Hıdır Göktaş yazdı: Devlet işkencecisine ceza vermez, aksi halde işkenceyi kime yaptıracak!

“Görevim sizleri adam etmek, yola getirmek, gerçeği, doğruyu öğretmek. Burası bir askeri okul ve sizler de öğrencisiniz. Burada size disiplin öğreteceğiz. Yurda, vatana yararlı insanlar olacaksınız. Bizim dediklerimizin dışına çıktığınız zaman iyiliğinize olmaz ve biz her şeyi yapmaya yetkiliyiz ve bunun hesabını benden kimse sormayacaktır. “

Bu satırların yazarı bu sözleri 1981 yılı Mayıs ayında duydu. Yer Diyarbakır Cezaevi hücrelerinin önündeki koridor. Bir süredir hücrelerde tutulan tutuklular koğuşlara dağıtılmak üzere koridora çıkarıldılar ve dağıtımdan önce Cezaevi İç Güvenlik Amiri Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran bu sözlerle amaçlarını açıklıyordu.

“Her şeyi yapmaya yetkiliyiz ve bunun hesabını benden kimse sormayacaktır”, burada anahtar sözcük ya da üzerinde durulması gereken nokta tam da burası. Devlet bizim arkamızda, bir size her şeyi yapabiliriz, eziyet edebiliriz, işkence edebiliriz hatta öldürebiliriz ama bize bir şey olmaz. Zaten devlet namına iş yapan işkenceciler, tetikçiler katiller bu güvence olmadan bir şey yapamazlar. Onları fütursuz kılan bu güvence.

12 Eylül döneminde iki kez işkence tezgahından geçen ve bir yıl da Diyarbakır cezaevinde kalmış biri olarak bir tespitimi yazmak istiyorum: İşkence yapanlar tüm bu cesaretlendirmeye karşın işkence yaptıklarını kamuoyu önünde söylemediler/söyleyemediler. Eşleri, çocukları, arkadaşları bile bilmedi bunu. Hep saklamak zorunda kaldılar yaptıklarını, umarım utanç içinde oldukları için böyle davranmışlardır, bu bile içlerinde bir insan kırıntısının kaldığını gösterir. Ya da benim zavallı zihnim boşuna kıvranıyor işkencecilerin mantığını ve yaklaşımını anlama konusunda.

Tekrar “Her şeyi yapmaya yetkiliyiz ve bunun hesabını benden kimse sormayacaktır” güvencesine dönmek istiyorum.  Bu sözleri bir zafer edasıyla haykıran Esat Oktay Yıldıran hiçbir zaman yargı önünde hesap vermedi ama 22 Ekim 1988’de İstanbul’da bir halk otobüsünde kurşunlanarak öldürüldü. Hukukun soramadığı hesabı kurşunlar sormuştu. O silahın tetiğini çeken kişi ise daha sonra itirafçı olmuş ve JİTEM tetikçiliği yapmıştı. 

Bu yazıyı yazmak nerden esti!?

Beni bu yazıyı yazmaya iten haber geçtiğimiz hafta başında geldi. 1996 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde 10 kişinin öldürülmesi davasında yargılanan tüm sanıklar 28 yıl süren yargılamanın sonucunda davanın zaman aşımına uğraması nedeniyle cezadan kurtuldular.  

ANKA Ajansı haberi şöyle duyurdu:

“24 Eylül 1996 tarihinde Diyarbakır E Tipi Cezaevinde 10 tutuklunun sopa ve demir çubuklarla dövülerek öldürülmesi ve 24 tutuklunun yaralanmasına ilişkin görülen davanın Yargıtay süreci sonlandı. Aralarında asker, polis, gardiyan, cezaevi doktoru ve müdürünün bulunduğu 89 kişinin yargılandığı dava, usul ve esas yönündeki eksiklikler nedeniyle iki kez Yargıtay’dan geri döndü. Bozma kararının ardından yeniden görülen davada, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi 2019’da, sanıkların suçlarının zaman aşımından düşmesine karar verdi.

Müştekilerin avukatları, yerel mahkemenin kararının hukuka aykırı olduğunu belirterek, temyize başvurdu. 5 yıl süren temyiz sürecinin ardından Yargıtay 1. Ceza Dairesi, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin davanın düşmesi kararını oy çokluğuyla onadı. Yaklaşık 28 yıldır süren ve üç kez Yargıtay’dan dönen dava, cezasızlıkla kapandı. Böylelikle idam cezası talebiyle başlayan yargılamada sanıkların suçları, zaman aşımına uğradı.”

1996 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde gardiyan ve askerlerin “cezaevi nakillerine karşı başlatılan isyanı bastırma” gerekçesiyle müdahalesi sonucu Erkan Hakan Perişan, Cemal Çam, Hakkı Tekin, Ahmet Çelik, Edip Dilekçi, Mehmet Nimet Çakmak, Rıdvan Bulut, Mehmet Kadri Gümüş, Kadri Demir, Mehmet Arslan ve Hakkı Tekin öldürülmüş, 24 kişi ise yaralanmıştı. Bu olaydan sonra TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu olayın incelenmesi kararını almış ve dört milletvekilini görevlendirmişti.

24 Ekim 1996 günü Diyarbakır’a giden Alt Komisyon üyeleri, Diyarbakır Cezaevinde görüşme ve incelemeler yaptıktan sonra 25 Ekim 1996 günü Ankara’ya dönüp 17 sayfalık bir rapor hazırladı. Bu raporda ekli belgeler ve ölenlerin otopsi fotoğrafları da yer alıyordu.

Hazırlanan raporun başlangıcında “650 kişi kapasiteli olarak yapılan Diyarbakır E Tipi 1 Nolu Kapalı Tutukevinde halen 942 kişi bulunmaktadır” bilgisi yer alıyordu. (Ben cezaevine girerken -1982 Mayıs- girişteki tabloda cezaevi mevcudunu 2.610 olarak görmüştüm. kapasitesinin tam dört katı insan tutuluyordu cezaevinde.) TBMM heyeti cezaevi yöneticileri, savcılar, PKK’lı tutuklular, itirafçı tutuklular da dahil olmak üzere birçok kişiyle görüşmüş ve konunun yargıya taşınması aşamasında bu rapor önemli bir işlev görmüştü.

Raporda, olayların başlamasından hemen önce tutuklulardan bir kişinin “itirafçı” olmak istediği ve hemen tutuklulardan ayrıldığı bilgisi verilirken, olaylardan sonra hastaneye sevk aşamasında da “itirafçılık dayatması” yapıldığı ve itirafçılığı kabul eden iki yaralının hastaneye sevk edildiği de raporda yer alıyordu.

Cezaevi yönetimleri içerden bilgi almak için çeşitli yollar kullanarak itirafçı sağlamayı her zaman isterler. 

Sicili bozuk cezaevi

1996 yılında yaşanan bu olaylardan önce de Diyarbakır Cezaevi’nde birçok ölüm olayı yaşandı. 32 kişi öldürüldü. Çok az dava açıldı ve açılan davalarda da sorumlular çok düşük cezalar aldılar ve cezaevine girmekten kurtuldular. Yargılananlar er ve erbaş düzeyinde kaldı, rütbeli ve gerçek sorumlular ise yargı karşısına çıkmadılar. Diyarbakır Cezaevinde birçok kişinin öldürüldüğü savunma yapan sanıklar tarafından açıklanınca dönemin askeri savcılığı açıklama yapmak zorunda kaldı. Açıklamada 30 kişinin öldüğü, bunlardan altısının açlık grevi sonucunda, dördünün intihar, dördünün kendini yakarak intihar sonucunda öldüğü belirtilirken, kalanların eceliyle ya da hastalık sonucu öldüğü açıklandı. Başta bu açıklamayı yapanlar olmak üzere kimse “eceliyle ölüm” açıklamasına inanmadı. 

Bu 32 ölüm olayının birinin ise tanığı bu satırların yazarıdır. Önce olayın yaşandığı mekan, B-3 koğuşu hakkında bilgi vermem gerek. Adalet Bakanlığına bağlı 650 kişilik olarak yapılan bu cezaevi 12 Eylül darbesi olunca hemen kullanıma açılıyor ve askeri cezaevi haline dönüştürülmüş. Her bloğun üçüncü katları atölye olarak yapılmış ve çatı katı olduğu için bir tarafı daha yüksek. Buralar da koğuşa dönüştürülmüş. Kalın ahşaplarla yüksek tarafta üç, alçak tarafta iki katlı ranzalar yapılmış ve ranzalar bitişik nizam koğuşun bir ucundan diğer ucuna kadar aralıksız uzanıyor. Buralarda balık istifi yan yana yatılıyor. Cezaevlerinin en kalabalık koğuşları her bloktaki atölyeden bozma bu yerler. B-3 koğuşun mevcudu benim kaldığım 1981 Mayıs-1982 Mayıs ayı arasında 160-180 civarında oldu.

Koğuşlarda askeri nizam uygulanıyor, gece nöbetleri tutuluyor ve bir de koğuş sorumlusu ve yardımcısı var. Hasan Bora, Batmanlı sendikacılar ekibindendi ve koğuş sorumlusuydu. Cezaevi yönetimi ile arası iyiydi ve olan biteni aktarıyordu. Nevzat Gültekin, koğuş sorumlusu yardımcısıydı ve o da cezaevi yönetimine bilgi taşıyan biriydi. Adil Çelik kaçakçılıktan yargılanan bir grubun içinde yer alıyordu, elinde bir Kur’an, sürekli Kur’an okuyan ve namaz kılan havalarında olan, cezaevi idaresi ile ilişkileri iyi olan biriydi.Bir gözü görmediği için şeş beş lakabıyla anılıyordu.

İspiyon, üç kişiye ölüm dayağı ve Ali Sarıbal’ın öldürülmesi

Bu üç kişi, cezaevi yönetimine koğuştaki dört kişinin emirlere uymadığı, siyasi faaliyeti sürdürdüğü yönünde bilgi vermiş. 13 Kasım 1981 tarihinde koğuşun kapısı açıldı ve içeriye elinde jop, demir çubuklar ve beşe onluk kalaslar olan askerler doldu. Dört isim sayıldı, Ali Sarıbal, Hasan Çakır, Ali Elalmış ve Celal Türkmenoğlu. Ali Elalmış o gün duruşması olduğu için mahkemeye gitmişti. Diğer üç kişiye koğuşun ortasında kafa, göz gözetmeksizin dayak atılmaya başlandı. O sırada diğer tutuklular, ranzaların önüne dizilmiş, ayakta, esas duruşta bekletiliyor, kıpırdamak yasak.

Celal Türkmenoğlu yarım saati geçkin bir dayaktan sonra bayılıp yere yığıldı, müdahale edip yatağa almamıza izin vermediler. Bir saat kadar süren dayaktan sonra Ali Sarıbal ve Hasan Çakır’ı koğuş dışına çıkardılar ve dayak koğuş önünde de sürdü. Kısa süre sonra kapı açıldı ve Hasan Çakır’ı da baygın halde sürüyerek içeriye atıp gittiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra ise Ali Sarıbal’ı getirdiler koğuşa ve ayakta duramıyor. O zamanlar lasonil isimli bir ilaç vardı ve hep yanımızda olurdu, dayaktan sonra şiş ve morlukları gidermek için kullanırdık. Üç arkadaşın da vücuduna bu ilaçtan sürdük ama Ali Sarıbal’ın vücudunda morarmayan yer yok. Bir süre sonra bilincini kaybettiğini hissettik ve demir kapıya vurarak gardiyan çağırdık. Dışarıya alıp, bir iğne vurup tekrar verdiler bize. Durumu hiç iyi değildi ve sabah olduğunda tekrar gardiyanlara durumunun iyi olmadığını söyledik . Ali Sarıbal’ı alıp götürdüler, cezaevi koşullarında bir daha haber alamadık ama öldüğünü hissettik.

Cezaevinden çıkıp gazeteciliğe başladığımda Nokta Dergisi’nde çalışırken, derginin İstanbul merkezinde çalışan Neyyire Özkan cezaevleri konusunda bir kitap yazmaya başladığını, Diyarbakır Cezaevi’nde yatıp, çıkmış birini bulup, bulamayacağını sordu. O zamanlar işe girerken yargılandığımızı saklıyorduk. O nedenle kimse bilmiyordu, cezaevine girip çıktığımı. Ben kaldım Diyarbakır’da dedim ve uzun uzun konuştuk Neyyire’yle. (Neyyire’nin eşi Veli Yılmaz’ın da cezaevinde olduğunu o zaman öğrenmiştim.) Sarıbal’ın öldürülmesi olayını da anlattım. Hem Diyarbakır Cezaevi’nde neler yaşandığı hem de Ali Sarıbal olayı Neyyire’nin “Cezaevi Cezaevi” isimli kitabında yer aldı. Neyyire İstanbul’da görülmekte olan davanın tutanaklarını da bulup, kitabında kullandı. Sözünü ettiğim savcılık açıklamasında ise Ali Sarıbal’ın isminin karşısında “……. 1982, eceliyle ölüm” yazıyor.

Dava dosyasındaki ifadelerde cezaevi yönetimi kendisini koğuştan gelen istihbaratı gerekçe göstererek savunuyor ve Nevzat Gültekin ile Adil Çelik’in koğuştan bilgi verdiğini açıklıyor. 

Ali Sarıbal’ın öldürülmesi hakkında açılan davada karar

Mahkeme, “…maktül Ali Sarıbal’ı maktülden gelen hafifi tahrik sonucu sanıklarda oluşmayan öldürme kastı olmaksızın müessir fiil kastı ile ve inzimam (eklenme, katılma, ulanma) eden fiili hangi sanığın işlemiş olduğu anlaşılmayan failin kim olduğu belli olmayan biçimde maktülün ölümüne sebebiyet verdikleri…” sonuç ve kanaatine vararak sanıkları altışar yıl sekiser ay hapis cezasına çarptırdı.  

Mahkeme heyeti sanıkların bu suçu, “haksız bir tahrikin gazap ve elemi altında işledikleri” gerekçesiyle cezalarda indirime giderek cezaları ikişer yıl birer aya düşürdü. Devlet yine işkencecisini koruyor, en az cezayı veriyor ve cezaevinde yatmamasını sağlamanın bir yolunu buluyordu.

Tüm bunları kitap olarak toparlarım düşüncesiyle bir çok not almışım ve notların çoğu 1986-88 yıllarına denk düşüyor. Bu sırada Sarıbal’ın öldürülmesi davasında yargılanan Hüseyin Birol Şen’in ev telefonunu da bulmuştum (O zamanlarda cep telefonu yoktu). Bulup konuşacaktım Laz Hüseyin lakaplı bu kişiyle. Sorgu hakimliğine çıkarıldığımız süreçte karşılaştığım Laz Hüseyin’in müdahalesine karşı çıktığım için “belalım” olmuştu ve cezaevi sürecinde benimle “yakından ilgilenmişti!” ve ondan bir anı olarak sol üst azı dişim yarım ve hâlâ yarım. 

Devlet işkencecisini niye korur?

Bu kadar uzun bir yazıyı başlıktaki ifade için yazdım. Bu yazıda yer alan bu iki olay ve davadan başka onlarca böyle olay ve dava var Türkiye’nin karanlık tarihinde. Meslekteki hocam Erbil Tuşalp’in Bin İnsan, Bin Belge, Bin Tanık isimli kitapları bunun örnekleriyle dolu.

Devlet işkenceci, itirafçı, ispiyoncu olarak kullandığı elemanlarını korur. Onların açığa çıkmamaları için uğraşır. Açığa çıkıp, dava açıldığı durumlarda ise bu davalar uzatılır, sulandırılır ve bu hafta çıkan karar gibi ya zaman aşımına uğratılır ya da Sarıbal davasında olduğu gibi sanıkların içeriye girmeyecek kadar hafif ceza almaları sağlanır.

Devlet kendi açısından işkencecisini korumak zorundadır, aksi halde kime işkence yaptırabilir ki!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.