1996’da Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “Medeniyetler Arası Diyalog Sempozyumu”nun koordinatörlüğünü yapmıştım. Biz salondayken birileri, konuşmacılar arasında yer alan Graham Fuller’in otel odasına girip bilgisayarını kırmıştı. Polis inceleme ve soruşturma başlattı falan, ama Fuller, akşam yemeğindeki sohbetimizde tebessümle soruşturmadan bir şey çıkmayacağını, bunun “Aslında kafanı kırmak istedik” mesajı olduğunu söyledi. Bu işlerin tecrübelisi ve profesyoneli olduğuna göre en iyi o bilirdi kuşkusuz. Kendisine neden böyle bir tarife uygulandığını da Türkiye’yi paradigma değiştirmeye zorlayan “DC”deki siyasi aklın temsilcisi görülmesine bağladı.
Fuller o akşam, İslamcıların politik iktidarının değil, Gülen’in sosyolojik hakimiyetinin önemli olduğunu ve değişimin dinamosunun Gülencilik olacağını uzun uzun analiz etti. AK Parti döneminde bu analizini, Gülenciliğin, Erdoğan’ın iktidarını Atlantik’e çıpalı tutacak iç dinamik olduğu ilavesiyle güncelledi. Gülenizmin devleti ele geçirmiş örgütsel yapısı Erdoğan’a komiser atanmıştı.
Lakin yanıltmasın, Erdoğan ve taraftar tribünü bundan şikayetçi değildi. Gülencilik değişimin tüm risklerine ve hamaliyesine memur edilmişken siyasi ayak AK Parti’ye sadece dümeni tutma ve sahnede görünme rolü verilmişti. Gülencilerin, rüzgar ters ve sert estiği vakitte yaşanan şiddetli tasfiye sırasındaki şaşkınlığı, hiçbir gerçek mücadelede deneyim kazanmamış ve pişmemiş olmanın amatörlüğünden.
Batı yakasındaki düşünce tanklarında Gülencilikten Türkiye’ye özgü bir Kalvinizm çıkacağına ilişkin beklenti ve umut, şabloncu düşünmenin defosu. Yerli liberaller de yanıldı. “Yeni Medine”nin kurucu babaları birinci ve ikinci halife ile başlayıp Muaviye’de kurumsallaşmış Müslümanlığın siyasi kültürüyle harmanlanan Gülencilik de AK Partili politik mütedeyyinlik de Batıdakine benzer bir reformasyona tamamen yeteneksizdi. Eleştirel aklın ışık yılı uzağındaydılar. Muhakeme ve yenilenme konusunda en ufak bir fikirleri yoktu. Hâlâ öyleler. Hal böyle olunca bu teo-politik kültürün ülkedeki müesses sert kabuğu kırıp paradigmayı değiştirmesini beklemek hülya ile bile tanımlanamazdı. Demokratikleşme yönünde bölgesel ve küresel yankı uyandıracak adım atması için desteklenen yapılanma, resmî kurumlarda çaycı kadrosunu bile sadakati tam hizmetliyle dolduran sistematik nepotizmin taşralılığından ileriye gidemedi. Bu sırada siyasi bacak da yapısal reformlar yerine, müreffeh hayata hasreti gidermek üzere ihale kanunuyla yap-boz oynamakla meşguldü.
Batı başkentlerinden akan fonların muhafazakâr modernleşmeciliğin sosyolojisinde görgüsüzce zuhur eden lüks hayatı finanse etmekten başka işe yaramadığı uzun soluklu bir macera bu. Reform kartının çöpe gitmesinin ardından da yeni trend, düzensiz göçmenlik vakasını biyolojik silaha tebdil ve tahvil ile finansal otobanı açık tutma çabası. Demokratikleşme, hak ve özgürlükler alanının ferahlatılması, ekonomide yoksullar ve yoksunlar lehine yapısal reformların gerçekleştirilmesi, hukukun üstünlüğünün sağlanması gibi temel konularda parmak kıpırdatmaya hiç hevesli ve istekli olmadılar. Bilakis, mutlak kudrete ulaşmalarına engel gördükleri tüm kişi ve kuruluşları ezip dinî ve siyasî istibdat kurma ajandasından şaşmadılar.
Naftalinli fikirler ve ideolojik dogmalarla eski Türkiye’yi yerinde tutmak isteyenlere karanlık ve kirli operasyonlarla yürütülen mıntıka temizliğinden demokrasi çıkar mı? Çıkmadı da. Gülenizmin üst düzeylerinin sızlanmaya hakkı yok. Erdoğan’dan, onun rakiplerini komployla tasfiye etmek için manivela olmayı kendileri istedi. Zalim, zulme uğradığında mazlum olmaz, zulme uğramış zalim olur sadece.
Komünizmle mücadelenin rahminde şekillenmiş Gülencilik, 1979’da “yeşil kuşak”ın Pakistan’da Taliban üretmesiyle aynı şema içinde. Diledikleri kadar modern görünmeye çalışsınlar, dinleri, inançları, kültür dünyaları tipik Talibanizm.
Çeşitli ülkelerden Gülencilik üzerine yazan akademisyenler, harekete postmodern hakikatsizliğin hegemonyasında inşa edilmiş bir kelâm mezhebi olma kimliğini tavsiye ettiler. Dinler esperantosunun bayraktarı olacak, Müslümanlığın tarihselliğini bırakıp ayıklanmış yeni bir tarihsellik tesis edecek, yumuşak gücün kültürel aracı olarak dil değil, değerler hiyerarşisinde en üst sıraya yerleştirilmiş siyasi araç olarak dilin yolaçtığı ulusal ve seküler bir din okuyuşu ortaya koyacaktı. Nation of Islam (İslam Ulusu) hareketinin İslam’ı siyahların dini olarak tarif etmekle kalmayıp İslam’ın bilinen ibadetlerinde de değişiklikler yapmasına kadar varan değişim sürecinin benzeri yani.
İslam Ulusu hareketinin kurucusu olan Wallace Ferd Muhammed, İslamî gelenekleri (gizlenme ihtiyacı nedeniyle) Amerikan hayat tarzına uyarlarken kelamda getirdiği yenilik sayesinde fıkhın kurallarını da paradigmaya müdahaleyle değiştirebildi. Mesela onun öğrettiği oruç, öğle yemeği yedikten sonra başlayan ve ertesi günün öğle yemeğine kadar süren bir ibadetti. Böylece Müslümanlığın gizlenmesi mümkün oluyordu. Yine Ramazan ayı da ona göre hep Aralık ayındaydı. Çünkü Hıristiyanların tatilleri çoğunlukla Aralık ayına denk geldiğinden oruç tutmada kendilerini nispeten serbest hissediyorlardı. İslam Ulusu, kurulduğu 1930’dan bu yana kendisini “barış ve sevgi” ya da “barış ve güzellik” ulusu olarak tanımlıyor.
“Hoşgörü”, “sevgi”, “barış” gibi kavramların çerçevelediği inanç, kelamda yapılan değişiklikle Müslümanlığın geleneksel ilkeleri yerine ikame edilmiş yeni kimliğin tarlasına atılan tohumlar olacaktı. Bu tarlada filizlenecek iman, amel ve dünyagörüşü hiç tereddütsüz geleneksel Müslümanlığınkinden farklı sonuçlar verecekti. Olmadı. Olamazdı da zaten, çünkü Gülenciliğin takatini çok aşan bir sefer görev emriydi bu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Gülenciliği suçlarken Erdoğan’a “haşhaşçı” dedirtmelerinde İsmailî aydınlanmayı imhaya kılıç çekmiş Nizamulmülk tedhişine övgü olabilir, tıynet buna elverişli. Fakat daha pratik bir nedenle, en yakına kadar sızabilme kabiliyetiyle alakalı fobi sebebiyle kampanya başlattıklarını düşünebiliriz. Adaleti tesise yeminli Alamut cemaatine Oryantalistlerin taktığı lakaba atıfla “haşhaşçı” ithamını pankart yapmalarında Batı yakasına kırpılan gözün farkedileceği umudu var. Yoksa illa bir benzetme yapılacaksa İslam’ın gözünü oymaya ahdetmiş Opus Dei ile karşılaştırırlardı. Bu analojiden itinayla uzak durmaları finansal ve siyasal himayeyi kızdırmama duyarlılığının kanıtı.
AK Parti sözcülerinin hararetle tekrarladığı, karanlık çağ 90’larda seküler radikalizm tarafından ortaya atılmış “Gülen, Humeyni gibi dönecek” cümlesi de Batıya kripto ikazdı. Gülen için “Humeyni gibi gelecek” diyenler, bu durumda Erdoğan’ın da şah gibi gideceğini söylediğinin farkında değildi. Belki de Batılılar, uyumsuzluk kaynağına dönüşen muktedir muhafazakârları artık muhatap görmek istemedikleri için ikinci önermeye önem verdi de o nedenle “Humeyni” korkutmasından etkilenmediler.
Gülenciler de güvenlik sektörünün tüm branşlarını iktidarı tasfiyeye seferber ettiklerinde İran dolayımlı ithamları kullanarak politik Batıyı motive edeceklerini sandılar.
İran’da Ahmedinejadçılık ile aynı yıl, 2005’te siyasi alana nüfuz eden Gülencilik, aynı yöntemleri kullanıp kadrolaştı. Ahmedinejadçılık İran’da, tıpkı Türkiye’de Gülencilik gibi ülkeye son noktayı koymak için harekete geçmişti ki operasyona uğradı. Türkiye’de 2013’te Rıza Zerrab’a hamle yapılmasıyla tetiklenen ikiz füzyondu.
ABD-İran-Türkiye triosunda Gülenci polis şeflerini peşine düşürdükleri Zerrab vakasıyla Neo-Safevizmin İran operasyonuna darbe vurdular. Gülenci polisler Amerika ile temastaki reformist İran’a çalıştılar yani. Amerikalıların, maraz haddinde İran düşmanı Gülencileri, İran’daki Neo-Safevi darbeyi önlemeye istihdam etmiş olması ironik evet. Ama çok daha ironik olan, Gülencilerin, o sırada Zencani-Zerrab operasyonuyla Neo-Osmanlıcılığa finans sağlayan Neo-Safevizmi yazan beni hapsetmeye çalışmalarıydı. Devletin ani operasyonundan olsa gerek son sayfasında cümlenin yarım kaldığı, konuşmacı olarak katıldığım toplantılar, basın açıklamaları vs. ile doldurulmuş 60 küsur sayfalık sözde soruşturma dosyasında beni Ergenekon, el-Kaide, Selam örgütlerinin (aynı anda üçünün de) parçası olmakla suçlamışlardı. Üç farazi örgütün fiziki takip, iletişim dinlemesi, ortam dinlemesi vs. işlerine dahil edip açık kimliksiz ve TC numarasız 40 küsur kere cemaat hakimlerinden karar çıkartmışlar. Birbiriyle alakasız örgütler kokteyline özne yapılmam iktidarın propaganda aygıtı medyada “en acaip” ve “tek” örnek olarak duyuruldu o vakitler. Dindar bir muhalife meşruiyet kazandırmamak için elbette ki adım verilmeyerek.
ABD’deki Gülen, Oniki İmam Şiasındaki “gaybet-i suğra” (12. imamın ilk kaybolma dönemi) doktrininin kötü bir kopyasıydı. Bu yolla Gülen mitolojisi yarattılar. Fakat ölümüyle birlikte Gülencilik sona ermiştir. Çünkü geride ideoloji olmayı hakedecek bir fikrî miras yok. Onun dirisiyle kâim aktivizmden ibaret bir hareketti.
Titanik’i sefere çıkarırken söylenen “Tanrı bile batıramaz” tekebbürünün tıpkısı Gülencilikte vardı. Yerle yeksan olmanın travması o nedenle büyük oldu.
Tarih speküle edilebilir: Erdoğan, sekter-politikçi simetrikleri, yani stratejik derinlikçilik ve Gülenciliği istihdam etmeseydi son 15 yıllık kötülükler yaşanmazdı. Ama onları operasyonel kullanmasaydı da mevcut gücüne erişemezdi.
Gülen’in, dolayısıyla Gülenizmin ölümüyle fenalık sona ermedi. Çünkü onu ve emsallerini üreten bâtıl dindarlık yerinde duruyor. Sabah kalktığında ilk işi kötülük planlamak, akşam yatarken de o kötülüğün bilançosunu hesaplamak olan bir küme bu.