Uzunca bir süredir Türkiye’de tartışılan Türkiye’nin rekabetçi otoriterlikten, yani demokrasisiz sandık (election without democracy) ya da seçimli otoriterlikten hegemonik otoriterliğe, yani değişim getirmeyen sandığa (election without change) doğru ilerleyişinin önündeki bir engelden bahsediliyor. Bu argüman kabaca şöyle: Türkiye’nin doğal kaynağı (petrol, doğalgaz gibi) olmadığı için iktidar rejimini finanse edemez ve dolayısıyla iktidarın otoriterleşme konusunda bir sınırı, çarpacağı ve duracağı bir duvar var. Ben buna, “piyasa kaderciliği” diyorum.
Ancak bu, içeride ve dışarıda yaşanan pek çok gelişmeyi göremeyen ve olgusal gerçekliğe gözünü kapatan bir yaklaşım. Bir olguyla mücadele etmenin yolu ise önce onu kabul etmekten ve tanımlamaktan geçiyor. İlk olarak artık dünyada kaynağa, yatırıma ya da finansmana ulaşmak için demokratik bir rejim olmanın önkoşul olmadığı bir çağa doğru gidiyoruz. Artık Batı bloku çatırdıyor ve kendisine ahlaki üstünlük sağlama aracı olan demokrasi iddiası önemini yitiriyor. Dolayısıyla Avrupa’da “Ne kadar demokratiksin?” sorusunun yerini “Benim güvenliğim için ne kadar katkı sunabilirsin?” sorusu alıyor.
“Türkiye’siz bir Avrupa güvenliği düşünülemez”
Transatlantik ittifakının çatladığı, yani Batı’nın topyekûn emperyalizminin yerini emperyalistlerin iç mücadelelerinin aldığı bu ortamda Erdoğan’ın güvenlik kaygılarına temas ederek Avrupa’yı ikna etme çabasına bir süredir şahit oluyoruz. Aynı vurgulara dayanan bu açıklamaları yine Erdoğan’ın Mart başında yaptığı bir açıklamayla özetlemek mümkün:
“Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olarak, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecimizi stratejik önceliğimiz olarak görüyoruz. Son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin önemini bir kez daha ortaya koymuştur. Türkiye’siz bir Avrupa güvenliği düşünülemez.”
Peki, Erdoğan’ın hedefi kendisinin ifade ettiği gibi Türkiye’yi AB’ye sokmak mı? Erdoğan, şeffaflık ve denetim konusunda belli standartları dayatan böyle bir birliğe girmek ister mi? Ya da AB, aşırı sağın yükselişini önlemeye çalışırken Türkiye’yi üye olarak görmek ister mi? Bu iki sorunun yanıtı da elbette hayır. Nitekim son 10 yıldaki AB-Türkiye ilişkilerini perakendecilik olarak Türkçeye çevirebileceğimiz transactionalism kavramı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Yani üyelik hedef ya da umudunun olmadığı, ancak çeşitli ayrıcalıklar ve teşviklerle kurulan ortaklıkların sürdürüldüğü, yeni ortaklıkların kurulduğu bir ilişki biçimi.
Erdoğan ne diyor olabilir?
Peki, o halde Erdoğan ne diyor olabilir? Askeri olarak büyük ölçüde ABD’ye bağımlı olan ve ABD’nin arkasından desteğini çekeceğini ifade etmesiyle birlikte Rusya korkusuna kapılan AB’ye ordu gücünü pazarlıyor olabilir. Yani ordumuzun gücü karşılığında finansmana boğulma teklifi sunduğu aşikâr. Bununla beraber, Ortadoğu’da da kendi tezlerini ABD’yle uyumlu hale getirme çabasının nedenlerinden biri, yeniden inşa edilen Suriye’nin ticari lideri olmakken (ben bu satırları yazdığım sırada Cengiz ve Kalyon Suriye’yle 7 milyar dolarlık bir anlaşma imzalıyordu) diğer nedeni de ABD’nin bölgeden çekilme iddiasına karşılık silahlı gücünü burada kullanabileceği ülke haline gelmek.
Bunun anlamı ne?
İktidarın ordu gücümüzü adeta “doğal kaynak” haline getirmesi… Dolayısıyla iktidar, bugün “çok karşı” olduğunu ifade ettiği eski dostu Soros’un dediği gibi “Türkiye’nin en büyük ihraç maddesi ordusudur” noktasına gelmiş gözüküyor.
İkinci olarak, iktidar, liberallerin “piyasa rasyonalitesi” olarak adlandırdığı şeye bile uygun davranmıyor. Yani, ekonomi politikası, makro ekonomik istikrarı sağlamak yerine siyasi amaçların gerçekleştirilmesi üzerinden şekilleniyor. Dolayısıyla iktidar, ekonomi yönetimi konusunda olmasa da kriz yönetiminde son derece tecrübeli. Kime kaynak aktarmasının kendisine oy getireceğini son derece iyi biliyor. Kimden daha fazla alıp kime vermesi gerektiğini de iyi biliyor. Bu noktada iktidarın iktisadi politikası ve oy tercihleri arasındaki ilişkiye değinmek gerekmektedir. 2023 seçimlerini 2018 seçimlerinden ayıran en temel farklardan biri de şüphesiz iktisadi koşullardı. 2023 seçim sürecinde dış yatırımcıların, seçmenin ve medyanın muhalefete bu seviyede şans tanımasının başat nedeni de ekonomideki kötü gidişattı. Ancak iktidar, ekonomik krizi de yaşam tercihleri ve tüketim alışkanlıkları açısından farklılaşmış, adeta “iki farklı ulus” biçimini almış mevcut toplumsal yapıda kendi seçmenleri lehine yönetmekte başarılı oldu. Başka bir ifadeyle iktidar, kent ve kır, orta sınıf ve yoksul, seküler ve muhafazakâr gruplarda ilk sırada sayılanlarla ikinci sırada sayılanların bir kesişimini yaratıp ikinci sıradakileri konsolide edecek bir iktisadi politika benimsedi. Bu, iktidarın kutuplaştırma politikasının iktisadi alana uyarlanmış halidir.
İktidar refahı da krizi de seçmen davranışına göre dağıttı
Neden?
Elbette iktidarın orta sınıftan oy alamadığı ön kabulüyle bir iktisadi politika uygulaması… Diğer bir beyanla, refah da kriz de iktidar tarafından seçmen davranışına göre dağıtıldı. Buna göre iktidar, orta sınıf ve alt gelir grupları arasındaki gelir dağılımı makasını daraltmak pahasına bir iktisadi politika izledi. Bunun sonucunda enflasyonist politikaların etkisi her gelir grubu tarafından aynı oranda hissedilmedi. Her şeyden önce büyükşehirlerin dışında kalan bölgelerde kira ve ulaşım gibi büyükşehir seçmeninin en büyük gider kalemlerini oluşturan hizmetlere erişimin maliyeti görece daha düşük. Bununla bağlantılı bir diğer neden de yaşam tercihleri. İktidarın aleyhine bir iktisadi politika izlediği orta sınıfın, tüm dünyada olduğu gibi tüketim sepeti çok daha çeşitli. Bu sepette yaz tatili ve alkollü içecek gibi mal ve hizmetler var. İktidar, bahsi geçen mal ve hizmetlere ortalama fiyat artışlarından çok daha yüksek zamlar uygulayarak bütçe dengesini kendi seçmeni olarak kodladığı ve konsolide etmeye çalıştığı kitleleri en az etkileyecek şekilde ayarlamaya çabalıyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Dolayısıyla iktidar, yaşam pratikleri, sosyal sınıf, yerleşim bölgesi ve paylaşılan değer setleri bağlamında adeta iki ulus yaratmakta başarılı oldu ve uyguladığı iktisadi politikayla kendine ait toplumsal parçanın yaşanan krizden en az şekilde zarar görmesini sağladı. Yine benzer biçimde, özellikle orta ölçekli sanayi kentlerinde seçmen davranışı noktasında büyük bir öneme sahip olan KOBİ’ler için 2017 Referandumu’ndan önce Kredi Garanti Fonu vasıtasıyla kredi musluklarının açılması ek fon getirilmesi de yine iktidarın ekonomi ve oy ilişkisi arasında kurduğu ilişkinin bir ürünüydü.
Piyasa kaderciliği
Tüm bunlar, “piyasa kaderciliği” argümanının ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. Ancak benim bu yazdıklarım karamsarlıktan yaratmak için değil, çağın piyasa kaderciliğini aşmamız gereken bir çağ olmasından, birbirini destekleyen otoriter liderler çağında bildiğimiz anlamda piyasa ilişkilerinin olmayabileceğinden ve 1940’lardan bu yana ilk defa dünya üzerinde otoriterleşmekte olan devlet sayısının demokratikleşmekte olanları geçmesi gerçeğinden kaynaklanıyor. Yani teslim olalım diye değil, önce olanı görüp, sonra da piyasa kaderciliğini aşarak mücadeleyi örgütleyelim diye yazıyorum bu satırları. Aksi durumda “doğal kaynağımız yok, biraz sabredelim, piyasa duvarına toslayacaklar” deyip atalete de kapılabiliriz. Sözün özü, nasıl bir Türkiye’de yaşayacağımıza bizi aşan aşkın bir gücün değil, bizatihi bizlerin ve mücadele gücümüzün karar vereceği bir dönemdeyiz.