yolun ortasından yürüdük,
kaldırımın ise kenarından kenarından.
Herkes Sırrı’nın onlarca takdire şayan yönünü paylaşıyor bu günlerde. Acil şifalar dilekleriyle. Acil şifalar kısmını içtenlikle tekrar ediyorum. Ama diğer anlatılanları yinelemeye hiç gerek yok. Hem zaten hangi birini anlatacaksın ki?
TBMM’nin (hatta bu toprakların) bugüne kadar gördüğü en nitelikli entelektüellerinden biri olduğunu mu, her bir anekdotu ayrı bir film olacak hayatından kesitleri mi, sabrını mı, özverisini mi, sanatçılığını mı, feylesofluğunu mu, korkunç birikimini mi, sayılamayacak onlarca yeteneğini, hasletini mi? Bunların hiçbirini yinelemeye gerek yok, zaten Sırrı’yı sadece üç dakika dinlemek bile tüm bunları görmeye yeter. Daha bugün kırk yıldır MHP’li (ve hâlâ MHP’li) olan biri “Adam Meclis Başkanvekili. Giymiş deri montu, tek başına, gidip dolma yiyor. Hesap ödüyor, bahşiş bırakıyor, yine tek başına kapıdan çıkıp gidiyor. Ne denir ki?” diyordu.
Yolun ortasından yürüdük, kaldırımın ise kenarından kenarından
Evet, Sırrı (yirmi yıl önce yazdığım bu dizedeki) o insanlardandır. Yolun ortasından yürür, hesapsızca (Gezi’de kepçenin üstüne çıkışı gibi.) “Bu yolun ortasında aniden bana bir otobüs çarpar mı” diye düşünmez bile. Ama yolun tehlikesinden kurtulup, kaldırımlara ulaştığı an bir mahcubiyet basar, şaşırır, asla alışamaz o güvenli alana, kenardan kenardan yürür (o lokantaya oturup tek başına dolma yiyişi gibi.) Hem zaten insana otobüs çarpsa ne olur ki? Ama insan insana çarparsa, o fenadır işte.
Ama sanki hak ettiği kadar dile getirilmeyen bir başka özelliği, yeteneği, derinliği var Sırrı’nın. O nedenle sadece bu yönüne değineceğim. İnsanlar Sırrı’nın tüm bu özelliklerinin mükemmel Türkçesi ile başladığını ve o mükemmel Türkçeye nasıl ulaştığını atlıyorlar sanki (kendisi de yakınıyordu, her zamanki üslubu ile, “bazıları da pigment muamelesi yapıyor, Meclis’in ‘renkli’ kişiliği diyorlar” diyerek.) Gerisi hem beni aşar, hem de benden çok daha iyi tanıyanlara düşer.
Şivesi Sırrı’nın deri montudur
Sırrı Süreyya’nın Türkçesi mükemmeldir. Olağanüstüdür. Bu toprakların bir zenginliği olan şivesinden asla vazgeçmemesi insanları bu konuda yanıltabilir. Bir filmde Bebek sahilinde büyüyen bir İstanbul beyefendisini oynamasını isterseniz hatasız bir İstanbul lehçesi ile konuşur ama o “rol yapmak” olduğu için orada kalır. Sokağa, yola adımını attığı, kamuya göründüğü an özüne döner, şivesini (aynen deri montu gibi) üzerine giyer. O nedenle Sırrı’nın şivesi onun Türkçesini kötüleştiren değil, bilakis kıymetli kılan bir özelliktir.
Kaldı ki, bilenler bilir, doğrusu hangisidir, kesin de değildir. (Ölmek üzere olan bir tutuklu için “onu bırakın o dışarıda ölene kadar ‘hapishana’da ben yatayım” diyordu, daha milletvekili bile değilken.) Doğrusunun zaten “hapishana” olduğunu savunanlar da var, belki de yanlış olan “hapishane”dir. Azrail mi Ezrail mi? Sırrı’nın diliyle söyleyeyim “de hadi buyrun tartışın”.
18. Lema – 18. Brumaire
Akıl almaz bir kelime haznesi vardır ki bu şaşırtıcı değildir. Çünkü daha 5 yaşından itibaren hem Said-i Nursi’nin “18. Lema”sından, hem de Karl Marx’ın “18. Brumaire”inden kelime devşirmek gibi herkese nasip olmayan bir şansı vardır doğduğu evde, Nurcu anne tarafı ve sosyalist baba tarafı ile, daha çocukluk yıllarında.
Sadece kelime değil, kelime öbeği, atasözü, deyim lügati de şaşırtıcıdır. Tam yerinde hatasız kullanır. Aklıma ilk gelen üç beş örnek “bir kılıç mesafesinden fazla yaklaşmayın”, “sözü devirince şiir olmaz”, “zillullahi fi’l ard”, “biz mapushana arsızı olmuşuz”, “ne yerde taş kaldı, ne bağrımızda yer”, “telli davul”. Saymak anlamsız, saymakla bitmez çünkü.
Anekdot sihirbazı
Anekdot sihirbazıdır. En meşhuru “ilk başta o Ermeni’yi dövdürmeyecektik” olan her bir anekdotu bu toprakların önemli bir sorununu, o sorunun tarihini ve çözüm yollarını bir çırpıda anlatır. Bir dervişten söz ederek Kıbrıs konusunda zihin açar, Mesnevi’den bir alıntı ile döviz kuru konusunda. Dedik a, sihirbazdır. Nereye bağlayacağını tahmin bile edemezsiniz.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Baştan çalışılmış, yazılmış, kurgulanmış konuşma ve metinlerinde zaten bir tek düşük cümle bulamazsınız da, iddia ediyorum, en spontane, en ani, beklenmedik çıkışlarında, en heyecanlı, sinirli ve benzeri anlarında kurduğu en uzun cümlelerinde dahi tek bir düşüklük bulamazsınız. Bu bugün sıra sıra kitaplar yazan ya da 30 yıldır topluluk karşısında konuşan insanların dahi sahip olmadığı bir özelliktir. Dinleyiciyi ya da okuyucuyu Sırrı’dan daha iyi coşturanlar, daha çok güldürenler, daha fazla hüzünlendirenler (pek ihtimal vermesem de) olabilir, ama o cümlelerdeki bozukluk illa ki bir yerde kulağı tırmalar, “bizim” ile başlayan cümle “söyledik” ile biter mesela. Sırrı’da bunun bir tek örneğini bulamazsınız. Saz (ya da cümbüş) çalmak gibi olmuştur onun için artık aşık olduğu, ömrünü verdiği bu dilde konuşmak. Nasıl ki hayatında ilk kez duyduğu bir türkünün ölçüsünü yakalaması yeterlidir, artık o ritim hiç şaşmaz, doğru notalara basılır ve döngü karar notasında son bulur, konuşurken de cümle mutlaka fiilin doğru çekimi ile biter.
Ya da daha zorunu söyleyeyim, cümleye “ben” diye başlar, cümle kafasında oluşur, aslında “ben” ile başlamaya uygun bir cümle değildir, bir es verir, duraklar, adeta bir “UNDO” yapar, sonra en baştan doğru kelime ile başlar, “bence” der, düzeltir ve “bence”yle uyumlu bir şekilde biter o cümle. Daha kurmadığı, birazdan bitireceği cümleyi düzeltir böylece. O cümleyi göz göre göre düşük kursa (kuracak olsa) canı sıkılır çünkü, bu güzel dile o eziyeti reva görmez. İçi almaz. Bugün bırakın parti sözcülerini, o parti sözcülerinin okuduğu önceden hazırlanmış yazılı metinlerde dahi bulmakta zorlandığımız bir düzey.
Okuduğu kitaplar birer tuğla olsaydı
Bu özellik ne çalışmayla elde edilir, ne bunun için özel bir çaba göstermeyle. Tek bir yolu vardır bu yeteneği edinmenin, çok ama çok okumak. Sırrı’nın okuduğu kitapların her birini bir tuğla ile değişseniz, o tuğlalarla rahatlıkla bugünlerde üçer beşer dikilen küçük AVM’lerden birini inşa edebilirsiniz. Dünya edebiyatı, felsefesi, tarihi bilgisi bir yana, fizik, astronomi, sosyoloji bilgisi bir yana (Ali Şeriati, Kütüb-i Sitte, Dostoyevski, Frankfurt Okulu, Dante, Marx, Hafız, Kafka, Risale-i Nur, İbn-i Arabi, Socrates, Troçki, Eisenstein, Einstein, anayasa, coğrafya, sinema, fotoğraf, iç tüzük, hukuk felsefesi, hukuk tarihi, eski Yunan, müzik, Brecht, İslam, Hristiyanlık ve ve ve ve saymakla bitmeyecek binlerce konuya hakimiyeti, hepsi ama hepsi bir yana) Sırrı’nın Türk edebiyatında hakkında en azından yarım saat alıntı yapa yapa konuşamayacağı herhangi bir isim yoktur. Necip Fazıl da olabilir bu isim, Refik Halit de olabilir, Ece Ayhan’ı da ezberden okur, Cahit Zarifoğlu’nu da. İnanmayan “Meksika Sınırı”nın ya da “Kafa Dengi”nin (Sırrı’nın da yer aldığı) herhangi bir bölümünü açıp Sırrı’yı hayret ve hayranlık ile dinleyebilir.
Bugün “Türklük, yerli, milli, vatan, millet” kelimeleri dilinden düşmeyen insanların kaçı Türkçeye, Türk edebiyatına, şairlerine, yazarlarına, türkülerine, makamlarına, deyişlerine, ilâhilerine (saymakla bitmez ki) Sırrı kadar hakimdir, Sırrı kadar değer ve emek vermiştir acaba?
Sevgi emekti
“Selvi boylum al yazmalım”ın o meşhur repliği her yerde bu aralar. “Sevgi neydi? Sevgi emekti”. Türklüğe, Türkçeye, Türk ananesine, örfüne değer vermek, onu “sevmek” öyle lafla olacak bir şey değildir. Emek vermek gerekir. Emek vermediğin şeye değer de vermezsin, veremezsin.
Cezaevinden henüz çıkmışken ve yeniden seçilmeden önce verdiği bir röportajda “Şu aralar Türk mitolojisine çok kafayı takmış durumdayım. Bir Türk milliyetçisini benden çok daha fazla rahatsız etmeli diye düşünüyorum, kostümünden diyaloğuna tarihsel gerçeklik referanslarından içerik ve ideolojisine varana değin Türklükle uzak yakın ilişkisi olmayan ‘kuruluş, yıkılış, diriliş’ bilmem ne diye bir terane tutturulmuş gidiliyor. Onun için ‘Türklük mitolojisinde neydi bu işlerin aslı’ diye bir daldım oradan çıkamıyorum şimdi…” diyor.
Daha ayrı yazılan DE konusunu halledememişken (hatta başımıza ayrı yazılan SI, DI, YI ekleri belâ olmuşken) “günün sonunda”lar, “size döneceğim”ler, “hani şey vardır yaaaa, haniii”ler, “bu sebepten dolayı”lar ortalığı işgal etmişken, Sırrı’nın (hem de özellikle ekleyerek belirtmek gerekir ki o tertemiz Adıyaman şivesiyle bezediği) o güzelim Türkçesini özlememek elde değil.
Bir gazeteci günlerdir hastalandığında kendisini arayan Sırrı’nın “bende para var (çünkü kredi çekmiştir), lazımsa hemen göndereyim” dediğini ve bunu anlattığı yani övdüğü için Sırrı’nın kendisine çok kızdığını söylüyor. İyileşip bu yazıyı okuduğunda bana da kızar mı, “bana bu kadar büyük misyon yüklemeyeydin iyiydi” der mi, bilmem ama, şöyle bitirsek yazıyı uygun mudur acaba:
Yerli ve milli mi dediniz?
Sırrı Süreyya Önder’den (en azından Türkçesinden) ibret alın.