Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (24): Ayasofya’nın muhtemel siyasi sonuçları, İstanbul Sözleşmesi, CHP kurultayından beklenenler

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte, yine haftanın önemli olaylarını değerlendirip, önümüzdeki süreçte bunların nasıl etkili olacağını yorumlamaya çalışacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Bu hafta gündem yoğun ve bugün de konuşacağımız epeyce konu var. Bugün, Ayasofya’nın ibadete açılması, hafta sonu yapılacak CHP Kurultayı, bir süredir devam eden “kadın cinayetleri” tartışması ve İstanbul Sözleşmesi meselesi var. Önce güncel olanla başlayalım: Ayasofya’nın ibadete açılmasını bütün televizyonlar canlı yayınla verdi. Hem hutbeyi hem namazı, Erdoğan’ın Kur’an okumasını, daha sonra Fatih Türbesi’ne gitmesini. Bayağı bir hareketlilik oldu. Erdoğan, Ayasofya’ya katılanların 350 bin kişi olduğunu telaffuz etmiş galiba. Var mıydı, yok muydu tartışması bir yana, 350 bin kişi, 86 yıl sonra yapılan bir faaliyet için, böyle önemli bir olay için, bana açıkçası çok yüksek gelmedi. Ama Erdoğan rakamı telaffuz ettiğine göre, o bu rakamdan memnun olmuş anlaşılan. Neyse, rakamı bir kenara bırakalım. Daha ilk telaffuz edildiğinden beri, bunun anlamı üzerine çok konuştuk daha önceki “Haftaya Bakış” yayınlarımızda. Hatta yayınlarımızın birinde de, yayın esnasında Danıştay kararı açıklanmış ve Ayasofya’nın ibadete açılacağı kesinleşmişti. 

Can: Evet. Bizim yayın sırasında çıktı Danıştay kararı. 

Çakır: Ben bugün bir saat önce “Erdoğan’ın en büyük stratejik yanılgısı’’ başlığıyla bir yayın yaptım. Tekrarlamak istemiyorum, ama özetle şunu söyledim: Bu hareketin başarısı, kendinden olmayan kesimlere açılmasıyla oldu. İster samimi ister gayri samimi, ama Refah Partisi’ndeki ilk yenilikçi hareket, meyhanelerden bile oy isteyen o hareket, 30 yılı aşkın bir süre sonra, tekrar sanki başa dönüyor. Sanki geleneksel tabanı ile yetinen ve kendinden olmayan kesimleri çok da fazla umursamayan, onları daha çok devletin baskı aygıtları ile hizaya sokmaya çalışan, iknaya ve kazanmaya değil, onları böyle bir şeye sokmaya çalışan bir anlayışa geldiğini söyledim. Dolayısıyla Ayasofya olayı bana bunu çağrıştırdı. Erdoğan’ın başladığı yere dönmesi, kendisinin hep o söylenen geleneksel tabanına tekrar yaslanması, onunla yetinmesi gibi bir çağrışım yaptı bende. Sen ne dersin? 

Can: Özellikle iktidarın son yıllardaki stratejisini değiştirmesinin gerekçeleri ve varmak istediği sonuçla ilgili meseleyi başka vesilelerle sık sık konuşuyoruz.  Senin de söylediğin gibi aslında temel strateji değişikliğinin özünde, daha önce, ilerleme ve büyüme perspektifi varken, hem iç politika anlamında hem genel olarak dünya politikası anlamında, ülkeyi iktisaden ve siyaseten dışarıya açma stratejisi yürütüyordu. Avrupa Birliği süreci de bunun bir parçasıydı. İçeride ise, takiyye veya başka bir yolla, diğer kesimleri ya da ittifak alanını büyüten, diğer kesimleri de etkileyebilen, oraya doğru yayılabilen bir strateji yürütüyordu. Fakat bu yeni stratejisi –buna yaklaşık 8-10 yıllık bir geçmiş biçebiliriz– artık bir “savunma stratejisi”. Yani genişlemek, büyümek, gelişmek, ilerlemek gibi bir perspektifi olmayan, “durumunu korumak” öncelikli bir strateji. Dolayısıyla durumunu korumak istiyorsan, savunmada bir strateji kuruyorsan, kaçınılmaz olarak, daha yıkıcı kayıp alacağın alanları tutmak istersin. Yani bu da, daha merkez çekirdeğini oluşturan, dolayısıyla kendisinin asıl gövdesini oluşturan kesimleri önceleyen, diğer kesimleri ise hoş tutmak ya da ikna etmeyi ikinci plana iten, hatta onları biraz itip kakmaya başlayan sonuçlar üretti bu strateji. Bu, kaçınılmaz bir şeydi. 

Ayasofya meselesi, hem Ayasofya’nın seçilen tarihi itibarıyla, orada kullanılan semboller itibarıyla… Bugün de Diyanet İşleri Başkanı konuşurken, “Fatih’in Ayasofya’yı cami yapılma şartıyla vakfetmiş olması” üzerinden, “Bunu değiştiren lânetlenir” filan diyerek, yine bir gönderme yapma ihtiyacını duydu. Bütün bunlara, burada kullanılan sembollere bakılınca, evet, dışarıya karşı bir çekiciliği yok, zaten öyle bir derdi de yok. Ama senin de bazı yayınlarda tekrar ettiğin gibi –bugünkü yayınını henüz izleyemedim, ama bugünkü yayında da bunları söylemiş olman muhtemel– çok temel bir şey var: Evet, bugün ibadete açıldı, ama aslında bir haliyle de Ayasofya, siyasî kullanıma kapanmaya başladı. Çok kuvvetli bir siyasî sembol Ayasofya. Evet, ibadete açıldı. Bu anlamda, onların ifadesiyle ya da İslâmcı kesimde çokça kullanılan “zincirlerden kurtularak ibadete açıldı” belki ama, bir yandan da bu verimli siyasî kullanıma, aşama aşama kapanacak bir sürece girdi artık. Çünkü Ayasofya, başörtüsü gibi ya da başka meselelerde olduğu gibi ya da kamuda başörtülülerin çalışması gibi, eğitimde yapılanlar gibi, insanların hayatlarında doğrudan somut sonuçlar oluşturacak sembollerden biri değil. Yani başörtülülerin artık üniversiteye girmesini sağlarsanız, bu mağduriyeti değiştirmiş olarak, hayatın içindeki etkisini kullanmaya devam edebilirsiniz. Ona birtakım parçalar ekleyerek, önce kamuya alarak, daha sonra neredeyse kamuya alınmanın bir mecburiyeti haline dönüştürerek kullanıma devam edebilirsiniz; çünkü hayatta bir karşılığı var. Ama Ayasofya gibi meseleler çok daha sembolik işler olduğu için… Mesela Ayasofya’nın bu büyük organizasyona iki hafta boyunca hazırlanması ve büyük ölçüde devlet töreni biçimine dönüşerek açılması… Çünkü şu anda Ayasofya bir ideolojik mesele olarak, bir sivil içerikle açıldı. “Biz burayı yeniden kazandık” havasında değil, bunu devlet eliyle –zaten Danıştay’dan karar çıkartılarak yapılması da böyle–, devlet imkânıyla yapıldı, yani devletin el değiştirdiğinin altı çizilerek yapıldı. Seçilen ibadet tarihi de, biraz önce söylediğim Diyanet İşleri Başkanı’nın göndermeleri de hep buna gönderme yapıyor; açanı değil, daha önce müze yapanı problem eden bir perspektiften bakılıyor. Ama bu, daha sonraki zamanlarda çok kullanıma uygun bir siyasî zemin değil. 

Çakır: Benim bugün yayında vurguladığım bir açı var, bilmem katılır mısın? İslâmî hareketi, Milli Görüş’ü, Refah’taki dönüşümü çok yakından izledik. Milli Selamet Partisi’nden çıkıp, sonra Refah’a ve AKP’ye gelene kadar, bu parti çok büyük dönüşüm yaşadı. Bunu yaşarken, kendi tabanını da dönüştürdü. Benim şöyle bir tezim var — bugün yayın sırasında gelişti büyük ölçüde kafamda: Hani hep, “Kutuplaştırıyor, çünkü tabanını konsolide etmek istiyor” diyoruz ya; ben orada bir şerh düşmek istiyorum. Çünkü bu taban, AKP’nin geleneksel tabanı –ki bu süre içinde dönüştü–, aslında o kadar da dışarıya kapalı bir taban değil. Yani ötekileştirici, “ötekisi cehennem” diyen bir taban değil. Tabii ki bunu söyleyenler var. Ama bir de, çok ciddi bir şekilde bir arada yaşamayı önemseyen, AKP’yi ya da Refah Partisi’ni ya da Fazilet Partisi’ni, başka kesimlerden insanları kattıkça daha fazla benimseyen ya da Batı ile iyi geçindikçe… Avrupa Birliği sürecini hatırlarsın. Avrupa Birliği sürecinde atılan adımlar, AB’yi isteyen AKP dışı çevreleri tavladı. Ama aynı zamanda, AKP tabanı içinde de çok ciddi bir şekilde, bunun aslında iyi bir şey olduğu duygusu da vardı. Tabii ki, “Bizimkiler numara yapıyor, daha sonra bu Hıristiyan kulübünden çıkarız” diye düşünen muhakkak vardır. Dolayısıyla bu tür eskiye, aslına rücû etme, yani bir cami cemaati hareketine doğru dönüyor olmanın, kendi tabanında konsolidasyon yaratmanın dışında, hatta tam tersine, ciddi bir rahatsızlık yaratabileceğini ve Gelecek Partisi, DEVA Partisi veya diğerlerine yönelik ilgiyi artırabileceğini düşünüyorum, ne dersin? 

Can: Mümkündür. Biliyorsun daha önceki yayınlarda da söyledim, yazdım da. Ben bu hamlelerin çoğunun, oy konsolidasyonu ile bir alâkası olduğunu düşünmüyorum. Öyle kurguladıklarını da düşünmüyorum. Sadece, “Yanlış hesap yapıyorlar, buradan oy gelir zannediyorlar ama gelmez” gibi bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Zaten oy gelmesi gibi bir hesabın olmadığını, gelmeyeceğini zaten bildiklerini düşünüyorum. Bu, yapabilirlik kapasitesini yüksek göstermeye dönük, asıl olarak “güç konsolidasyonu” hamlesi. Oy konsolidasyonu sonucu doğurması mümkün değil. Ama senin söylediğin gibi “güç konsolidasyonu”nu oldukça arkaik, eski taban reflekslerine, eski sembollere doğru çektikçe, aslında kendi çemberinin çevresinde –iyice dar, küçük, en öz çemberinde bir rövanşist tatmin üretebilirsin belki– bazı talepleri ve beklentileri olan çevrelerde de hakikaten tedirginliği artırıyor. “Kararsızlar”, ”Huzursuz muhafazakârlar” gibi çeşitli isimlerle ifade edilen, daha kentli, pragmatik tabanını geriyor. 

Sen biraz önce bu “yenilikçiler” meselesine referans verdin. Mesela, bugün Ayasofya törenine icabet eden kalabalıktaki tablolara baktığımda, yenilikçi olmayan, o yenilikçi tartışmasının daha eski prototipine çok daha uyan bir hareketlilik gördüm. Bu böyle o çekirdeğe çekildikçe, aslında kendi iç kimyasında da bir sorun yaratıyor. Sen bu konuda sık sık yayın yapıyorsun. Hatta geçenlerde de bu konuyu işledin bir yayınında. Bunu şu meselede de görüyoruz: Kendi çocuklarını bile ideolojik ve dinî olarak ikna etmekten uzaklaşmanın, elbette politik olarak da karşılıkları var. Bu tür hamleler, hayatta da bir karşılığı olmadığı için, “Ayasofya’yı açtık ve hayatınızda şunu değiştirecek” gibi –başörtüsü örneğini onun için veriyorum– tekrar kullanıma çok uygun hamleler değil bunlar. 

Çakır: Gezmeye gelecekler, namaz kılmaya gelecekler. Tersten bir turistik mekân olacak ve orada dua edecekler. Bunun tabii ki bir etkisi olur. Ama senin de dediğin gibi, bir başörtüsü meselesinde ya da İmam-Hatipler olayında olduğu gibi, sorun çözmek amacıyla yapılmış bir şey değil. Bu, bir anlamda “rövanş alma”. Rövanş alma da aslında şöyle bir şey: Belki anlık bir tatmin, belki ömür boyu bunu taşıyacaklar, ama onun ötesinde bir şey değil. Demin sen referans verdin: Yeni kuşakların, bu AKP’li ailelerin çocuklarının, gençlerin böyle bir rövanş arayışının içinde olduklarını da hiç sanmıyorum. Umurlarında mı yani? 

Can: Bence de değil. Aslında senin de işaret ettiğin gibi, o rövanşist tatminle motive olabilecek çok dar bir kesimin dışında da bir heyecan ürettiğini düşünmüyorum. Mesela AKP teşkilatlarının –evet, malzeme olarak bunu kullanacaklardır tabii– büyük bir heyecan ve motivasyon ürettiği kanaatinde değilim. Ama şuna ihtiyacı vardı: Zaten sembollerle iktidarı yeniden kuran ve burada asıl olarak oy sorununu ya da sayısal sorununu başka biçimde çözmeye çalışan bir yeni stratejiyle karşı karşıyayız. Burada ihtiyaç duyduğu türden bir takviye sağlayabilir. Ama bu, son derece geçici ve zaten bunun da, kalıcı, oy artıran bir şey olmadığını gayet iyi biliyorlar. Burada bir hesap hatası yok, hesap başka zaten, diye düşünüyorum. 

Çakır: Buradan, İstanbul Sözleşmesi’ne geçebiliriz. Ama önce bir şeyi ekleyeyim, bugün yayında da söyledim: Şu fotoğrafta Ahmet Davutoğlu’nun olmamasının ne kadar garip olduğunun farkında mısın? Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması fotoğrafında, Erdoğan’ın yanında Davutoğlu’nun olması bence şarttı. Ama davet edilmedi. Buradan da şunu görüyoruz: Bu olay “Dava” meselesinin ötesinde, aslında çok yalın bir şekilde siyasî. Babacan da davet edilmedi mesela. Hadi Babacan daha az ideolojik bilinen birisi diyelim. Şimdi Davutoğlu’yla yayın yapsak Ayasofya üzerine, herhalde iki saatte ancak biter. Ama bu mesele “Dava” dediklerinin çok ötesinde, bu tamamen bir siyasî hamlenin, İslâmî hareket içerisindeki bir kanadın hamlesi olduğunu gösteriyor. Birçoklarını da çağırmıyor, katmıyor işin içine. 

Can: Evet. Bu anlamda, aslında sembolik değerini de zayıflatan biçimde kullanılmış oluyor. Hem bunun siyasî faydası zaman içinde azalacak, hem ideolojik yapıştırıcı olarak da faydası çok geniş düşünülmemiş ve öyle kurgulanmamış — bu çok açık görünüyor. Bunu bizim dışarıdan görüyor olmamızın bir önemi var mı bilmiyorum, ama bu içeriden de görülen ve fark edilen bir şey bence. 

Çakır: Kesinlikle. 

Can: Zaten bazı araştırmalarda “iyi oldu” diyenlerin bile, bu meselenin politik veçhesinin olduğunu fark ediyor olmaları ya da bu yolda cevaplar veriyor olmaları bunu gösteriyor zaten. 

Çakır: Bir de tabii muhalefetin hiçbir şekilde bunu kavga olayına dönüştürmemiş olması da, siyasî kullanım değerini bayağı azalttı.

Can: Evet, Ayrıca, düşünüldüğü kadar yüksek bir dış reaksiyon da gelmedi zaten. Bir “Haçlı” ya da “İçimizdeki Bizanslılar” denecek kadar… İçeriden bir Bizanslı çıkmasa bile, “İçimizdeki Bizanslılar” diye bir şey açmanın çok vesilesi olmadı… Mesela, en Ortodoks dünyanın bir tür reaksiyonu olarak Rusya, “Tamam, bir şey olmaz” gibi bir şey dedi. Biraz Yunanistan’ın tepkisi oldu. Ama öyle düşünüldüğü kadar büyük bir gürültü çıkmadı. Hatta biraz da “gürültü olsun” istendiğini düşünüyorum açıkçası. 

Çakır: İstanbul Sözleşmesi’ne geçelim. Geçenlerde Murat Yetkin bu konuyu yazdı, Türkiye Düşünce Platformu diye bir kurum, Cumhurbaşkanı’na bir rapor vermiş. Gördün mü onu? Murat yazısında o imzacılara “adeta rüya takımı” demiş. Hayrettin Karaman’ın onursal başkan olduğu, Abdurrahman Dilipak, Resul Tosun gibi isimlerin olduğu acayip bir ekip. 

Can: MÜSİAD’ın kurucu başkanı Erol Yarar falan… 

Çakır: Evet, Erol Yarar da var. Bu isimler, “İstanbul Sözleşmesi Kaldırılsın” diyor. Herhalde kaldıracağa da benziyor Erdoğan. Ama bugün Metropoll Araştırma’nın başındaki Özer Sencar, AKP tabanında da sözleşmenin kalmasının istendiğini söylüyor. Bir kere, İstanbul Sözleşmesi’ni bilmeyen geniş bir kesim var. Onun için İstanbul Sözleşmesi’ni savunanlar, bunun adının tam açılımıyla “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Sözleşmesi” olarak söylenmesini istiyorlar. Bugün Özer Sencar twitter’dan, AKP tabanındaki yüzde 50’nin hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesini onaylamadığını yazdı. Bu, demin sözünü ettiğim, kendi tabanında kutuplaşmadan, şundan bundan rahatsız olan diye anlattığım kesimin bir başka versiyonu bence, başka bir tezahürü. Ve özellikle kadınlarda egemen olduğu kanısındayım. Tüm bu süreçte, 80’den başlayarak bu 40 yıllık süreçte, İslâmî hareketin dönüşümü, Nilüfer Göle’nin söylediği gibi: “Dönüştürürken kendisi de dönüşüyor”. Biz genellikle dönüştürdüğüne bakıyoruz; ama kendi içindeki dönüşümden, özellikle kadınların dönüşümünden bakılırsa, Erdoğan’ın bu hamlesinin Türkiye’ye çok büyük zarar getireceği muhakkak. Zaten görüldüğü gibi, tartışılmaya başladığı andan itibaren şiddet eylemlerinin sayısının arttığını görüyoruz. Bu rastlantı olamaz. Türkiye’ye çok büyük kötülüğü olacağı muhakkak; ama burada siyaseten ne murâd ediyorsa, onu da elde edebilmesinin çok mümkün olacağı kanısında değilim.

Can: Anladığım kadarıyla, o konudaki tereddütü Bahçeli’de de görüyoruz. Çünkü “İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırıp kaldırmamayı iyi değerlendirmek lâzım” açıklamasını yaptı. Muhtemelen bu anketler, birtakım nabız yoklamaları gidiyor ve bazı açılardan, o güç konsolidasyon hamlelerinin, oy getirmesi ya da siyasî faydası tartışmalı bazı hamlelerin siyaseten işe yarayabilmesi, bazı zararları da göze alarak mümkün olabiliyor. Bu da, sadece dışarıya değil, kendi içine dönük riskler de taşıyor. Mesela çok çarpıcı bir örnek olarak gördüğümüz bu beka stratejisi, muhalefete karşı yürütülen bir stratejiydi ve büyükşehirlerin kaybedilmesiyle neticelendi. Ama bir açıdan da onu yapmak zorundaydı. Bence, bu İstanbul Sözleşmesi meselesi de, bu partiyle organik bağı hâlâ süren önemli bir politikleşmiş kadın grubunu da, hem bilinç olarak hem hissiyat olarak son derece rahatsız eden bir şey. Çünkü başörtüsü meselesiyle de bağlayarak, çok uzunca bir süre bu hareketi destekleyen İslâmcı Kadın hareketinin ya da daha muhafazakâr kadınların, İstanbul Sözleşmesi ile doğrudan bağlı olmayan ama kadın meselesiyle bir bağı oluştu. Kadın meselesi Türkiye’de genel olarak kadın hareketinin başarısı olarak çok daha politik bir gündem haline geldi. Hem de senin söylediğin gibi, o dönüşüm süresinde bu etkiye açık hâle geldiler. Dolayısıyla, uzunca bir süre muhalefet pozisyonundayken, bunu bir iddia olarak ortaya koymuşken, kadın meselesini sadece dinî, ahlâkî referansa indirgeyen bir karşı çıkışa onları ikna etmek, belki sözel olarak büyük bir direnç göstermiyorlar, ama refleks olarak çok kolay değil. Zaten Murat Yetkin’in yazısında ve orada kullanılan fotoğrafta çok çarpıcı bir şey vardı: Hepsi de son derece yaşlı, sekiz erkek oturmuşlar, kadın meselesi ile ilgili temel düzenleme hakkında fikir beyan ediyorlar. Aralarında bir tane bile kadın yok. 

Çakır: Listede var. Emine Şenlikoğlu’nun adı var, ama fotoğrafta yoktu.

Can: Evet, ama o fotoğrafı verirken kullandı. Çünkü kadının politik varlığı meselesini çok önemsediler. Hatta Erdoğan, “Biz bu işi kadınlarla kazandık. Hanımlar bütün evlere girecek” diye birkaç kez kullandı. Bu önemliydi. 

Çakır: Ama biliyorsunKartal’daki Şehir Hastanesi açılış töreni sonunda fotoğraf çekimi sırasında, “Sembolik de olsa bayan vekillerimizden hiç olmazsa iki tane alalım” dedi. Bunun videosu da var.

Can: Bunlar bir paket aslında. O görüntüler üstüne, politik, kurumsal olarak partiyi de iyice önemsizleştiren, tamamen erkek bir devletin üzerine bindirilmiş bir siyasî misyona dönüşen, bütün sivil taraflarını, kurumsal bir siyasî varlık olarak devamını önemli ölçüde kaybetmiş bir partinin, bir de üstüne, onun çok önemli bir silahı olarak düşündüğü kadın varlığına dönük, hem Erdoğan’ın lâfıyla hem İstanbul Sözleşmesi ile her cephede birbiriyle ilişkilendirebilecek negatif bir resim vermesi –doğrudan bir politik direnç üretir ya da üretmez; birileri çıkıp itiraz eden lâflar eder ya da etmez, önemli değil–, tıpkı Başkanlık Sistemi meselesinde refleks olarak “Burada yanlış bir şey var” deyip, eli “Evet”e gitmeyen bir kesimin olduğunu görmemiz gibi. Çok kuvvetli bir konsolidasyon varmış gibi görünüp, ucu ucuna, belki de çıkmayan bir “Evet”in gerekçelerinden biri, aslında, “Burada bize aykırı, uymayacak bir şey var. Biz bunun dışında kalıyoruz” hissinin çok belirleyici olduğunu düşündük. Şimdi aynı hissin, bu partinin tabanında kentlerde oluştuğunu görüyoruz. Kentler, “Biz bu partinin içinde yoğuz” diyor. Gençler, “dislike” olayında da gördüğümüz gibi, artık kendilerini burada görmüyor. Şimdi üçüncü dalga olarak kadınların da, “Galiba artık biz burada yoğuz” hissini duymaya başlayacakları bir şey — ki bu çok riskli bir durum.

Çakır: Çok klişe olacak ama, bu gerçekten harakiri yapmak. Refah Partisi’ni gazeteci olarak izlediğim zaman, en heyecanlı anlar, kadın kollarının faaliyetleriydi. Kulakları çınlasın Sibel Eraslan İstanbul’da Kadın Kolları Başkanı iken, birçok faaliyetini izlemiştim. Erkek ağırlıklı faaliyetlerde de bir dinamizm vardı; ama kadınların yaptığı faaliyetler, o kapı kapı dolaşmalar çok önemliydi. Bu hareketin içerisinden kadınların çıkması, gerçekten bu hareketin sonu olur. 80 sonrasından itibaren, Refah Partisi’nden AKP’ye gelene kadar, hatta AKP’nin belli bir ânına gelene kadar, kadınlar hiçbir zaman haklarının karşılıklarını alamadılar. Ama en fedakâr, en cefakâr şekilde çalışan ve taşıyan kişiler oldular. Özellikle oy kazanımında, ev ev gezmeler, yaşlıları sandığa götürmeler gibi konularda kadınla çok kilit bir rol oynadı. Şimdi bu iş büyük bir ihtimalle, göstermelik bir Kadın Kolu faaliyeti ile yürüyordur. Ama AKP ve benzeri hareketlerin kadınları bu kadar geri plana atmasının çok sert karşılığı olacağını düşünüyorum. Artık sanki bir kopuş noktasına gelmiş olduğu kanısındayım. Nasıl bir şey murâd ediyor gerçekten anlamış değilim. Adını saydığımız ya da saymadığımız, hepsi birbirine benzeyen o insanların dünya perspektifi ile, 2020 yılının Türkiye’sinde, kadın sorununa nasıl açılım yapacaklar? Bir taraftan cinayetler, saldırılar, şiddet hızla sürüyor; o konuda da sürekli yakınıyorlar. Ama bir taraftan da bunu kaldıracaklar. Evet, Türkiye’ye yazık, ama kendilerine de çok ciddi zarar verecek. Bunu gerçekten anlamak mümkün değil. Artık kontrolü kaçırdıklarını düşünüyorum.

Can: Bir metafor kullanırsak, satrançta “feda hamleleri” vardır. Hamlende geriye düşmüşsen, birtakım feda hamleleriyle zaman kazanmaya çalışırsın. Kendileri de “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi de kaybeder” diyorlardı ya, kaybettiler İstanbul’u. Beka stratejisinin, bu tür başka beklenti ve talepleri görmeden, tamamen tehlike üzerine kurulu bir siyasî söylemin, bir tür “feda hamlesi” olacağı açıktı ve nitekim onun sonucunu gördük. Mesela, şimdi gençler konusunda, kadınlar konusunda da benzer bir tavrı devam ettirdiklerini görüyoruz. Aslında bunlar biraz oyunun mecburiyeti ile doğan, ama kurduğu oyunun kaçınılmaz feda hamleleri. Aslında biraz da herkesin onu görmesini istiyor; oyunu öyle kuruyor. Başkalarına verdiği zararı göstererek ilerliyor; ama başkalarına zarar vermek için atılan her hamlenin, kendi tarafında da bir maliyeti var.

Çakır: Evet. Çok ciddi bir maliyet.

Can: 8 Mart kadınlarına saldırırken, şimdi kendi kadınlarına da zarar veriyor.

Çakır: Son olarak CHP’den konuşalım. Bu hafta sonu kurultay var. Birtakım aday adayları var, ama aday olabilecekler mi emin değilim. İlhan Cihaner oldu, Tolga Yarman olacak deniyor. Aytuğ Atıcı’nın adını gördüm, ama çok emin değilim. Belki Kılıçdaroğlu bazı delegelere imza verdirtebilir, bir yarış olsun diye. Ama Kılıçdaroğlu’nun kazanacağı garanti gibi. Ben geçen gün yaptığım yayında “Erdoğan Kılıçdaroğlu’ndan memnun mu?” başlığıyla bir soru sordum. Muhalefette, “Erdoğan ondan iyisini nereden bulacak? Kılıçdaroğlu sayesinde iktidarını koruyor” gibi, böyle çok yaygın olan bir anlayış var biliyorsun. Ben bunun en azından son dönemde geçerli olmadığı kanısındayım. Hatta geçenlerde Murat Yetkin’le yaptığımız bir yayında Murat, iktidarın, CHP Kurultayı’nın Mart ayına ertelenmesini istediğini, Kılıçdaroğlu’nun bir dönem daha seçtirilmemesi gibi bir stratejileri olduğunu ve bu nedenle kurultaydan önce Kılıçdaroğlu’na zorluk çıkartılabileceğini söyledi. Ben, iktidarın, Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başında olmasını istediklerini sanmıyorum. Ama bunu da engelleyemeyecek. Sen ne dersin? Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı benim düşündüğüm şekilde rahatsız ediyor mu?

Can: Bunu ille isimlendirmek gerekmez; ama iktidar, o eski dengeler üzerine kurulu, kutuplaştırmaya daha uygun bir refleks gösteren CHP ve onu temsil edecek bir genel başkanı tercih edecektir. Şimdi birtakım boykotlar uygulanıyor; ama boykotlar öncesinde, iktidara yakın medyada CHP’li diye çıkartılan isimlerden, aslında nasıl bir CHP istendiğini okumak mümkün. Herkes, iktidara yakın kanallara “muhalefet sözcüsü” diye çıkartılanların nasıl bir CHP arzuladıklarını, nasıl bir CHP’den bahsettiklerini ya da CHP’yi nereden eleştirdiklerine bakarsa, iktidarın tercih ettiği CHP’yi oradan görebilirler. Orada da çok “Kılıçdaroğluperver” sözcülerin seçilmediğini görüyoruz. Bu bir ölçü olabilir. Senin soruna cevaben söyleyeyim: “Erdoğan Kılıçdaroğlu’ndan memnun mu, değil mi?” meselesinde, özellikle sosyal medya hareketliliği açısından da böyle; iktidara yakın trollerin CHP’li taklidi yaparak yürüttükleri faaliyetlerin çoğunda da bunun işaretlerini görüyoruz. Ben, bu tablonun devam ettiğini, iktidarın stratejisinin dengesini bozan bir faktör olarak, Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’ın o kadar da işine yaradığı kanaatinde değilim. Ama şu anki dengeler içerisinde, CHP içerisinde bir operasyonun yürütüldüğü, böyle komploların döndüğü ve yapılabilir olduğu konusunda da emin değilim. Bu konuda fazla tezvirat yapılıyor. Hatırlarsan, il kongreleri sürecinde de bu yapılmıştı. Özellikle Canan Kaftancıoğlu’na yönelik çok yoğun bir karşı kampanya yürüttüler. İktidar trolleri, CHP İl Kongresi üzerinde neredeyse sonuç yaratmaya çalıştılar. Ama kongrenin ileri bir tarihe ertelenmesi konusunda Murat Yetkin’in söylediği doğru olabilir. Çünkü anladığım kadarıyla, sersemletici gündem hamleleri yüzünden, iktidar CHP’ye çok vakit bulamadı. O yüzden, eğer bir operasyon yapacaksa, biraz zaman kazanıp yapmayı arzu ederdi. Ama artık bunu konuşmanın bir zemini kalmadı. Dediğim gibi, Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi çok yüksek bir olasılık. Ama asıl olarak, Parti Meclisi’nin ve oradaki iç dengenin, bundan sonraki politik hareketliliği nasıl bir vitrinle devam ettireceği, Kılıçdaroğlu ile birlikte bu partinin yönetiminin nasıl biçimleneceği daha ilginç bir tartışma olacak.

Çakır: Kılıçdaroğlu kaç tane kongre kazandı. İlkini hatırlıyorsundur, 10 yıl önceydi; Deniz Baykal gitti. Ondan kısa bir süre sonra, yeni bir kongre daha oldu. Sonra birkaç kongre daha yapıldı. En son Muharrem İnce’yi yendi. Farkındaysan, bu kongrelerde Kılıçdaroğlu sürekli ekibini değiştirdi. Mesela, ilk kongrede getirdiği ekip, ikinci kongrede büyük ölçüde değişmişti. Sonra yine değişti. Ben buradaki ölçülerin ne olduğunu çok anlayabilmiş değilim. Ali niye gidiyor da, Ayşe geliyor? Veli niye yedekte tutuluyor da, öteki niye alınmıyor? Daha önceki kongrelerde de biraz takip etmeye çalıştım. İlk kongre yapıldığında akıl yürütmek kolaydı. Ama sonrakilerde, birbirine benzeyen insanlardan birisi gidiyor, ötekisi geliyor. O neci, bu neci? Bunları çok anlayabilmiş değilim açıkçası. Senin söylediğin tabii ki doğru: Lider belliyse, önemli olan, Parti Meclisi’nin ve MYK’nın nasıl şekilleneceğidir. Mesela şu andaki MYK’dan kaç isim sayabilirsin? Hangisi hangi özelliğiyle dikkat çekti de ötekisi çekmedi, bunlar çok anlamlı olmuyor sanki. Ben mi yanılıyorum?

Can: Ben de CHP’nin iç meselelerini kavramakta hep zorlandım. Biz seninle daha çok “sağ” çalıştığımız için, oradaki dengelerin, sembollerin, ekiplerin daha anlaşılır olduğunu düşünüyoruz. Bu taraftaki daha karışık geliyor, anlamakta zorlanıyorum, o yüzden ben de senin gibi düşünüyorum. Ama dediğin gibi, her seferinde ekip değişti. Tıpkı, iktidarın sürekli ittifak değiştirerek gelmesi gibi, Kılıçdaroğlu da bir takım ekipler, eğilimlerle, ilginç bir ittifaklar serisi yaparak ya da onları belli bir denge içerisinde koruyarak ilişkisini sürdürdü. Ama bu sefer, şimdi iddia ettikleri gibi bir “iktidar kongresi”yse bu –gerçi her kongreye öyle diyorlar– bir siyaset kurma ve siyaseti hangi ayaklar üzerine kuracaklarının biçimleneceği bir kongre olarak kurgulanıp, yakın ekibini biçimlendireceği bir kongre olacağı düşünülürse, orada kimlerin olduğu, belki daha önceki kongrelerden daha önemli olabilir. Çünkü önümüzde, erken ya da zamanındaki seçim, bir partinin alacağı performanstan daha önemli bir eşik olacak Türkiye için.

Çakır: İlhan Cihaner’in “İttifak düşünmekten siyaset üretemiyor” diye özetlenebilecek bir açıklaması vardı. Galiba ana eksen bu oluyor. Kılıçdaroğlu son dönemini tamamen, CHP’nin oyunu artırması değil, CHP’nin de içinde yer aldığı, başını çektiği ittifakın oyunu artırması, gerekirse diğerlerinin güçlenmesi, kendisinin sabit kalması, ya da zayıflaması, ama toplam olarak bakıldığında, Erdoğan’a birlikte meydan okuma üzerine kuruyor stratejisini. Ben öyle görüyorum.

Can: Burada şöyle bir durum söz konusu: Ağırlıklı olarak kendi politik söylemini kuran bir lider, parti yönetimini mi kuracak, yoksa o geniş koalisyon şemsiyesinin yürütücüsü bir koalisyon mu kuracak? Bu kongrenin ana mesajı veya buradan çıkan sonucu açısından, bu ilginç.

Çakır: Bana ikinci şık olacak gibi geliyor. Ama burada, illa farklı eğilimlerden insan toplamak değil de, kendisinin bu “ittifak stratejisi”ne itiraz etmeyecek kişiler bulmayı tercih edecektir. Bu isimlerin ille de sağdan, oradan buradan isimler olması gerekmez. Hepsi çok sıkı, 40 yıllık CHP’li de olabilir. Ama bu ittifak stratejisine sadık kalması önemli. Çünkü bu ittifak stratejisi kolay bir iş değil. Hem o insanları bir araya getirmek lâzım, hem de Erdoğan’ın bu ittifakı parçalama yolundaki çalışmalarını engellemeye çalışmak lâzım. 31 Mart’ta yaptığı gibi, hem HDP’yi hem İYİ Parti’yi yan yana getirmeden, aynı ittifakın içerisine sokma becerisini gösterdi ve kazandı. Bunu yapabilmek çok zor bir şeydi. Çünkü bir yandan dışarıdan çok saldırı geliyor, içeriden de çok itiraz gelmiştir, eminim. Ama ısrar etti ve sonunda kazandı, 31 Mart’ta bir zafer elde etti.  Bence, önümüzdeki dönemde de yaklaşımı, “Öyle isimler olsun ki bu stratejiye itiraz etmesin, katkıda bulunsun” şeklinde olacak. Çünkü zor bir süreç olacak; Erdoğan’ın kaybetme endişesinin iyice arttığı bir dönemdeyiz. İktidarını koruyamayacağı endişesiyle daha saldırgan olacak bir Erdoğan var. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, içeriden, “Ne gerek var bizim HDP ile ya da Davutoğlu ile yan yana durmamıza?” diyebilecek insanlar bu stratejiyi istemeyecektir diye tahmin ediyorum.

Can: Ama ben o konuda, başlangıç noktasına göre epey mesafe alındığı kanaatindeyim. O iç direnç, kendiliğinden önemli ölçüde azaldı. En azından, onun kuvvetli temsilcileri ve kuvvetli iddia sahipleri yok ortada. Hatırlarsan, önceki zamanlarda, güçlü bir kanat olarak vardı. Tam tersi, şimdi buna itiraz edenler, İlhan Cihaner gibi soldan konuşanlar da, aslında bu ittifak stratejisinin kendisine ya da özüne değil, politikasızlığına itiraz ediyorlar. Dolayısıyla, o eski dirençle, şimdiki eleştirilerin nitelikleri de çok farklılaşmış durumda.

Çakır: Kemal, burada noktayı koyalım. Gündemle ilgili epeyce konuştuk. İzleyicilerimize çok teşekkür edelim ve iyi günler dileyelim.

Can: Dileyelim. Söyleyeceklerimiz bu kadar.

Çakır: Haftaya, bayramın ilk gününde “Haftaya Bakış”ta buluşmak üzere. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.