Kürt sorunu konusunda yazı yazma kararını TBMM’nin 1 Ekim’de açılışında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin genel kurul salonunda DEM Parti Eş Genel Başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan’ın ellerini sıkma anında vermiştim. Vermiştim vermesine ama geçtiğimiz hafta sonu bu yazıyı yazamadım.
Bu hafta AKP Grup Toplantısı sonrasında Erdoğan kuliste kalabalık ekibiyle yürürken sorulan bir soru ve sonrasında yaşanan diyalog yazının başlığını verdi. Gazeteci Hilal Köylü, “DEM Parti ile işbirliği konusunda somut adımların atılıp atılmayacağını” sordu. Erdoğan ise “Rüya cevap versin” diyerek soruyu A Haber muhabiri Rüya Akkuş’a yönlendirdi. Akkuş da “Somut adım beklemeksizin siyasetteki ılımlı havayı sürdürelim” yanıtını verdi. Köylü, Erdoğan’a bir kez daha “Ilımlı hava sürecek mi” diye sorduğunda ise Erdoğan’dan, “Rüya cevabı verdi” yanıtını verdi.
Gazeteci: "Her türlü işbirliğine açık olduğunuzu söylediniz. DEM'liler 'Somut adım yok' diyor. Adım gelir mi?"
Erdoğan: "Rüya cevap versin"
A Haber muhabiri – Rüya Akkuş: "Somut adım beklemeksizin siyasetteki ılımlı havayı sürdürelim"
Gazeteci: "Ilımlı hava sürecek mi?"… pic.twitter.com/3E7u4NRLwn— Medyascope (@medyascope) October 9, 2024
Yukarıdaki diyaloğun bir gazetecilik boyutu var, bir de bu yazının konusuyla ilgili boyutu. Gazetecilik boyutu bu yazının konusu olmamakla birlikte yıllarca parlamentoda muhabirlik yapmış biri olarak iki çift kelam etmeden geçemeyeceğim. Gazetecinin görevi soru sormak, olayları irdelemek ve sebep, sonuç ilişkisini en yalın biçimde haberleştirmektir. Akkuş-Erdoğan diyalogları nedense pek sık oluyor, isteyen internette arayabilir; Rüya’nın ojesinin rengi bile konuşuldu. Burada gazetecinin tavrı soruyu yanıtlamak yerine, sorunun muhatabı olmadığını söylemek olmalıydı, hiçbir şey yapmasa bile suskun kalabilirdi. Bunu yapmak yerine üstüne vazife olmayan bir yanıt vermesi meslek olarak kabul edilebilir bir şey değil. Çok uzun ele alınması gereken meslek etiği sorunu boyutunu kısa bir paragrafla kesiyorum.
Bahçeli’nin tavrı ve açıklamaları
Kürt sorununun çözümünün “Rüya” kısmından gerçek kısmına geçelim. Rüya’nın konuya ya da gazeteciliğe uzak olduğu verdiği yanıttan belli zaten. “Somut adım beklemeksizin siyasetteki ılımlı havayı sürdürelim” diyor. Burada somut adım atması gereken DEM parti ya da Kürtler olduğu sonucu anlaşılıyor ki, yanlış. Somut adımı iktidar ya da devlet atar ve bu adım/öneri üzerine de muhataplar/taraflar değerlendirme yapar, tartışır ve bir sonuca ulaşmaya çalışılır.
Bahçeli’nin tokalaşma tavrı değişik boyutlarıyla tartışıldı. Bahçeli grup konuşmasında da konuya değindi ve “Uzattığım el gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenin teklifidir. Biz gelişi güzel keyfe keder, can sıkıntısından, anlık dürtülerle, dümenden el uzatmayız. Biz durduk yere el vermeyiz. Öylesine yerimizden kalkıp da el sıkmaya teşebbüs etmeyiz” sözleriyle tokalaşmanın “nezaketen” olmadığını, daha öte bir anlam taşıdığını ifade etti. Bahçeli ayrıca, “DEM’e düşen sorumluluk, uzanan bu samimi elin kıymet hükmünü anlaması, dahası Türkiye partisi olması yönünde bir eşik olarak algılayıp, değerlendirmesidir” dedi.
Bahçeli tokalaşırkan hemen arkasında AKP Genel Başkan Vekili ve açılım sürecinin önemli aktörlerinden, Dolmabahçe Protokolü’nün hazırlanmasında ve açıklanması anında heyette bulunan Efkan Ala’nın olması da bu hareketin tasarlanmış olduğunu gösteriyor.
Erdoğan’ın tokalaşmaya yaklaşımı
Erdoğan, partisinin bu haftaki grup toplantısında yeni yasama yılında siyasette farklı bir üslup ve söylem görmeyi istediklerine vurgulayarak, İsrail-Filistin arasında yaşanan ve bölgedeki başka ülkelere de sıçrayan savaşa da dikkat çekerek, Bahçeli’nin tokalaşma girişimi konusunda şu değerlendirmeyi yaptı:
“Bölgemizin de içinde bulunduğu atmosferi düşünerek, daha fazla konuşmaya, daha fazla uzlaşıya, diyalog zeminini daha fazla genişletmeye ihtiyacımız olduğu kanaatindeyiz. Milletin faydasına olacak hiçbir konuda diyalogdan kaçınmayız. Cumhur İttifakı olarak yeni dönemde ülkemizin meselelerini mümkün olan en geniş mutabakatla çözmeyi arzu ve temenni ediyoruz. MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin gerek Meclis’in ilk günü, gerekse dün yaptığı açıklamaları takdirle karşılıyor, Türk demokrasisi ve 85 milyonun kardeşliği adına çok kıymetli buluyoruz. Cumhur İttifakı’nın uzattığı elin değerinin muhatapları tarafından da layıkıyla anlaşılmasını ümit ediyoruz. Beklentimiz, hiçbir ayrım yapmadan Meclis’teki tüm siyasi partilerin de bu anlayış içinde hareket etmeleridir.”
DEM yetkililerinin değerlendirmeleri ve “onurlu barış”
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, “DEM Parti’ye uzattığım el ‘Gelin Türkiye Partisi olun’ teklifidir” sözlerine DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, “Türkiye’de özgürlükleri, barışı, adaleti savunurken, Türkiye’de yoksulun, işçinin, emekçinin, kadının doğa ve insan hakları savunucularını savunurken biz bir Türkiye partisiyiz zaten” karşılığını verdi. Bu yanıt bile iktidar kanadının yaklaşımının sakatlığını açığa düşürme bakımından oldukça anlamlı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Hatimoğulları, partisinin grup toplantısında çok net mesajlar verdi:
“AKP ve ortakları bu tablonun neresinde? Ana muhalefet partisinin bu sorunun çözümüne yönelik nasıl bir politikası var bunu kamuoyuna açıklamak zorundalar. DEM Parti olarak biz onurlu barış istiyoruz. Onurlu barışın tesis edilmesi için ödenecek her türlü bedeli ödemeye, müzakereye ve diyaloğa hazırız. Çözüme dair bir plan ve programın kamuoyuna açıklanması halinde barış konuşulabilir. Biz toplumsal barışı ezilenlerle, emekçilerle, kadınlarla sağlamak konusunda hazırız. Herkesin ‘benim anayasam’ diyeceği bir anayasayı yapın diyor toplum bize. Evet bu bir ihtiyaçtır ama demokratik bir anayasayı sağlamak için öncelikle yapılması gereken yol temizliğidir. Bunu yapmanın yolu bazı pratik adımlardan geçer. İktidarın Gezi ve Kobani sendromundan kurtulması gerekiyor.”
Hatimoğullarının söylediği “DEM Parti olarak biz onurlu barış istiyoruz.” sözlerinin altını çiziyorum çünkü bu sözlere yazının ilerleyen kısmında tekrar döneceğim. Sorunun çözümü bakımından bu yaklaşımı çok anlamlı buluyorum.
Kürt sorununu tarihsel olarak ele almaya kalktığımızda 1800’lü yılların ilk yarısına kadar gitmek gerekiyor ancak bugün Kürt sorunu dendiğinde Ağustos 1984’te PKK’nın Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlayan ve 40 yılını dolduran çatışmalı süreç öne çıkıyor. PKK’nın kurucusunun 1999’da, bu çatışmaların 15. yılında yakalandığını ve 25 yıldır cezaevinde olduğunu da bir somut durum olarak not ettikten sonra devam edelim yazıya.
Soğuk Savaştan Sıcak Barışa
Yukarıdaki ara başlık gazeteci arkadaşım Metin Gülbay ile Şubat 1994’te yazdığımız ve hüküm giydiğimiz kitabın adı. Yeni dünya düzeni kavramının ABD Başkanı George Bush (Baba Bush) tarafından ortaya atıldığı ve henüz tartışılmaya başlandığı dönemde Türkiye’nin bu düzende ya da sistemde yerinin ne olacağı, Türkiye’yi bekleyen sorunların ne olduğunu irdelemek için bir kitap yazma fikrimiz oluştu. Epey bir kaynak taraması yaptıktan sonra akademisyen ve Türkiye siyasetinin hemen her kesiminden 19 kişiyle yaptığımız söyleşileri bu kitapta topladık. Kitap toplatıldı, biz yargılandık ve hüküm giydik. Neden hüküm giydiğimiz biraz sonra yapacağım alıntıda yer alacak.
Görüştüğümüz 19 kişiden ikisinden alındı yapacağım bu yazıda. Biri o dönemki Demokrasi Partisi (DEP) Genel Başkanı Hatip Dicle, diğeri ise o dönemki Demokrat Parti’nin (DP) Genel Başkanı Aydın Menderes. Dicle ve Menderes’in sözlerinin PKK’nın “silahlı mücadele başlattığını” ilan etmesinden 10 yıl sonra ve bugünden tam 30 yıl önceye ait olduğunu da belirtmek önemli.
Hatip Dicle, konuşmanın akışında konu Kürt sorununa geldiğinde şu tespitleri yaptı:
“ABD, İngiltere ve Bağımsız Devletler Topluluğu (O zaman henüz Avrupa Birliği kurulmamıştı) Kürt sorununu masaya yatıracaklar. …Kürt sorunu barışçı yollardan çözülmelidir ama barışçı çözüm derken bunu bizim kara kaşımız, kara gözümüz için yapmıyorlar. Bugün Kürdistan petrol alanları bakımından sayılı rezerve sahip bir yerdir.”
“Ayrıca Azerbaycan ve Kazakistan petrollerinin yine Kürdistan üzerinden Akdeniz’e akıtılması sorunu vardır. Bütün Orta Asya’nın doğal gazının Avrupa’ya aktarılması sorunu vardır. …Kürdistan su yatakları bakımından da çok zengindir. Fırat, Dicle, Zap, mesela Zap üzerine yedi tane baraj kurulabilir. …Su rezervlerine en çok İsrail ve Arap ülkeleri ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla Kürdistan hem yeraltı zenginlikleri, hem su rezervleri açısından dünyadaki en büyük güçlerin ilgisini çekmektedir.”
“Kürtler uluslaşma süreci yaşıyor. Bu bir süreç meselesidir. Kuşaklar sorunudur. …Ortadoğu halkları tüm bu zenginliklerine rağmen bu bloklar tarafından yutulabilirler. Kurtlar sofrasına yem olurlar. O bakımdan Ortadoğu halkları Arap, Fars, Kürt ve Türk halkları arasında mutlak surette çok iyi bir dayanışma oluşmalıdır. Halklar gelecekte bir Ortadoğu federasyonu dahi düşünmelidirler. Bunu yapamazlarsa büyük odakların yemi olurlar. Hem petrol, hem su zenginlikleri hem diğer zenginlikler açısından yem olurlar.”
Dicle’yle yaptığımız söyleşiden kısa bir bölüm aldım. 30 yıl önce yapılan bu tespitler tüm canlılığıyla güncelliğini koruyor. Alıntılarda koyu olarak yazdığım iki cümle ise dönemin Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanmamıza ve hapis cezası almamıza neden oldu. Ceza tecil edildi de cezaevine girmedik.
Aydın Menderes ve “onurlu barış”
Yazının başlarında Tülay Hatimoğlu’nun “DEM Parti olarak biz onurlu barış istiyoruz. Onurlu barışın tesis edilmesi için ödenecek her türlü bedeli ödemeye, müzakereye ve diyaloğa hazırız” sözlerini yazarken bu konuya tekrar döneceğimi belirtmiştim. Bu cümlelerden sonra Aydın Menderes’in Soğuk Savaştan Sıcak Barışa kitabımızda söylediklerinden alıntı yapıyorum.
“Türkiye, dünyanın en önemli istikrarsızlığının yaşandığı bölgeler arasında yer alıyor. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya ile Ortadoğu’nun oluşturduğu bir istikrarsızlık alanının ortasındayız.”
“Türkiye’nin Kürt meselesi vardır ama Türkiye bu Kürt meselesini dışarıdan olumlu veya olumsuz etkilenmeden çözmeyi denemelidir. Nasıl bir çözüm ortaya çıkacak. Bir somut çözümden önce neyin çözüm sayılacağını belirlememiz lazımdır. Bulunacak çözümler galibi ve mağlubu olmayan herkesin kazançlı çıkacağı çözümler olmalıdır ve bu çözümler sonunda hiç kimse onurunu zedelenmiş hissetmemelidir. Bu çok önemlidir. Bu çözüm sadece Kürt meselesinde değil, laiklik konusunda da, başörtüsü konusunda da, Alevi konusunda da böyle olmalıdır.”
Hatimoğullarının bugünkü sözleri ile siyasetin sağında konumlanan Menderes’in 30 yıl önce çözüm konusunda söylediklerinin paralelliği oldukça önemli. Aslolan tarafların onurlarının zedelendiğini hissetmeyeceği bir çözümün bulunması. Tam burada iktidarın ve ortağı MHP’nin son söylemlerinde ve yaklaşımlarında ne kadar ciddi olduğunu anlamak için önümüzdeki süreçteki yaklaşımlarına bakmak gerekecek. Bugünden bakıldığında ülkenin karşı karşıya olduğu başta ekonomi ve dış politika gibi sorunlu konuların tartışılmasını engellemeye, günden değiştirmeye yönelik adımlar olarak görünüyor.
Gündem değiştirmeye yönelik değilse bu kez anayasa değişikliği yolunda atılacak adımlara ve DEM’in bu konuda ne diyeceği çok önemli. Tabii ki Abdullah Öcalan’a yeniden bir rol biçilecek mi ce 25 yıllık cezaevinden sonra nasıl bir formül bulunacak. HDP eş genel başkanı iken tutuklanan ve yedi yılı aşkın bir süredir cezaevinde olan Selahattin Demirtaş’ın ceza durumu, görüşmelerde biçilecek rol, Gezi olayları davası ve Kobane davası tutuklu/hükümlüleri konusundaki kararların hukuki olmaktan çok siyasi olduğu ortadayken, bu konularda atılacak adımlar önümüzdeki sürecin taşlarının nasıl döşeneceği bakımından önemli olduğunu da belirtmek gerek.
Abdullah Öcalan 36 yıl önce ne demiş?
Bu kadar yazıdan sonra sorunun çözümü gündeme geldiğinde Kürt siyasetçilerin adres gösterdiği kişi Abdullah Öcalan oluyor. Bir önceki çözüm sürecinde hem Kürt siyasetçiler hem de devlet yetkilileri İmralı Adası’nda Öcalan’la bir dizi görüşmeler yapmışlardı. Ben şimdi sabırla yazıyı buraya kadar okuma zahmetine katlanan okurları 36 yıl önceye götürmek istiyorum. Nuray Şirin Göktaş’ın Haziran 1988’de Öcalan ile Bekaa Vadisi’nde yaptığı ve yayınlanamayan söyleşinin bir kısmını buraya alacağım. Çözüm konusunda Öcalan ne demiş, nasıl yaklaşmış, çizdiği çerçeve neymiş bugünkü tartışmalar bakımından da önem taşıyor:
“‘Türkiye’de çok güçlüdür. PKK’yi geleneksel bir yaklaşımla, birliğimiz bozuluyor, dış güçler yardım ediyor’ deniyor. Bu, çok ucuz bir yaklaşımdır diyor ve kabul etmiyoruz.”
“Bağımsızlık hedefimiz, Türkiye’nin de bağımsızlığını içerir, demokratik kurtuluşu içerir ve giderek bu halklar için en uygun bir siyasal rejime götürür. Genelde bu en demokratik çözümdür. Halkların kendileri için en uygun kurumları oluşturarak anlamlı birliklere gitmeleri gerekir. Buna ister federasyon, ister federal devlet birlikleri diyelim daha dar düzeyde yaklaşımlar vardır, kültürel özerklik, otonomi düzeyinde yaklaşanlar vardır. Bizim bütün bu kavramlara yaklaşırkenki ölçümüz, genelde halkların bağımsızlığı ve demokratik kurtuluşuna hizmet etmesidir. Hangisi somut olarak hizmet ediyorsa biz onun içeriğini hayata geçirmeye çalışırız.”
“Biz en az kendi halkımız kadar komşu halklara da bağımsızlık isteriz. Şunu da biliriz ki, halkımızın bağımsızlık mücadelesi komşu halkların bağımsızlığının gelişmesi oranında olur. Bu bizim tercih ettiğimiz bir yaklaşımdır. Dar bir milliyetçilik, bu konuda neye mal olursa olsun bağımsızlık der. Bizimki farklıdır. Kaldı ki bunu diyenlerin de bunun için bir şey yapmadıklarını belirtebilirim. Bol laf ederler ama pratikte hedeflerinin asgarisini yapmazlar. Biz biraz da sorunu bölge çapında ele alma ihtiyacında kalacağız. Büyük devrimci şehit Kemal Pir’in bir sözü vardır. Diyarbakır mahkemesinde yaptığı savunmasında geçer ve Kemal Pir biliyorsunuz bir Türk yoldaşımız. Bizim değerli ve kurucu sıfatı olan bir yoldaşımızdır ve şunu söyler: ‘Biz Ortadoğu’da küçük devletçiklerden yana değiliz, büyük bir devletten ve hatta Ortadoğu çapında bir federasyondan yanayız.’ Stratejik olarak düşünülürse biz Ortadoğu halkları için bir devlet çatısını bile düşünürüz. Ortadoğu halklarının bir federasyonu bizim için belki uzun vadeli olabilir ama bir hedeftir. Nasıl bugün Batı Avrupa Birliği bir hedefse ve önemli oranda bunun temeli atılmışsa…”
“Ortadoğu halklarının birliğe ihtiyacı vardır. Buna saygılı olmak gerekir. Şimdiden bu konuda tarihsel temellere uzanmak gerekiyor. Gericilik temelinde değil, çoktan ömrünü doldurmuş dinsel sloganlar kurtuluş getirmez fakat bu İslamiyet’in inkarını da getirmez. Bu bir kültür olayı ve yaşam biçimidir. İrdelemek gerekir. Olumlu olan özü vardır, onu yakalamak gerekir. Kopkoyu bir inkarcılık, Türkiye’de bu laisizm olarak anlaşılmıştır, kesinlikle gerici bir temelde bir İslamcılığı hep canlı ve gündemde tutmuştur. Doğru bir çözümleme alınması gerekeni alır, atılması gerekeni atar ve buna ihtiyaç vardır. Şimdi Türkiye halkı üzerinde yürütülen dincilik faaliyetleri tehlikeli boyutlara ulaşmıştır ve kesinlikle de onları mutlu edecek bir içerikten yoksundur. …Halkların kendi öz kuruluşlarına yönelmemeleri için dinden medet umulmuştur.”