Mümtaz’er Türköne yazdı: Türklük meselesi

Mümtaz’er Türköne “Türklük meselesi” başlıklı yazısında, Türklük kimliğini kişisel ve tarihsel bağlamlarla ele alıyor; Oğuz boylarından Osmanlı’ya, devlet kurucu akıl ile yağmacılık arasındaki tarihsel çelişkiye dikkat çekiyor.

Kürtlerle taze bir başlangıç yaparak ortak geleceğimiz için yepyeni bir sayfa açmaya hazırlanırken, konforlu düşmanlıklardan vazgeçemeyip mırın-kırın edenlere rahmetli Türkeş’in “Bir Kürt ne kadar Kürt ise ben de o kadar Kürdüm” sözünü hatırlatmış ve onun gibi ben de Kürtlüğümü ilan etmiştim. Millî devlet sahibi olmanın ve onu yaşatmanın empati sahibi olmaya bağlı olduğunu bir türlü anlayamayan müzevirler soyuma-sopuma saldırmaya girişince üzerinde durmadım. “İstemezük” dışında laf söyleme becerisi olmayanlara bu millet alışık; kalemi elime alıp kervana dizilen develerin eğri bedenlerini çizerken itin-kopuğun ürümesine de ben alışığım. Menzilimiz zorlu ve uzun, beni ilgilendiren kısmı milletin önüne çıkacak engelleri gücüm yettiğince dümdüz etmek.

Kısaca mesele şahsî değil, kendimden bahsederken bile asıl evinin bahçesindeki hazineyi bulmuş biri gibi karşımıza çıkan şu kardeşlik fırsatının derinlerine inme imkânı bulmuş olacağım.

Eskimiş alışkanlıklarınızı çöpe atın; tarihe, bugüne ve geleceğe, hayâl bulutlarının ötesinden değil en gerçekçi gözlerle bakmayı deneyin.

Oğuz soyundan olmanın ne anlama geldiği ile başlayalım.

Oğuz soyu

Haritada, pergelin sivri ucunu Ankara’ya yerleştirip çevresinde şöyle yüz kilometrelik bir daire çizin. Yerleşim yerlerini tararken karşınıza şu isimler çıkar: Iğdır, Bayındır, Çavundur, Kayı, Kargı, Buğdüz, Peçenek, Eymür, Dodurga, Bayat, Kınık, Yazır, Kızık, Salur… Uğraşsanız devamı gelir, ama bu kadarı bile yörenin soy-sop kökeni hakkında fikir sahibi olmanız için yeter; zira bin yıl önce, Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü lugāti’t-Türk’ünde tek tek isimlerini kaydettiği 24 Oğuz boyunun yarıdan fazlasının ismini şimdiden saymış oldunuz.

Topoğrafya zorlu, iklim serttir. Kuzeye doğru rakım yer yer yükselir. Kışları çıplak meşeleri, dirençli çamları, tek tük ağaçları ile sevimsizdir. Göçebe dediğiniz, koyunun-keçinin peşinde dağ bayır dolaşan adamdır; sürüye ot lazımdır. Yayla iklimine geçildiği kuzeyde, yerde yaz kış taze kalan otlara bakarak Oğuz boylarının buraları cennet gibi görüp yerleşmelerinin sebebini anlayabilirsiniz.

Ankara başkent olmanın cazibesi ile Türkiye’nin hemen her yerinden nüfus çekti ve bir metropol haline geldi, yine de “Angara” olarak kaldı. Nereli olursanız olun, çocuklar sokakta arkadaşlarıyla konuşurken “ne yapıyorsun?” yerine “nörüyon?” demeyi kısa zamanda öğrenir. Oğuzların aralarına gireni tez zamanda kendilerine benzetme yetenekleri inanılmazdır; sebebi saflıkları, doğallıkları ve empati becerileridir. Yöre insanlarının kendi yaşam biçimlerine, yaş gruplarına göre değişiklik gösteren geleneklerine müthiş bir özgüvenleri ve bağlılıkları vardır. İnsanları, özellikle gençleri coğrafya gibi serttir, bağıra çağıra teklifsiz konuşurlar, kavgayı eğlence olarak görürler, dolu dolu küfretmek için bahaneye ihtiyaç duymazlar.

Kuzeye doğru, Çubuk’u geçip ilerlerseniz, elinize kocaman bir ütü alıp düzeltme arzusu uyandıran alçalan-yükselen tepelerin vadilerin arasında Karagöl’e doğru giderken sağ tarafta dar bir vadide, kuru bir dere yatağına saklanmış Kuruçay levhası yazan bir köy görürsünüz. Beşyüz yıllık bir Oğuz köyüdür orası. Çok geniş bir alana yayılan mezarlığı, mazisinin kanıtıdır. Annem Elazığ’da doğurduğu kardeşimle koyun koyuna, doğduğu ve 16 yaşına kadar yaşadığı bu köyün yamacındaki işte bu mezarlıkta yatıyor.

Oradan Karayelin estiği Kuzeydoğuya doğru kuş uçumu yaklaşık 400 km öteye uzanırsanız, Gökırmak’ın Kızılırmak’a katılmak üzere kıvrıla kıvrıla ilerlediği hattın sonuna yakın yerde karşınıza heybetli kalesi ile Boyabat çıkar. Nöbet tutan bir koruyucu gibi Kalenin, verimli tarım arazilerinin dibindeki hâkim konumu, stratejik bir kavşak noktasında bulunduğunuzu size hatırlatır. Nüfusuna oranla, vatanı için en çok bedel ödemiş, en çok şehit vermiş mübarek bir yerdir bu şehir. Düşman ayağı değmemiştir. Kaleye kuş uçumu beş-altı kilometre mesafede ormanın içinde, adı Akyörük olan kadim bir köy yer alır. Osman Bey’in Kastamonu’daki Çobanoğlu beyine bağlı olduğu zamanlarda Kayı boyunun Kızılboğa aşiretinden birkaç Oğuz obası, derbende göz kulak olmak üzere bu havaliye yerleştirilmiştir. “Ak” sıfatı asalet iddiasıdır; merkezleri de adından anlaşılacağı üzere bu köydür. Nüfus kaydımda bu köyün ismi yer alıyor. Köy halkı havalide kaya gibi sertliği ve inatçılığı ile şöhret bulmuşlardır ki, böylelerine Osmanlı’da “Kaba Türk” denirdi. 1906 doğumlu olan dedem, dört kardeşin en küçüğü olarak altı yaşında Balkan Savaşı’nda kaybettiği babasından, hemen öncesinde kolera salgınında kaybettiği annesinden sonra atalarının mezarlarının olduğu bu köyde ana-baba ihtimamından mahrum yetişmiş olmasına rağmen çok kuvvetli bir tarih şuuruna sahipti. “Biz neyiz?” diye sormuştum dedeme, kimliğimin-kişiliğimin oluştuğu ergenliğe giriş evresinde. Boyabat kalesi gibi havalinin güvenliğinin emanet edildiği ceddini işaret ederek: “Biz devletiz” demişti. Türk olmanın imtiyaz değil, bir görev ve sorumluluk sahibi olmak anlamına geldiğini çıkartmıştım bu sözden.

Benim Türklüğümün zekâtı, soyuma dil uzatanların topunun yedi ceddine yeter. Türklüğün, asırlar boyu en az yontulmuş, ölçüye-tartıya gelmez, hatasıyla-sevabıyla bütün mazisinin kazındığı çelik leblebi gibi sağlam genlere sahibim. Beynimin içinde zaman zaman nal sesleri, çoban haykırışları duyarım; gece rüyalarımda atalarımın amansız kavgalarını izlerim. Oğuz obalarının çoluk çocuk yollara düşüp bu topraklara gelene kadar çektikleri zorluklara, asırlar boyu zor tabiat şartları ile mücadelesine, sevincine kederine şahitlik ederim. “Kollektif bilinçdışı” diyor, büyük psikolog Jung “kendini rüyalarda ele verir”. Topluca kapıldığınız korkular, heyecan veren ortak sevinçler, kederler, bir toplum olarak geliştirdiğiniz refleksler genlerle nesilden nesile intikal eder; sonra zor zamanlarda, milletiniz-vatanınız tehdit altında iken, önemli bir karar arefesinde kendini gösterir.

Yaşadığımız bugünün de o heyecan dolu tarihin bir parçası olduğunu bilirim. Milliyetçiliğin tarih bilincinden ibaret olduğunu idrak ettim. Türk olmanın ötesinde milletime ve milliyetime bilgi ve mukayeselerle zenginleşmiş sağlam bir tarih bilinci ile, üstelik en gerçek haliyle derinden bağlıyım. İdealize etmeye gerek yok, zaten muhteşem.

Okudum, kendimi eğittim, medeniyeti-nezaketi öğrendim; yine de beni zorlamasınlar “Kaba Türk” damarım duruyor, lafı eğip bükmeden dağ-tepe dümdüz giderim.

Türklüğün iki keskin ucu

Hamasete takılmadan tarihten bugüne bir köprü kurmak, yeteneklerinizle ve açmazlarınızla yüzleşmek istiyorsanız, birbiriyle çatışan ve çelişen iki vasfınız üzerine odaklanmanız gerekir. Bir tarafta töre/yasa fikri, teşkilatlanma ve adaletli bir düzen kurma yeteneği, öbür uçta ise yağmacılık. Biz bütün göçebe toplumlar gibi yağmacı bir toplumduk ve bu enerjiyi dizginleyen-düzenleyen adil bir akıl ile yayıldığımız topraklarda egemen olduk.

Bu aklın, en somut başlangıcı 1038’de Serahs muharebesinden sonra iki kişinin, Çağrı Bey ve Tuğrul Bey kardeşlerin Nişabur’a girişte birbirlerine kılıç çekecek kadar öfkelendikleri kavgadır. Çağrı Bey kılıç hakkı olarak şehri yağmalayacaktır, Tuğrul Bey’in aklında ise yağma yerine sağlam bir devlet düzeninin, adil bir yönetimin başlangıcı vardır. Oğuz boylarının kalıcı bir devlet olarak tarih sahnesine çıkışı, Tuğrul Bey’in dediğini yaptırması ile mümkün olmuştur.

Yağmacılık ile adil bir düzen tesis etme çabası, Türk tarihinin çözümsüz en yaman çelişkisidir. Bu çelişki, Oğuz yağmasını dinî bir ibadet gibi gaza ve fütuhat enerjisine dönüştüren sistemli çabalarla dengelenmiştir. Bölgesinde en zayıf Oğuz beyliği olarak Osman Bey’in önünü açan, bu dengeyi kurarken Tuğrul Bey’in vizyonunu bir adım ileri taşıyan “istimâlet” politikasıdır. Bu sihirli kelimenin Türkçede tam karşılığı yok. “Şenlendirme”, “ısındırma” gibi kelimeler kullanılıyor. Bu sağlam ve istikrarlı politika fethedilen topraklarda yerli ahaliye iyi davranma, hakkını-hukukunu gözetme, inancına-ibadetine karışmama, güvenliklerini sağlama anlamına geliyor. Osmanlı’nın kısa zamanda çok geniş bir coğrafyada egemen hale gelmesinin sırrı, bu politikadır. Tabii yağmacılık durmamıştır. Fatih, bir mücevher sandığı gibi tek parça halinde teslim almak istediği İstanbul’u 52 gün sefer edip alamayınca, askeri gayrete getirmek için “yağma” buyurmak zorunda kalmıştır.

“Han-ı Yağma” adetini sağlam kaynaklardan araştırırsanız, yağmayı bir devlet ritüeli haline getirip kurumlaştıran yegâne milletin Oğuzlar olduğunun görürsünüz. Han, senede bir kere toy düzenleyip malını-mülkünü kendi beylerine yağmalatıyor. O kadar ki büyük Selçuklu sultanlarından Melikşah, başını alamadığı seferler yüzünden bir keresinde bu adeti yerine getiremeyince bütün Oğuz boyları ayaklanmıştır.

Bugünün yağma düzeni

Tarihin sırtına alıp taşıdığı adetler kolay değişmiyor: Modern zamanlarda kaideli devletler ortaya çıkınca bizde yağma adeti, devlet üzerinden kamu imkanlarının ve kaynaklarının kazananlar arasında paylaştırılmasına dönüştü. Eğer bir tarihi kimlik ve kişilikten bahsedilebilirse, bizi diğer toplumlardan ayıran en temel farklardan biri, siyasî faaliyetin bir yağma işi olarak algılanması ve icra edilmesi olmalı. Demokratik rekabette üstün gelmek mi? Günün sonuna bakın. Elde ettiğiniz sonucun, savaşta karşınızdaki orduyu yenip, onların malını mülkünü yağmalamaktan ne farkı var?

Kamu görevleri, kamu kaynakları galibin, yani sandıkta kazananın kılıç hakkı. Devlet eliyle dağıtılan zenginliklerin tamamı; lisanslar, ihaleler, vergi muafiyetleri, ruhsatlar, makamlar-mevkiler, mülakatla işe girmeler galip gelenlerin sağa sola dağıttıkları “ülüş”e dönüşüyor. Siyasî partiler bu yağma düzenini işleten organizasyonlar olarak görülüyor. Kazanan her şeyi kazanıyor; iktidar sahibi olmak bu kazancı paylaştırma gücü olarak görülüyor. En tepeden en aşağıya kadar silsile-i meratip ile bir “ülüştürme” yapılıyor, sonra bu “ülüş düzeni” kalıcı hale geliyor. Dönen çarkların durmaması için nemalananlar iktidara kanlarının son damlasına kadar sahip çıkıyor.

Fırsatlar doğdukça eller-kollar iktidar üzerinden toplumun içine uzanıyor. Siyasetin himayesinde mala mülke çökülüyor, büyük servetler el değiştiriyor.

Tam karşıda adalet bekleyen, hukuk garantisi içinde yaşama hayalleri kuran geniş toplum kesimleri bu yağma düzenini çaresiz bir şekilde izliyor.

Tarihin şanlı sayfalarına sığınarak bu işten kurtulamazsınız; bu yağma düzeni de tarihimizin derinlerinden, Türklüğümüze eşlik ederek, üstelik gelişip serpilerek geliyor. Aman dikkat edin! Türklük, bu yağma düzeninde konforlu bir yer edinmenin bahanesine, maskesine dönüşmesin.

Kürt sorununun yağma değeri

Türkleri ve Kürtleri bugün kader birliğine sürükleyen ana saik tarihi tecrübemiz. Bu tarihi tecrübenin bir tarafında Oğuz töresi, Tuğrul Bey’in devlet aklı, Osman Bey’in çağları aşan vizyonu var. Bu kader birliğine engel olacak en sert duvar ise tam karşı kutupta duran yağma alışkanlıkları.

Ekmeğini bu işten yiyenler var. Mevkilerine, mansıplarına terör sayesinde kavuşan kalabalık kadrolar mevcut. Yeraltı dünyasında uyuşturucunun, kaçakçılığın, kara para aklamanın, bahisçiliğin koruyucu şemsiyesi olarak bu bahane karşınıza çıkıyor.

Vatandaşın sinir uçları ile oynayıp pirim yapacak siyasetçi meselesiz ve işsiz kalacak. Düşmanlık etmeden nasıl var olacaklar? PKK üzerinden Kürtleri ötekileştirmenin, dışlamanın müthiş bir siyasî konforu vardı. O kadar ki bazı siyasî mevzileri, sadece Kürt karşıtlığı ile tahkim etmek yeterli oluyordu. Bugün bile, Süreç karşıtlığı bazı marjinal partiler için neredeyse tek başına varlık sebebine dönüşmüş durumda.

Turistik bir yörede komşusu Kürt esnaftan rahatsız olan işletmeci bile, göreli üstünlüğünü kaybedecek, jandarmaya gidip “bu adam PKK’lı” diyemeyecek.

Çözmenin, sonlandırmanın, bütünüyle ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını biliyorum. Sadece bu hassas süreçte karşınıza çıkan engellerden bazılarının bu yağma düzenine çomak sokmuş olmanızdan kaynaklandığını bilmeniz yeterli.

Alpaslan Türkeş’in kurduğu empatiyi kavrayamayıp, onun sözü üzerinden benim soyumla-sopumla uğraşanlar da farkında olarak veya olmayarak bu yağma düzeninin çarklarını yağlamaktan, değirmenine su taşımaktan başka bir iş yapmıyorlar.

Fikir ayrılığını, siyasî tutumu soya-sopa indirgemek en bön ve ilkel muhakeme biçimidir. Ben şahsen hemen sorarım: “Bu adamın derdi ne?”. İnanın arkasında bambaşka bir niyet vardır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.