Yener Orkunoğlu yazdı: Çin’in yükselişi ve ABD-Batı elitlerinin körlüğü

Son yıllarda Suriye’deki gelişmeler nedeniyle Öcalan’ın önerdiği Türk-Kürt ittifak sorunu Türkiye’de Cumhur İttifakı bileşenleri arasında gerilime yol açmıştır. Özellikle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile Tayyip Erdoğan arasında yaşanan gerilim, çoğu zaman Devlet Bahçeli’nin örtük ve dolaylı söylemleri üzerinden görünür hale gelmeye başladı. Örneğin, iç politikada giderek zorlanan Erdoğan iktidarda kalmak için dış güçlerden, özellikle ABD Başkanı Trump’ın desteğini ararken; Devlet Bahçeli, bunun yerine Türkiye–Rusya–Çin (TRÇ) ittifakını önerdi. Her ne kadar bu önerinin pratikte ne ölçüde ciddiyet taşıdığı tartışmalı olsa da Türkiye’nin dış politika alternatifleri bağlamında önem arz etmektedir. Şahsen böyle bir ittifakın Türkiye için faydalı olabileceğini düşünenlerdenim.

3-4 yıldır Çin’in tarihi ve Çin ile ilgili gelişmelerle yakından ilgileniyorum. Çin’in gelişmesinin sırrını anlamaya çalışıyorum. Bu nedenle Çin’in 5 bin yıllık tarihi ve günümüzde yaptıkları konusunda sürekli bilgi edinme çabasındayım. Ekim 2024’de ise, yaptığım 2 haftalık Çin gezisinde, önemli kentleri, (Şanghay, Pekin, Xian ve Chongqing vd.) gezip gördüm.

Bu yazıda öncelikle Çin hakkında kısa bazı tarihsel ve sosyo-politik notlara değinip ardından ABD–Batı elitlerinin “politik ve ideolojik körlüğü”nün nedenlerini tartışılacağım.

Çin’e dair kısa notlar

Çin, tarihsel olarak Batı uygarlıklarının deneyimlediği köleci toplumu yaşamamış ve erken bir dönemde, toprak aristokrasinin gücünü de kırmayı başarmış ender ülkelerden biridir. Çin halkının peygamberleri, kutsal kitapları, engizisyon mahkemeleri olmadı, cennet-cehennem gibi faraziyeleri bulunmuyor.

19.yy’ın ilk yarsına kadar dünya ticaretinde en fazla paya sahip olan Çin, aynı zamanda kâğıt, mürekkep, pusula, barut, matbaa, porselen gibi buluşlarla dünya uygarlığına önemli katkılar yapmış bir ülkedir. 1840-1945 arası dönem ise Çin’in Avrupa sömürgecileri tarafından aşağılandığı ve horlandığı yüzyıl olarak, Çin halkının kolektif hafızasına kazınmış bir durumdadır.

Günümüzde ise Çin, yalnızca ekonomik performansı ile değil, aynı zamanda siyasi istikrarı ve özgün kalkınma modeliyle son 40 yıl içinde yaklaşık 900 milyon (Türkiye nüfusunun neredeyse 12 katı) insanı yoksulluktan kurtarması ile tarihte eşi görülmemiş bir başarı örneğidir. Ve üniversiteden mezun olan en zeki, en çalışkan insanları kazanan ve liyakat ilkesine önem veren Çin Komünist Partisi’nin üye sayısı 100 milyona ulaşmış durumdadır.

ABD-Batı elitlerinde politik ve ideolojik körlük

ABD’li ve Avrupalı bazı uzmanlar, geniş anlamda Batı dünyasının, dar anlamda ise Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel hegemonyasının gerilemekte olduğu yönünde tezler ileri sürüyorlar. Batı hegemonyasının gerilemesinin hem içsel hem de dışsal nedenlerini açıklıyorlar. Ancak Batılı entelektüel ve politik çevrelerin büyük çoğunluğu bu gerçeği kabul etmemekte veya görmezden gelmektedir.

Bu bağlamda temel soru şudur: Batı’daki ve özellikle ABD’deki politikacıların ve entelektüellerin büyük bir çoğunluğu, Batı ve ABD hegemonyasının sarsıldığını neden kabul etmiyorlar veya neden göremiyorlar?

Sorunun yanıtının önemli dört nedenini şu başlıklar altında toplayabiliriz:

  1. Tarihsel ve kültürel bağlam
  2. Ekonomik ve teknolojik üstünlük algısı
  3. Gerçeklikten kopuş
  4. Öznel yaklaşımların egemenliği

Tarihsel ve kültürel bağlam

ABD’nin “üstün ve istisna bir ulus” olduğu yanılsaması, bu ideolojik körlüğün nedenlerinden biridir. Bu noktada, Yahudileri Tanrı tarafından ‘seçilmiş halk’ olarak gören Siyonizm ile ideolojik akrabalık göze çarpıyor.

Özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda ABD’nin küresel siyasete ve ekonomiye hâkim olması, Amerikalı politikacılar ve entelektüellerin bu inanç ve anlatıyla yetişmeleri, dolayısıyla bu üstünlüğü doğal ve meşru olarak algılamalarına neden olmuştur.

Bunun yanı sıra özellikle 18. yüzyıldaki “Aydınlanma Dönemi” ABD’nin ve Batı’nın dünya siyasetinde, ekonomi ve kültürde etkin bir güç olmalarını sağlamıştır.

20. Yüzyılın büyük bölümünde “Amerikan yüzyılı” söylemi, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada ABD’nin liderliğini pekiştirmiştir. Bu tarihsel özgüven, günümüzde de Batı hegemonyasının “doğal” kabul edilmesine yol açmaktadır. ABD elitleri, güçlünün aynı zamanda haklı olduğundan hareket ederek, çıkarların uygun bir dünyaya zorla şekil vermeye çalıştılar ve çalışıyorlar.

Ekonomik ve teknolojik üstünlük algısı

ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kurumlar ve NATO gibi askeri ittifaklar üzerinden küresel ekonominin ve uluslararası güvenlik mimarisinin aktörü konumuna yükselmiştir.

Bu kurumlar, Batı’nın çıkarlarına uygun olan küresel istikrarı sağlama amacını taşıyorlar. ABD’li liderler ve düşünürler, küresel istikrarın, yalnızca ABD’nin küresel liderliği ile mümkün olduğunu ileri sürüyorlar.

Batılı pek çok politikacı ve entelektüel, hala, Batı’nın siyasi ve ekonomik sistemlerinin (demokrasi, serbest piyasa ekonomisi vs.) diğer sistemlerden üstün olduğuna inanıyor. Bu nedenle Asya ülkelerinin, özellikle Çin’in ekonomik ve teknolojik açıdan yükselişi, ABD’nin üstünlük anlayışını sarstı. Ne var ki, ABD ve Batı, Asya ülkelerinin Batıya alternatif olabileceklerini ciddiye almadılar. Küresel düzeyde yapısal dönüşümleri ve güç dengesindeki değişimleri görmezden geldiler.

Gerçeklikten kopuş

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra yetişen nesil, sosyalizmin çöküşünü “tarihin sonu” olarak değerlendirip liberal kapitalizmi nihai bir zafer kazanmış olarak benimsemiştir. Batı, kendini zaferin zirvesinde hissetti.

Günümüzdeki elitler, politikacılar ve entelektüeller, “iki kutuplu dünya”dan “tek kutuplu dünya”ya geçişi bizzat yaşayan insanlardı. Bu yüzden, kapitalizmin zafer kazandığı ve artık kapitalizmin bütün dünyaya egemen olacağından emindiler. Sovyetler Birliği’nin dağılmış olması, ABD’nin ekonomik, teknolojik ve askeri gücü ile dünyanın pek çok bölgesine müdahale edip kendi politikalarını kabul ettirmesine yaramıştı.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Oysa bu ABD merkezli tek-kutuplu düzen, yerini giderek çok-kutuplu bir sisteme bıraktı. Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin, Çin ve Rusya ile ticari ilişkileri ABD’ye karşı durabilmek için yeni ağları oluşturdu.

Örneğin; ABD Devlet Başkanı Donald Trump, Hindistan’a baskı yaparak Hindistan’ın Rusya’dan enerji almasını engellemeye çalıştı. Ancak Hindistan Devlet Başkanı Narendra Damodardas Modi, bu baskıya boyun eğmeyerek Çin ve Rusya ile ilişkilerini güçlendirdi. Ancak, Erdoğan’ın iktidarını korumak için, Trump’ın baskısına karşı duracak cesareti gösteremez.

Vurgulamak istediğim nokta şu:

ABD ve Batı ülkeleri, geçmişten kalmış tek-kutup dünyaya ait görüşlerden hareket ettikleri için, günümüzde çok-kutuplu olan bir dünyada, değişen gerçekliği ve oluşmakta olan yeni dünyayı anlamakta zorlanıyorlar. Yani günümüzde Batı’da politik alanda karar verici olan ve medyada yorum yapan nesil, ideolojik gözlüklerle gerçeğe yaklaşıyorlar.

Öznel yaklaşımların egemenliği

Öznellik konusunda Alman şair ve filozof Goethe şöyle demişti:

Dönemler çökerken, bütün eğilimler özneldir; öte yandan yeni bir çağın koşulları olgunlaşırken, bütün eğilimler nesneldir.”

Öznel yaklaşımın en temel nedeni, Avrupa-merkezci bakış açısıdır. Bu yaklaşım, Batı’nın kendi değerlerini, sistemlerini ve tarihlerini evrensel bir norm olarak görme eğilimi yarattı. Ayrıca bu eğilim, kültürel üstünlük hissiyle birleştiğinde, Batı dışı güçlerin yükselişini “geçici” veya “anormal” olarak değerlendirmelerine neden olmaktadır. Bu nedenle, ABD’li politikacılar ve entelektüellerin, ABD’nin hâlâ dünyanın tek kutuplu lideri olduğu ve öyle kalacağına inancı sarsılmazdır. Bu konuda iki örnek, olayı anlamak yararlı olabilir.

Birinci örnek, Francis Fukuyama’nın“Tarihin Sonu” tezidir ki bu tez,liberal demokrasinin nihai ve en iyi yönetim biçimi olduğu iddiasıyla Batı dışı alternatifleri değersizleştirir. Bu tez, Çin’in ekonomik yükselişini veya Rusya’nın jeopolitik önemini uzun süre ciddiye almamaya neden oldu.

İkinci örnek; Batılı entelektüellerde Çin’in yükselişinin “Otomatik Olarak” yavaşlayacağı, ekonomik modelinin er ya da geç çökeceğini veya siyasi sistemin liberalleşmek zorunda kalacağı inancının yaygınlığıydı. Çünkü Batı tarzı liberal ekonomi ve siyasetten daha iyi bir sistem olamazdı.

Batı’nın görüşüne göre, Çin’deki devletin, yenilikçi ve dinamik bir ekonomi yaratması imkânsızdır. Ancak, Çin’in ekonomik ve teknolojik alanda gösterdiği başarı, bu öznel yaklaşımın gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu kanıtıdır.

Dolayısıyla Batılı elitler kendi ideolojik filtrelerinden kurtulamadıkları için 500 yıllık hegemonyalarının sarsıldığını kabul etmekte zorlanmaktadırlar.

Sonuç

Türkiye’nin önümüzdeki dönemde dış politikada Batı ittifakına alternatif arayışlarını gündeme getirmesi olasılık dışı değildir. Çin’in ekonomik ve teknolojik başarısı ile Rusya’nın jeopolitik konumu, bu tür arayışları daha anlamlı kılmaktadır.

Öte yandan Batı elitlerinin tarihsel üstünlük algısı, ekonomik ve teknolojik ayrıcalık söylemleri, gerçeklikten kopuşları ve öznel yaklaşımları; çok-kutuplu dünyanın ortaya çıkışını görmelerini zorlaştırmaktadır. Bu ideolojik körlük, Batı’nın küresel düzeyde karşılaştığı meydan okumaları kavramasını ve yeni koşullara uyum sağlamasını güçleştirmektedir.

Batı elitleri öylesine bir körlüğe kapıldılar ki, ABD’nin uydusu haline geldiklerini göremez oldular. Uluslararası ilişkiler ve jeopolitik strateji konusunda uzman olanlar, Avrupa elitlerinin Trump’a verdikleri tavizlere (askeri harcamaları artırma vb.) ve onun karşısında gösterdikleri zaaflara bakarak (okul öğrencileri gibi Trump’ın karşısında oturmaları vb.), Avrupa’nın aşağılanma döneminin başladığını ileri sürüyorlar.

Türkiye, Tanzimat döneminden bugüne kadar yüzünü sadece Batı’ya yönelttiği için, günümüzde hem ekonomik, hem siyasi hem de kültürel bakımdan acınacak bir durumdadır. Bunun nedenlerinden biri de, Niyazi Berkes’in vurguladığı, Türkiye entelektüellerinin Tanzimat’tan bugüne kadar kıskacından kurtulamadıkları liberal körlüktür. Liberal körlüğü daha da derinleştiren diğer bir olgu, siyasi İslam’ın yarattığı ekonomik-politik-ideolojik körlüktür. Her ikisi de, Türkiye’nin geleceğini karartmaktadır. Ancak liberal sistemin 500 yıllık egemenliğinin sarsılmasına karşın, liberal körlükten kurulmanın kolay olmayacağının farkındayım. Ama yine de siyasal İslam’ın ve liberalizmin yarattığı körlükten kurtulmak için adım atmanın zamanının geldiğini düşünüyorum.