Tarık Çelenk, “Mahalleden seçkinlere cevap” başlıklı yazısında kendisine ve benzeri mahalle içi entelektüellere yöneltilen eleştirilere cevap veriyor, dindar kesimin iktidar sürecinde yaşadığı ahlaki ve entelektüel kırılmaları değerlendiriyor.
Uzun süredir mahalleden gelen dolaylı eleştirilere cevap vermek istiyordum. Şu an bu iş artık farz-ı kifaye noktasını da geçmiş durumda. Eleştirilerin bir kısmı siyasette saf tutma gerekliliğine ilişkin. Bu saf tutma işinde eleştirilerin özü siyasi iktidardan yeterli mansıp veya takdir alamadığımızdan küstüğümüz, bu nedenle kronik müzmin ılımlı muhalif olduğumuza dairdir. Kültürel eleştiri ise kendi tarih ve değerlerimize duyduğumuz kompleks veya aşağılık duygusunun bizi liberal entelektüel camiaya karşı sürekli sevdirme güdüsüne soktuğuna dairdir.
Özetle anlayacağımız ya da benim anladığım işin siyasi-sosyal tarafı; kimlik adına körü körüne bağlanma veya inanç, ortak ideal ve bireysel çıkar paylaşımı talebi. Hayatımda irademi hiçbir şekilde hiçbir siyasi tarafa teslim etmemiş bir insan olarak işin kör tarafını geçiyorum. Çıkar tarafıyla ise Allah sınamasın deriz. İdeal tarafına ise eğer kaldıysa hep saygı duyarım, ideal de mahallemle beraberim de. Zaten bugün bulunduğumuz çeşitli nitelikli krizlerin sorumlusunu sadece siyaset olarak sorumlu tutmak oldukça da indirgemecilik olurdu. Bir diğeri de tarihimize tuttuğumuz aynadaki görüntüye ilişkin. Buradaki mahalleli seçkin sitemi “biz de biliyoruz bugünün veya tarihin sorunlarını ancak bunun yeri veya zamanı şimdi değil” tarzında. Eski Bakan Hüseyin Çelik bey ile tarihsel eleştirel Abdülhamit söyleşim bu tarz eleştirileri almıştı.
Yüzleşmemiz veya ikaz etmemiz gereken sadece bugün değil; kendimiz, dünümüz, inançlarımıza karşı içtenliğimiz veya bu gibi uzun konular. Ancak bunları yaparken de ciddi bir bilimsel metodoloji ve vicdani bir içtenlik gerekmekte.
Yeni seçkinlik duygusu ve iktidarın iki yüzü
Başa dönüp mevcut siyasi eleştiri konusuna dönersek; bugünün siyasetine mahalleli bakış şekli şöyledir: “Artık eski ekonomik, bürokratik, akademik veya siyasi seçkinler sınıfının yerini bizimkiler aldı. İkinci sınıf vatandaş olarak sıkıştırılan biz veya bize benzeyenlerle uğraşmayı bırakın ama ve fakatsız şimdi yeni güçlü birinci sınıf vatandaşlığının keyfini çıkarsınlar.” Belki de biraz ironi yaparak dersek “şımarmak ve çıldırmak” yeni seçkinlerin artık hakkı. “Ayasofya’nın açılması veya Türkiye’nin artık Osmanlı geçmişine sahip olarak caydırıcı ve karar verici bölgesel güç olması kötü bir şey mi?” diye de serzeniş yapılmakta. Doğrudur; artık Refah-Yol ve AK Parti süreciyle Türkiye, üzerindeki Soğuk Savaş temkinciliğini atmış, Osmanlı coğrafyası ile olması gereken ilişkileri geliştirmiş, savunma yatırımlarıyla da caydırıcılığını arttırmıştır. Bunlar madalyonun siyasi-toplumsal bir yüzü.
Madalyonun diğer yüzü ise bu kadar keyif verici değil. Kutuplaşma, yolsuzluk, insanlar arasında kin veya nefretin arttırılması, niteliğin-liyakatin değil teslimiyetin öne çıkartılması, adalet ve vicdan sorunlarının tepe yapması gibi ardı ardışık, sonu da zor gelecek konular. Hatta bunları zikretmeye gerek olmadan da sadece uluslararası İslamilik endeksinde bile ülkemizin yerine bakmanız madalyonun diğer yüzü hakkında bizlere gereken izlenimi verecektir. Din ve dindarlara olan güven kaybı, gençlerin ülkeye aidiyetinin zayıflaması da bu işin cabası. Eğer Hz. Osman’ın katledilmesinden bu yana, değerli bir ilahiyatçımızın belirttiği gibi, İslam uleması sadece sorgulanamaz “devlet bekâsı ve birliğini” düsturunu hâlâ “Kur’an ahlakı ve adalet anlayışı” karşısında doktrinerde asırlar boyunca üstün tuttuğu gibi şimdi de kararlılıkla üstün tutuyorsa, artık böyle bir dinin etkisinin nitelikli sınıf-gençler üstünde etkisi kalmadığını söyleyebiliriz.
İşin en acı tarafı da mahallelinin, temsilcileri ile iktidarında ülkenin ve İslam dünyasının son 250 yılda eline geçebilecek iç ve dış konjonktürün müsaade ettiği siyasal, kültürel-insani veya Medeniyetsel restorasyon imkanını pas geçmiş veya bunu heba etmiş durumda olması. Ancak acı olan bunun da hiç farkında olunmaması veya durumun mahallelice ciddiye alınmaması. Bu iç ve dış konjonktürel şansın muhtemelen insanlık için İlâ-yı Kelimetullah iddiasını taşıyan misyon sahiplerinin eline en az artık bir 150 yıl daha geçemeyeceği gerçeğinin olması.
Entelektüel çıkmaz
Gelelim işin kendimizi liberal entelektüel camiaya sevdirme çabası boyutuna. Öncelikle toplumsal bir konuyu felsefi ve tarihi gerçek boyutu ile ele almanın yolu, burhanî-bilimsel-determinal boyuttan geçer. Bunun olmazsa olmazı; dil bilen, dış dünya ile vizyon alışverişinde olan, kentli-görgülü, entelektüel çıkartabilen, çıkar bağımlılığı olmayan, tarihe ve olaylara duygusal değil metodolojik bakabilen, en azından öyle görünmeye çalışan insanlarla bir anlam ve metot ilişkisinde bulunabilmektir. Bunlar ne yazık ki bir kısım mahallenin TV yorumcuları, şairleri ve hakikate karşı çıkar ürkekliği yaşayan aydınlarından değil, liberal sol camiadan çıkmaktadır. Taşradan orada kalma ısrarıyla vizyon çıkmaz. Taşra Abbasi halifeleri veya Fatih gibilerin neden metodoloji için pagan Helen filozofları şerh ettirdiklerini anlayamaz.
Liberal ve hatta Kemalist camiaya çok sert eleştirilerim olmuştur. Yabancılaşma, karşı aydınlanmadan bihaber olma, ilerlemecilik takıntısı, ilgisizlik, meraksızlık veya sınıfsal bakış gibi. Ancak Merve Kavakçı’yı mazlum bir şekilde Meclis çatısında tek sahip çıkan, askerlerin locadaki sert bakışları ve siyaset arkadaşlarının yalnız bırakması karşısında yanında olan mahallelinin şimdi unuttuğu şimdiki liberallerdi.
Düşünen, sorgulayan, vicdan sahibi, ötekisine düşmanlık değil anlam yüklemeye çalışan insanlara 28 Şubat’tan bu yana göstermelik değil, doğal bir vefa borcumuz var. Onlara “dindarlardan da vicdanlıları, sorgulayanları varmış” dedirtmek hedeflerden sadece biri. Bu doğru örnek çabası sadece liberaller için değil, dinden küstürülmüş ülke insanı ve hatta insanlık için, sadece bizim değil hepimizin borcu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Mahalle toparlarsa ülke toparlar, mahalle toparlarsa İslam dünyası ve medeniyeti toparlar. Belki de kendi aydınlanmasını başlatan mahalle, 12. yüzyıl Endülüs, Bağdat veya Semerkant’ı gibi Hıristiyan ve Yahudi aydınlanmasının da tekrar sebebi olur. Aksi takdirde bugün din veya millet zannettikleri kimlik oyuncağı elde patlar, ortada gerçek din ve gerçek millet kalmaz. Bunun çıkışı da mahalle seçkinlerinin elde ettikleri yüksek ekonomik ve siyasi gücü önce temiz ve ahlaki kılmak, ardından bu güç sahiplerini bu oranda görgülü kılmaktan, onları dönüştürebilecek örnek ahlak ve fikri üretmekten geçmekte.
Bu konuda karınca misali, el yordamıyla 20 yılı aşkın süredir çabalamaktayım. Siyasi ve ekonomik gücün zirvesinde oldukları zamanlarda, en yakın dostlarımdan dahi gereken karşılığı hiçbir zaman ve hiçbir şekilde görmedim. Anlamaya çalışmadılar bile. Ama ben bu mahalledenim; aidiyetim, bu mahallenin değerlerine ve geçmişte yapılan iyi şeylerin anlamınadır.
Aziz Nesin’in oğlu Ahmet Nesin’in bir çıkarsaması hep zihnimdedir: “Biz ateistler öteki dünyaya inanmayız ama ya varsa diye şüphe duyarız. Ya onlar, bizim kadar dahi değil; öteki dünya hiç yokmuş gibi davranmaktalar.”
Oysa öteki dünyada rahat olmanın yolu, Süleymaniye camii Evliya-Sadat kabirlerinin ortasına gömülme ayrıcalığından geçmiyor. Bu, her şeyden önce evrensel vicdan ve ahlakla senkronize olmaktan geçiyor.