketin hiç de iyimser hisler beslemediği makus talihine yapılmış çok yerinde bir müdahaleydi. Fakat Kurtulmuş, şimdi detaylarını hatırlamadığım ve hafızamı yenileme zahmetine de girmeyeceğim bir sürecin sonunda AKP’ye attı kapağı. Arkadaşımın babası, o dönem HAS Parti’ye oy veren dindarlarınkinden çok daha büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Muhtemelen nihayet yanlışlandığını sevinerek düşündüğü eski bir kanaatin doğrulanmasının yarattığı bir hayal kırıklığıydı bu. O kanaatin yanlışlanmasını istiyordu çünkü kaynağından da hiç memnun değildi. Doğru olmamasını umut ediyordu. O yaşında hazırdı düşüncelerini değiştirmeye. Numan Kurtulmuş mani oldu.
Neyse dönelim konumuza… Muhafazakârın ev hali siyasetine nasıl yansır? Ne demiştik? Ev hali, dölleyerek kendisinin kıldığı sahanın tek hakimi olma çabasından ibaret. Ortak istemez. O yüzden muhafazakâr evlerde kuşak çatışması ya çok sert yaşanır ya da gücünü de kırılganlığını da varlığını o çatışmanın tampon bölgesi olmaya adamaktan alan “analar” tarafından halı altına süpürülür. Ertelenir yani. Baba hayattayken sert kopuşlar yaşanmaz belki, ama güçten düştüğü ya da öldüğü anda en hayasızından miras kavgaları patlak verecektir.
Dönelim memlekete. Muhafazakâr, —canı çok çekse de— bütün memleketi dölleyecek değil elbette. Ama isimlendirebilir. Ona “terörist,” buna “devşirme,” ötekine “yersiz ve milsiz…” Terbiyem müsaade eder de sözlerini çoğaltmayayım diye söylemiyorum, getirin işte aklınıza senelerdir hepimize verdikleri çeşitli isimleri… Malum, yaratılış efsanesinin bir noktasında Tanrı, Adem’i dünya sürgününe gönderirken ona isimleri öğretir. Hah işte taklit ettiği kudret odur muhafazakârın. Bu isimler manasız da değildir? “Sen benim hakimi olduğum hane/ülke hakkında konuşamazsın çünkü…” demektir. Bakın fiziki bir dışlamadan bahsetmiyorum, ad verdiği kalabalıkların hâlâ o hanede yaşamaları gerekir ki iktidarını cihanşümul bir gösteriye dönüştürebilsin. Kendi çocuklarını korkutmak için komşunun çocuklarına değnek sallayan bir baba tipini getirin gözünüzün önüne. Size ad verecek, sopa sallayacak, hatta dövecek ki, eve kapattığı çocuklar hem sizden hem ondan korksun ve memnun olmasalar, gördükleri şiddet yüzünden giderek sümsükleşseler de bahçeden dışarı adımlarını atmasınlar. Çocuklarına sizden bahsederken mesela, “kökü dışarda ideolojilerin sınırlarına hapsolmuş” diyecek. Tek bir cümlede kendi iktidarını bir kâbus anlatısına dönüştürdü mü, dönüştürmedi mi? Sıra kendine geldiğinde mesela, “Müslüman’ım ben, başka bir şey olmama lüzum yok” diyecek. Ben her şeyim yani. Rakibe “sen hiçbir şeysin,” evdeki çocuğa “senin olabileceklerinin sınırı benim” demek bu.
Yalnızca bir acemi bu cümlelerdeki ihtirası, haseti ve kibri gözden kaçırır. Zira bu iki cümle de bir hakimiyet sahasını işaretlemekle, haritasını çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda o sahanın düzeni hakkında söz söyleyebilecek ve söyleyemeyecek olanları listeler. Bu bir nüfus sayımı değil. Yani üzerinde hak iddia ettiği o sahada yaşayabilecek ve yaşayamayacak olanları ayırmıyor. Herkes yaşayabilir orada, hatta ne iyi olur kendisine benzemeyenler de yaşasa onun topraklarında. Ne de olsa cizye ödeyecek kalabalıklar lazım. İlle de akçalı olmak zorunda değil o cizye, yükte hafif pahada ağır başka şeyler de olabilir. Mesela itibar ve saygı ister muhafazakâr, muteber ve saygın şeyler yapmasa bile ister. Hatta açıkça saygın olmayan şeyler yaptıkça daha çok saygı ve daha çok itibar ister. Onu sevmeniz gerekmez, ama mesela “siyasi mühendislik ve manipülasyon konusundaki ustalığıyla” size galebe çaldığını kabullenmeniz; bu ustalık kanunların, ahlakın ve etiğin sınırlarını zorlamak ne kelime, onları yerle bir ettiyse bile sırf kırmaya gücünüz yetmediği için onun bileğini öpmeniz daha bir hoşuna gider. İhtiyaç duyduğunuzda akçanıza el koyacağı bir düzeneği o bileği size öptürerek çoktan kurduğunu bilir nasılsa.
Daha bitmedi, biraz daha deşelim. “Milli-manevi değer”, “gelenek,” “hassasiyet,” milliyetçiler söz konusu olduğunda “töre,” öbürleri için “din,” her ikisi için birden “devlet, millet, bayrak” vs’nin bir başka işlevi daha var. Bu kelimeler muhafazakârın evinin anahtarı gibidir. Madem ki bu kelimelerle iktidar olmuştur o sahada, o anahtarları ondan başka kimse taşıyamayacaktır. Bu kelimelerle konuşmayan herkes “ideolojik saplantıları”nı faş ediyordur. Ama onun hanesinden olmadığı halde bu kelimeleri kullanarak cümleler kuranlar da aslında “oyun oynuyorlardır.” O trajikomik doğum günü partisinde ettiği cümleleri duydunuz mu? Kılıçdaroğlu’nun onca yatırım yaptığı “helalleşme”yi de, Özgür Özel’in elinde tesbih gibi çevirip durduğu “normalleşme”yi de kendi gücü sayesinde, onun hanesinde yaşayanlara, rakip hanenin verdiği birer taviz olarak etiketleyip kenara bıraktı. Ne dedi eve kapattıklarına?
“Tamam saraylarda yaşatıyorsunuz beni, hayatlarınız da iki dudağımın arasında, sizin adınıza yaptığım bu esere yüzlerinizi, hikâyelerinizi, isimlerinizi kurban ettiniz. Ama bakın karşılığında ne aldınız? Sizi ‘adam’ yerine koymayacak olanlar sizinle helalleşmeye, sizi kendi normallerinin ölçüsü olarak görmeye başladılar. Kendi normallerinden vazgeçtiler sizin gönlünüzü hoş tutmak için.”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
O hanedekiler, hele Kurtulmuşgiller, ona benzedikçe, aslında ona yapıştıkça saygınlıklarını kaybettiklerini biliyorlar. Ama başka hayatlar kurmak için de çok geç. Onun söz ettiği bu zafere tutunmaktan başka ne yapabilirler ki? Kulislere istedikleri söylentileri salsınlar, sonunda iş başa düştüğünde ona teslim ettikleri varlıklarını sürdürebilmek için iş ortaklarının da emirlerini yerine getirmek zorunda kalmayacaklar mı? Hem kendi hanelerini bırakıp onun hanesine giderken geri dönecekleri hiçbir yer bırakmadıklarını bilmiyorlar mıydı? Geri dönebilecekleri yerlerin tapusunu yıksın yerine AVM yapsın diye ona kendi elleriyle teslim etmediler mi? Ya hep ya hiç diye oturmadılar mı kendilerine zar atma şansı bile tanınmayan o barbut masasına?
Kendinde “eşref-i mahlukat” vasfı vehmeden beşerin kibrinden doğan bir felaket olarak muhafazakârlık tek tek karakterleri de, o karakterler arasındaki ilişkileri de, o ilişkilerin üzerinde şekillendiği toprağı da erozyona uğratıyor. Tecrübeyle sabit artık. Fakat eksik bir şeyler de yok değil. Mesela, kurumsal siyaset, adını koyalım CHP, Kılıçdaroğlu’ndan vazgeçti (iyi de yaptı) ama böylesi bir felaketin sonuçlarını, o felaketi taklit ederek bertaraf etme düşüncesinden vazgeçmiş gibi görünmüyor. Bir egemen siyasetle, onun egemen olma yolunda katettiği yolda bıraktığı izlere basarak nasıl yarışacaksınız?
CHP, bu felaketin müsebbibi olan AKP’den uzaklaşma eğilimindeki seçmenlerden aldığı oyu da o ayak izlerine basarak yürüme titizliğine verilmiş bir onay zannediyor. Bükemediği bileği öptükçe oy artıracağı düşüncesinde gibi görünüyor. Dünkü (önceki günkü) Meclis manzarası bu yüzden siyasi bir söze tercüme edilemiyor. Çünkü o bileği bir yandan öperken, diğer yandan rehin aldığı arkadaşınızı (milleti) elinden alamazsınız. Deyin ki salıverdi, size lütufta bulunmuş sayılır kendi hane halkı nezdinde. Yani o rehine vakası fiziken bitse bile siyaseten devam eder. Aynı nedenle devletin devam eden yangınlar karşısındaki acizliğini, hayat pahalılığını, sokakları birer katliam sahnesine dönüştüren o saçma sapan “yasa” tartışmasını, ya hu muhalefet partilerinin aldığı belediyelere yapılan siyasi ve mali şantajı da siyasileştiremiyor CHP. Ve fakat bu uzun hikâye… Hadi bağlayalım…
Muhafazakâr “baba” senaryosu yalnız kendi hanesini/siyasetini değil, hane/siyaset fikrini bile o denli mesnetsizleştirdi ki, her şeyi en başından düşünme zahmetine katlanmayan bir ekibin o siyasi sahnede kalıcı bir yer bulması, yer bulsa bile izleyicilerle sahici, tutarlı ve geleceği şekillendirme gücüne sahip bir ilişki kurabilmesi mümkün değil artık. Bu da muhafazakârlık denilen beşeri afetin yarattığı siyasi sonuç. Zorlayıcı, tiksindirici ve insanı kolayca karamsarlığa götüren bir manzara. Çünkü bu sahnede söylenen her söz yalan, bilinen her reçete zehirli. Yazılmış bütün hikâyelerden şüphe etmekteyiz. Demek ki yeni sözler, yeni hikâyeler bulmak lazım. Yani kıyamet yaşandı çoktan…
***
Vay be, Medyascope kurulalı 9 yıl olmuş. Zaman çok hızlı akıyor. Ben başında değil, ortayı biraz aştıktan sonra dahil oldum. Medyascope sayesinde hiç uzaklardaymışım gibi hissetmedim. Hiçbiriyle fiziksel olarak oturup konuşmadığım ama her birini ayrı ayrı sevdiğim, saydığım bir dolu arkadaşım oldu orada. En güzeli, istediğim zaman ara verebileceğim, sonra hiçbir şey olmamış gibi dönebileceğim esneklikte bir birlikte etme, eyleme, düşünme, dertleşme, konuşma, tartışma, “katılma” ya da “itirazım var” platformu oldu benim için. Doğum günü kutlu, mutlu, umutlu olsun, daha nice güzel yaşları olsun Medyascope’un…
*Şimdi bir kısım büyüklerim ya hu muhafazakârlık öyle bir şey mi diye söylenecekler içlerinden yine. Sağolsunlar, var olsunlar… Birkaç yıl önce bu yöndeki itirazlara henüz hak veriyor, bildiğim yolda ısrar etsem de bazı “ama”lı cümleler kuruyordum. Lakin sıkıldım artık, kusuruma bakmasınlar. Bunca zamandır her türlü halini seyredip durduğumuz muhafazakârlığın ortak hikâyemizden çıkıp gelen manası da, hikâyemizle birlikte değişti haliyle. Şu son 50 yıldır, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde iktidarda olan muhafazakârlıkların tamamını birden muhafazakârlık içinde “tu kaka” bir sapma olarak göremeyeceğimize göre, muhafazakârlığa ilişkin tanım repertuarımızı gözden geçirmemiz gerekiyordur belki. Evvelki yüzyılların muhafazakârları ya da muhafazakârların öncüleri arasında “samimi” yani işi ile sözü arasında eser miktarda tutarlılık olmasını gözeten bir takım muhteremler olmuştur illa ki. Varsa ruhları şad olsun. Lakin 20’inci yüzyıl ve sonrasının arz ettiği manzara, hem de evrensel bir kaide olarak, kendine muhafazakâr süsü veren sağcının, yaşadığı ağacın kurdu, tarlanın zararlısı, beşerin afeti olduğundan başka bir şey söylemiyor.