Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (65): AKP çizgi filmi neden sildi? Sedat Peker ne yapmak istiyor? Furkan Vakfı olayı & İktidarın “kötü polisi”: Süleyman Soylu

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine her hafta olduğu gibi, Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Çakır: Sıcak bir gelişmeyle başlayalım hemen. AK Parti, CHP hakkında yapmış olduğu “Yalan Üretim Merkezi” başlıklı animasyon videosunu sosyal medya hesabından sildi. Çok iddialıydılar biliyorsun. Hatta o videonun yapımında yer alan genç bir yönetici, twitter hesabından “İzlerken kudurdukları videoyu silmemizi istiyorlar. Şaka gibi. Biz sizin yüzlerce yalanınıza tahammül ettik. Bir çizgi film bu kadar acıttıysa oynamayalım. Hâl-i pür melâliniz bu, biz ne yapalım?” diye bir paylaşım yapmıştı. Meğer silinmesini isteyenler AKP yönetimiymiş. Her neyse. Zaten videonun yayınlandığı gün yaptığım yayında da, bu videoyu yadırgadığımı söylemiştim. Yani bir muhalefet partisi bunu yapsa bu kadar olurdu. Rahmetli Erol Olçok görseydi herhalde buna izin vermezdi. Belli ki maksat hâsıl olmamış. Bu tek örnek değil, ama en çarpıcı örnek. Aslında iktidar birçok konuda geri adım atıyor, ama “Geri adım atmadık. Ne yaptık ki?” diyebiliyor. Fakat bu konu öyle değil. Biliyorsun 1 gün önce “Yarın saat 14:00’te” diye duyurusunu yapmışlardı. Ertesi gün saat 14:00’te videoyu yayınladılar. Video “Devamı gelecek” diye bitiyordu. Devamını beklerken, birdenbire kaldırdılar. “Z Kuşağı”na hitap ettiği iddiasıyla hazırlanan bir videoydu. 

Bunlara ek olarak, Sağlık Bakanı’nın Çin’le ilgili söyledikleri var. Dışişleri Bakanı’nın “Turistin görebileceği herkesi Mayıs sonuna kadar aşılayacağız” açıklaması var. Bugün de bu açıklamasını, “Turist dediğimizde neden akla sadece yabancı turistler geliyor? Yerli turistlerimiz yok mu?” diyerek bir önceki açıklamasını düzeltmeye çalışmış. Ne diyorsun bu olanlara? Dün de Bekir Ağırdır’la bir yayın yaptık. Bekir, olup bitenlerin bir savrulma ve çözülme hâli olduğunu söyledi. Gerçekten de bunlar peş peşe ve üst üste gelen savrulmalar herhalde. Katılır mısın?

Can: Savrulmadan fazlası var: Savrulma, sıvama ve her tökezlemede, onu telafi etmek için yapılanın daha beter bir dağılma görüntüsü yaratması. Aslında şu anda en zor şey, yandaş olmak ya da iktidar adına bir şeylere cevap vermeye çalışmak. Belki çok az sayıda kaldılar, ama çeşitli biçimlerde geçmiş kariyerlerini bildiğimiz, AKP sözcülüğü rolü üstlenen birtakım isimlerin, daha önceki tutumlarını hatta havalarını da biliyoruz. Şimdi mecbur kaldıkları bu tuhaf açıklamalar karşısında insan, “Allah kimseyi bu durumda bırakmasın” diye düşünüyor. Hakikaten çok acayip şeyler oluyor. 

Sen birkaç örneğini söyledin. Mesela, şu son içki yasağı, market düzenlemesi, sokağa çıkma yasakları karmaşasının içerisinde, Süleyman Soylu hâlâ “Aslında içki bağışıklık sistemini düşürüyormuş, biz bu nedenle yasakladık” açıklamasını yapabiliyor. Ya da: “Biz aylarca Avrupa’daki önlemleri takip ettik ve en doğrusunu bulduk.” En doğrusunu bulduysanız, niye altı saatte bir genelgenizi yenilemek zorunda kalıyorsunuz? Bu kadar iyi hazırlık yaptıysanız, hangi malzemenin yasaklanması gerektiğini veya semt pazarlarının açılması gerektiğini, çiftçiler ürünlerini sokaklara dökünce idrak etmek nasıl bir ön hazırlıktır? Mesela, Fahrettin Koca, “Çin’den aşı gelecekti nerede?” diye soranlara, “Dün Çin’le aramızdaki hassas konuları kaşıyarak (Uygur meselesini kastediyor) ilişkilerimizi bozmaya çalıştılar” dedi. Bu sahiden böyleyse bile, bunu söyleyebilmek çok acayip. Bunu, aşı rezaletini açıklama gerekçesi olarak kullanmak daha büyük bir iletişim kepazeliği. Birkaç olaydır hep konuşuyoruz, bir iletişim sorunu yaşanıyor. Bu tıpkı, Biden’ın soykırım açıklaması üzerine, “Erdoğan onun ağzını burnunu kıracak” diyenlerin, sonrasında “Sayın Biden” diye çıkan liderlerini desteklemek zorunda kalmaları gibi. Sisi’den İsrail’e kadar, Avrupa’dan Amerika’ya kadar her meselede böyle. Emekli amirallerin açıklaması sonrasında, “Bunların arkasında şunlar var, bunlar var” deyip,  aslında hiçbir şey çıkmayınca, meseleyi hemen unutturmaya çalışmaları gibi. Zaten bunu, 2 sene önce, “Çünkü çaldılar” deyip, ellerinde patlayan bir seçim yenilemeyle bitirdiler. Biraz önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun söylediklerinden bahsettin: “Turistin görebileceği herkesi aşılayacağız” deyip, sonradan “Ben yerli turisti kastettim” diye düzeltmeye çalışması. İnsana sormazlar mı “Yerli turistle ilgili açıklamayı niye Almanya’da yapıyorsun?” diye? Tuhaf bir şey değil mi? 

Çakır: Sen aşı oldun mu Kemal?

Can: Oldum.

Çakır: İkisini de oldun mu?

Can: Hayır. Daha ilk dozumu oldum. İkinci doz randevusu iptal oldu. Şimdi tekrar randevu aldım.

Çakır: Ben ikinciyi de oldum Pazar günü. Demek ki ben turistlerin karşısına çıkabiliyorum. Sen belki ancak yerli turistlerin karşısına çıkabilirsin.

Can: Şu çizgi film meselesinde de…

Çakır: Tam onu soracaktım. Sen o çizgi filmi seyrettiğinde ne düşündün? Ben, neye uğradığımı şaşırdım ve gerçekten inanamadım. Hatta “Galiba ben yanılıyorum. Bu kadar geniş imkânla böyle bir videoyu nasıl yaparlar?” diye de yayınımda söyledim. O kadar bâriz bir hataydı ki.

Can: Sen bu konuyla ilgili bir yayın yaptın ve söyledin; başkaları da söyledi. Argümanları, yapılış biçimi, muhalefetin tezlerini tekrar etme gayreti, bunların hepsi çok ciddi stratejik hatalar. Onun ötesinde, ağır bir sakillik var. Bu yapılan, değil genç insanlara başka bir dilden lâfını anlatmak, kendi tabanına, kendi seçmenine bile, daha önce başkalarının hakaret için kullandığı sıfatlardan daha düşük bir vasıf atfetmek demek. Bence, bu iktidarın kendi tabanıyla yaşadığı en büyük sıkıntı, genel kamuoyu ile kurduğu iletişim sıkıntısından daha derin. Kendi tabanıyla olan vasatı çok aşağıda bir yerde kuruyor. Bu, ekonomik sorunları inkâr ederken de böyle, muhalefeti suçlarken de böyle, hamaset yaparken de böyle. Kendi tabanına o kadar düşük bir vasıf atfediyor ki. Ama artık kendi tabanı da bunu fark etmeye başladı. Bırak gençleri,bize resmen aptal muamelesi yapıyorlar. Öyle tezler ileri sürüyorlar ki. “128 milyar dolar” meselesi buraya kadar gelmiş, afişler indirilmeye çalışılmış, bu saatten sonra, yok, “Yalan üretildi”, yok, “O düğmeye bastı”, filan… Ama o çizgi-filmin kaldırılması işini muhtemelen şuna çevirecekler: “Efendim, orada gözden kaçmış bir dezenfektan göndermesi var. ‘128 milyar dolar nerede?’ sorusunun çok sorulması var. Subliminal mesajlarda uyanık olunmadığı için kaldırdık” gibi bir bahane yaratacaklar. Çünkü demin de söylediğim gibi, bir çuvallamayı güyâ halletmek için yapılan açıklamalar, ondan beter hâle geliyor. “128 milyar dolar nerede?” sorusu ilk ortaya atıldığında, ona gösterilen karşılıklarla, bugün gelinen noktaya baktığımızda, mesafe çok acayip. Her olayda böyle. Mesela dün akşam Süleyman Soylu’nun çıkıp, tamamen irrasyonel birtakım hamleleri “Açıklayacağım” diye bulduğu gerekçelerde de öyle. Ekonomide de böyle. Bütün bunlar meseleyi daha da beter hâle getiriyor. Bu çizgi-film işinde de öyle. Bu, değil “Z Kuşağı”na ulaşmak, ortalama seçmenine bile hakikaten çok düşük bir vasıf atfetmek demek.

Bunu muhalefet cephesinde de şöyle yapıyorlar: “Bu toplumu anlamak” diye bir şey söyleniyor ya; “Bu toplumu anlamıyorsunuz” diye bazen bizlere saldıranlar, aslında öyle bir toplumu tarif ediyorlar ki… Bizim, toplumu küçümsediğimizi iddia ederken tarif ettikleri toplum için resmen hakaretler sıralıyorlar. Aynı şeyi iktidar da yapıyor. Onlara kendi tezlerini anlatırken, kullandıkları argümanların kabalığı, sakilliği, değil genel kamuoyunda etki yaratması ya da yeni seçmen çağırması, artık kendi seçmenini bile çok fazla rahatsız ediyor.

Çakır: Süleyman Soylu’nun dünkü yayınından bahsettin. Soylu o yayında birçok konuya değindi; ama ağırlıklı olarak, Alparslan Kuytul ve Furkan Vakfı konusuna ayrılmıştı. Aslında bugün bir yayın yapmayı düşünmüyordum ama dayanamadım. Soylu’nun dünkü yayınında, Alparslan Kuytul’un değişik zamanlarda yaptığı yedi farklı konuşmadan bölümler kesilmiş, onların videoları hazırlanmış; üzerine açıklamalar yapıyor Süleyman Soylu. Ben de bugünkü yayınımda Süleyman Soylu’nun yaptığı açıklamaları, “eski ‘irticâ’ söyleminin yeni versiyonu” olarak yorumladım. Çünkü şöyle bir açıklama yapıyor: “Maalesef bu topraklarda bu tip hâdiseler çok gördük. Ama vatandaşımız bilsin ki Anadolu coğrafyası Müslümanlığın doya doya, hem de her hâliyle yaşandığı bir ülkedir. Bu meseleyi istismar etmek isteyenler, teröristleri övenler, devlete suç atanlar… Bunlar bizim tahammül edebileceğimiz işler değildir. Hukuk da gereğini yapar, bizim arkadaşlarımız da yapar.” 

Orada şu husus özellikle dikkatimi çekti ki bunu Salı günkü yayında da konuştuk, “Haftaya Bakış” programlarımızda hep konuşuyoruz: Birtakım şeyler yapılıyor, ama Erdoğan bir açıklama yapma gereği duymuyor. Mesela bir kararname çıkartılıyor, sonra o kararname bozuluyor, başka kararname çıkartılıyor. “Şurada bir yanlış yapmışız” filan demeden, oldubitti ile giden bir siyaset yapma tarzı var Erdoğan’ın. “128 milyar dolar’” meselesinde bir şeyler söylemeye çalıştı, ama onun dışında birçok konuya cevap vermeye tenezzül bile etmiyor.

Ama Süleyman Soylu dünkü yayınında hemen her konuda bir açıklama yaptı. İçki yasağı konusu, Alparslan Kuytul konusu, Ekrem İmamoğlu’nun türbede eli arkada olmasına soruşturma açılması konusu… Bunların hepsine değinerek, bir meram anlatmaya ve yaptıklarını meşrûlaştırmaya çalışıyor: “Bunu yaptık, çünkü…” Aslında bu, bildiğimiz eski tip siyaset yapma tarzı. Bu, Erdoğan’ın yaptığı bir şey değil. Hatta AKP adına ya da iktidar adına hiç kimse, hiçbir konuda bir açıklama yapmıyor farkındaysan. Hani filmlerde cinayet mahallini temizlemeye gelen temizleyiciler olur, onun gibi. Burada da olay yerini süpürmeye çalışıyor ama… Mesela senin de söylediğin gibi, içki yasağına, “Bağışıklık sistemini düşürüyor, aile içi şiddeti artırıyor” diye açıklama getiriyor. Alparslan Kuytul meselesinde de, “Bunlar bildiğiniz gibi değil. Bunlar, Türkiye karşıtı veTürkiye düşmanı ne kadar mesele varsa onların savunucusu. Amaçları dini istismar, provokasyon, huzursuzluk çıkartmak” diye açıklıyor. Ekrem İmamoğlu için de, “Ben de Karadenizli’yim. Büyüklerin yanında çocuklar ellerini arkaya koymazlar. Camilerde ve mezarlık yerlerinde eller arkaya konulmaz. Çocukluğumuzdan beri bize öğretilen budur” diyor. Böyle abes abes açıklamalar. 

Yani şunu söylemeye çalışıyorum: O, hâlâ eski tip siyaset yapıyor. Ama açıklamaya çalıştığı şeyler o kadar açıklanamaz şeyler ki. Bugünkü yayınımda, “Süleyman Soylu, siyâseten ülkede iktidarın yükünü, büyük ihtimalle de gönüllü bir şekilde sırtlanmış gidiyor” yorumunu yaptım. 

Can: Salı günkü yayınımızda Ayşe Çavdar ve Burak Bilgehan Özpek’le konuştuğumuzda, Soylu meselesinden de epeyce bahsettik. Orada söylediğim şeyi tekrar edeceğim: Bu boşta duran “kötü polis” rolünü fazlasıyla üstlenmiş durumda Soylu. Erdoğan’ın girmediği bütün toplara girerek, büyük bir etkinlik sağlıyor, doğru. İktidar tabanının “ötekiler” ya da “düşman” olarak gördüğü herkese ilişkin, kimi zaman “Ohh ohh!” diyerek, kimi zaman başka bir şey söyleyerek en saldırgan tutumu alan, onlarla ilgili uygulamaları yapan ve bununla övünen, “Bence suç” diyebilen… Suç, kanunla tanımlanabilir bir şey. “Kanunsuz suç olmaz” diye çok temel bir şey var. Birisinin, “Bence suç” diye bir şeyi telaffuz edebilmesi çok acayip. Bunun neyi açıkladığı bir kenara, kavram olarak böyle bir şeyin kullanılması imkânsız. “Bence ayıp” diyebilirsin; bu, kişisel bir görüştür. Ama “Bence suç” diye bir şey söyleyemezsin.

Çakır: Ya da sen ben söyleriz de, İçişleri Bakanı söylemesin.

Can: Sen ben de söyleyemeyiz. Suç dediğin şey hukukî bir tanım içeriyor. Bu, hep gündemimize geliyor. Bir sürü meselede bir boşluk var. Bu konulara elini sürmeyen bir Erdoğan ve buna hevesli olmayan birtakım AKP sözcüleri var. Burada büyük bir boşluk alanı var. Bu boşluk alanı büyük bir etkinlik imkânı da sağlıyor. Soylu burayı dolduruyor. Ama bir sürü vakada da boşa düşüyor. Sokağa çıkma yasağı sonrası istifa işinde de öyle oldu. Önden atlayıp, bir şey yapıp, sonra büyük bir karmaşaya yol açtığında, arkadan ya da kendi değerlendirmesiyle sinsice, birtakım harcama hamleleri hissediyor ve hemen reaksiyon veriyor. Bu son kapanma kargaşasında da, bir sürü alana sorun yaratabilecek şeyler yapmak zorunda kaldı ve bunların üstüne kalma ihtimali çok büyük. Tamamen alâkasız birtakım alanları da zorladığın için, hevesli olup bazı adımları önden atıyorsun; orada inisiyatif gösteriyorsun ve birdenbire öne çıkan adam oluyorsun. Ama her öne çıkmanın bir riski var. Eğer iş bir çuvallamayla neticelenirse, üzerine kalıyor. Şimdi bir sürü vakada, Soylu’nun üzerine kalabilecek çok sayıda şey birikiyor. Bunlar bazen de kullanılıyor. Mesela, daha önceki sokağa çıkma yasağında, “Beni yalnız bıraktınız” diye tepki göstermişti Soylu. Şimdi bu yasaklar ve son kapanma meselesinde de benzer bir yalnız bırakılmayı görüyoruz aslında. AKP’den kimse çıkıp, “Doğru yapıldı” diye destek vermiyor. Soylu kendi başına birtakım açıklamalar ve düzenlemeler yapmaya çalışıyor.

Çakır: Sözünü kesiyorum: Kapanma ilk ilan edildiğinden itibaren, AKP içerisinde çok ciddi homurtular olduğunu duyuyorum. Bunun ne kadar anlamı var bilmiyorum; ama özellikle de kapanma ilk açıklandığında, biliyorsun sıfır sosyal destek vardı. Sonra biraz toparlamaya çalıştılar. Böyle bir durumdayken partinin milletvekili, yöneticisi, il başkanı, ilçe başkanının hâlini düşünebiliyor musun? Ciddi bir durum var, karar alınıyor. Kararı kendileri bile anlayamıyorlar. Tabii bir yerden sonra çok fazla anlamı yok; ama senin söylediğin, “Yalnız bırakılmak” öyle bir şey.

Mesela şu çizgi-film videosu ile ilgili şöyle bir şey yapmışlar: Video yayına girdiğinde, hangi AK Parti yöneticileri bu videoyu paylaştı, hangileri paylaşmadı diye isim isim yazmışlar. Karşı çıkmasa bile dâhil olmayanların sayısı giderek artıyor sanki.

Can: Çünkü iktidar toplam bir çuvallamanın içerisinde ve bu çuvallamalar bir seriye bağlandı ya, bunun her alanda bir karşılığı var. Kimi ifşalarla, kimi mücadelelerle, kimi çatışmalarla, kimi skandallarla ortalığa yayılan sonuçları oluyor. Çuvallamanın, artık seriye bağlandığı durumlarda, pek çok bürokrat ve siyasî, “Ben hiçbir şeye girmeyeyim, benim üzerimde kalabilir” refleksini gösterir. Çünkü çuvallama riski her alanda var. Bu tür zamanlar, bazılarının önünü açar. Çünkü orada, kimse harekete geçmezken, kimse lâf söylemek istemezken… “128 milyar dolar” konusunda, sonradan atadıkları Merkez Bankası Başkanı’nı zorla konuşturdular; ama Lütfü Elvan dâhil, sorumluluk mevkiindekiler topa pek girmek istemediler. Ama bunlar neye yol açıyor? Birtakım danışmanlar, birtakım serdengeçtiler, birtakım alan yaratmak isteyenler, bu boşluklara hamle edebiliyorlar. Ama bir yandan da, risk büyüdüğü için temkinli davranıyor; dâhil olmuyor, konuşmuyor. Bunu çok alanda görüyoruz; devlet yönetiminde de böyle, siyasî pozisyon almada da böyle. MHP ile ilişkilerde de böyle, muhalefete yönelen siyasî stratejide de böyle. Buralar son derece muğlâk alanlar olarak kalıyor ve buralarda çuvallama riski de büyük. O çizgi-film de, yakın bir zamanda birilerinin üstüne kalabilir.

Çakır: Zaten video ortadan kaldırılınca eskinin kasetleri gibi oldu. Hani “kaseti varmış” derlerdi ya. Bu arada sen söylerken, aklıma Barolar Birliği Başkanı geldi. Herhalde erken davranıp saf değiştirdiğine pişmandır. Şimdi, yeni yeni, yakın zamana kadar muhalif oldukları birtakım insanların, televizyon yayınlarına çıkıp “Ekrem İmamoğlu soruşturma için kendini şikâyet etmiştir” dediklerini de duyuyoruz.

Can: İşte onu söylüyorum. Bu boşlukta, yeni portreler çıkar. Çünkü bazıları şu anda işlerini yapmadığı için, orada boşluklar çıkmış durumda. Bunu fırsat gören yeni insanlar çıkar.

Çakır: Gemi boşalınca yer açılıyor, ama geminin gitmediğini herhalde biliyorlardır. Furkan Vakfı hikâyesine ne diyorsun Kemal? Dün Süleyman Soylu 4,5 yıldır takip ediyoruz diye açıklamış. Bu mesele 4,5 yıldır ellerinde garip bir sorun olarak kalakaldı. Sonuçta Furkan Vakfı, İslâmcı bir hareket; “aynı mahallenin insanı” olarak görülür. Ama bunu çözemediler ve çözemiyorlar. Olayın çok boyutu var; ama sonuç olarak, bu meselenin hâlâ AKP iktidarının önüne bir mesele olarak çıkıyor olması, İçişleri Bakanı’nın konuyu uzun uzun, alıntılarla, videolarla, “Biz burada haklıyız” diye anlatmaya çalışması ve anlatamaması… Bugün Alparslan Kuytul’un eşi Semra Kuytul’un bir açıklamasını gördüm. Kendi kanallarında yorum yapıyor. “Çok teşekkür ediyoruz İçişleri Bakanı’na. Bize sansür uygulanıyordu. Nihayet bizim varlığımız kabul etmişler” diyor. Bence bu çok sert bir lâf. 

Can: Ben özel olarak Furkan Vakfı mevzuuna çok hâkim değilim. Oradaki problem tam olarak nedir, onu da çok bilmiyorum açıkçası. Ama başka vakalarda da görüyoruz. Sedat Peker olayında da, emekli amiraller bildirisinde de gördüğümüz, bu iktidarın dar çekirdeği, geniş çevresi, mücavir alanı ve çıkar ortaklarının tamamını içeren geniş çemberinde, çok boyutlu bir çatışma süreci, bir güç mücadelesi döneminin açıldığını anlıyoruz. Bunu aldığımız kulis bilgilerinden değil, artık “sızma” değil taşma hâline gelen sorunlardan biliyoruz.

Furkan Vakfı meselesi ve camilere yapılan baskın, orada insanlara gaz sıkılması, polislerin görevden alınması, sonrasında bir Emniyet Müdürü’nün emekliliğini istemesi…

Çakır: Evet. Gaziantep İl Emniyet Müdürü.

Can: Bunların görüntülenmesi, ifşa edilmesi, gözaltına alınması… Gezi öncesi ve sonrasında, –Erdoğan’ın “Talimatı ben verdim” demiş olmasına rağmen–, “Çadırları yakın!” talimatı veren Cemaat polislerinin bazıları yargılandı; sonunda sanki Cemaat’in bir komplosuymuş gibi gösterildi. Bunlar genellikle iktidar içi çatışmaların ifşası, çeşitli kanatların birbirlerini zor duruma sokacak birtakım stratejileri gibi de olabilir, bunu bilmiyorum. Ama Furkan Vakfı’nın, iktidar için baş edilmesi gereken çok önemli bir tehdit olduğu meselesine çok da ikna olamıyorum açıkçası.

Çakır: Değil zaten. Sorun da burada.

Can: Ama bunun bu kadar çok gündeme gelmesi ve birilerinin, “Bunlar birileri tarafından kullanılıyor” denmesi… Herhalde o “Furkan Vakfı’nı kullananlar” diye kastettikleri, yani hem Soylu’nun söylediği hem birtakım tartışmalarda gündeme gelen şey, onların bir rahatsızlık unsuru olarak önlerine getirilmesi ve hamleye zorlanmaları ile ilgili bir şey. Ve sonra da bundan doğan birtakım ifşaların yapılması. Bu, bence Furkan Vakfı’nın ya da Furkan Gönüllüleri’nin kendisi ile ilgili bir mesele değil de, iktidar içerisindeki gerilimlerin, kanatların, ekiplerin birbiriyle olan meselesiyle daha ilgiliymiş gibi geliyor bana.

Çakır: Burada, doğrudan bu alana giren Sedat Peker konusuna geçelim. Ben bu konuda çok konuştum; tahminimden de fazla ilgi gördü. Bunun en önemli nedeni, bu kadar önemli bir olayın üzerine neredeyse kimsenin konuşmaması. Ama bugün Tolga Ağar, Sedat Peker’in iddialarıyla ilgili yazılı bir açıklama yaptı, Sedat Peker’in ismini “S.P.” olarak vererek. Jandarma Genel Komutanlığı da iddialarla ilgili, komutanlığın internet sitesinde bir açıklama yaptı. Sedat Peker Jandarma’nın açıklamasına cevap verdi. Tolga Ağar’ın açıklamasına cevap verdi mi verecek mi bilmiyorum. Ama belli ki istim üstünde; video üretmeye devam edecek görünüyor. Galiba Dubai’deymiş, öyle söyleniyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Ankara ile arası çok da iyi olmadığı için, nispeten daha korunaklı olabilir. Bu olay gerçekten çok acayip. Sonuçta, “Neden şimdi konuşup açıklama yapıyor?” demenin bir yerden sonra bir anlamı yok. Ama dile getirdiği ve getireceği o kadar çok malzeme var ki. Derin devlet, mafya vs. konuları bir dönem çok konuştuğumuz meselelerdi. Epeydir askıya alınmıştı. Yakın dönemde tekrar başladı. Sedat Peker’in, zamanında Barış Akademisyenleri’ni “Oluk oluk kanlarını akıtacağız, kanlarıyla duş alacağız” diye tehdit etmesi, mitingler düzenlemesi ya da Alaattin Çakıcı’nın açıklamaları tek başına yeterince bir ilgi uyandırıyordu, ama ürkütüyordu da. Şimdi böyle birbirleriyle kavga ediyor olmaları, işin rengini çok değiştiriyor. Bu arada, Sedat Peker’in masasındaki Troçki kitabını gördün değil mi?

Can: Gördüm. Burada, Furkan Vakfı meselesinde söylediğim şeyi tekrar etmem gerekiyor. İktidar blokunda, kabaca “AKP iktidarı” diye etiketlenen ve MHP ile AKP’nin koalisyonundan ibaret gibi görülen bir iktidar var; ama biliyoruz ki bu iktidar hiçbir zaman tek bir siyasî hareketin kendi gücüyle var olduğu bir iktidar olmadı. Hep birtakım ittifaklar, birtakım ilişkiler, birtakım ortaklıklar ve pazarlıklar üzerinde yürüdü. Bu iktidarın kuruluşu da böyle oluştu. Bazı aktörlerin, bu iktidarın kendi tuhaf grafiği içerisinde, bazen çok büyük bir çember çizerek, başladıkları noktaya döndüklerini görüyoruz. Mesela Sedat Peker, Ergenekon’dan gözaltına alınmadan önce, yine son derece sert bir AKP muhalifiydi. AKP muhalifi, çeşitli çevrelerle, bazen bir internet sitesini finanse ederek, bazen başka biçimlerde, o çevrelerle ilişkisini göstererek, çok sert bir AKP karşıtı muhalefet pozisyonundaydı. Sonra Ergenekon süreci yaşandı. Ve sonra tam tersi bir çizgiye geldiğini gördük Sedat Peker’in: Çok katı bir Erdoğancılık, hatta bir tür Erdoğan fedailiği rolü üstlendi ve bu, büyük bir kadirşinaslıkla kabul gördü. İktidar, “Ne alâkası var?” tavrını göstermedi. Sedat Peker’e ödüller verilerek çok muteber bir aktöre dönüştü. Bu uzun bir süre de devam etti. Bugün geldiğimiz noktada, bu süreç içerisinde başka bir çatışma yaşandığını ve bu çatışmada, tasfiye edilen ya da sorunlu hâle gelen ekiplerden biri ile daha ilişkili olan Sedat Peker’in, buna reaksiyon olarak şimdi birtakım ifşalara başladığını görüyoruz. 

Ama bugün, hem Hakkı Özdal’ın Gazete Duvar’da yazdığı yazı hem de Bahadır Özgür’le birlikte yaptıkları “İki Satır” programında söyledikleriyle ilişkilendiriyorum bunu. Bu, hep bir yeni durum olarak karşımıza gelen, siyaset, suç örgütleri, mafya ve derin devlet ilişkileri ağı içindeki iktidar kombinasyonu ve o iktidarla ilişkileri açısından değişik roller edinseler bile, bir süreklilik taşıyor. Bu aktörlerin çoğu, kendileri de iktidara yakın olmanın ya da iktidar tarafından kollanmanın avantajlarını kullanıyorlar. Ama çoğu zaman da, o yeni kurulan siyasî yapının bir tür enstrümanına dönüşüyorlar; o araç hâline geliyorlar. Bu aracı daha iyi kontrol eden birtakım operatörleri var. O operatörler, bazen tamamen zıt dönemlerde, tamamen birbirinin rakibi ekipler adına aynı aleti kullanırken karşımıza çıkabiliyor. Mesela Mehmet Ağar bunlardan biri. Çok farklı dönemlerde, farklı iktidar bileşimlerinin hepsinde, bir aktör olarak önemli rol aldığını görüyoruz. Zaten Sedat Peker son yayınında büyük ölçüde bunu anlattı. Ama burada önemli olan, şu anda bütün iktidarı içine alan, bunun içerisine onu destekleyen toplumsal taban, ekonomik çıkar grupları, birtakım daha derin yapılar ve bürokrasiyi de katabileceğimiz çok-katmanlı bir yeniden biçimlenme ve bir tür, gücünü ve etkinliğini yeniden kazanma kapışması yaşanıyor. Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür’ün de söylediği gibi, Sedat Peker burada, başlayan bir kapışmanın değil, galiba biten bir şeyin hikâyesini anlatıyor bize.

Çakır: Ben de son yaptığım değerlendirmelerde bunun, iktidarın çözülmesiyle alâkalı bir boyutu olduğunu söylemiştim. Anladığım kadarıyla, Sedat Peker bu videolar çok ilgi gördüğü için bunları yayınlamaya devam edecek. Bir zamanlar kasetler yayınlanırdı. Şimdi, Sedat Peker videosunu bekliyoruz. Ama bayağı çalışıyor. Mesela Troçki hikâyesiyle ilgili çok yorum geldi. Troçki’nin sürgüne gitmesi… Hatta ilk sürgüne gittiği yer, İstanbul Büyükada’dır. Sonra sürgünde öldürülmesi filan. Mesela Mehmet Ağar’ı Fransız siyasetçi Joseph Fouché’ye benzeterek, Stefan Zweig’ın Fouché hakkındaki kitabının (Joseph Fouché-Bir Politikacının Portresi) okunmasını önerdi. Daha önceki videoda da Goebbels’ten bahsediyordu. Bir de, Mehmet Ağar’ı eleştirirken, kendi duruşunu Seyit Rıza’ya benzetmesi Allah’ın işi işte. Çok acayip bir şey. Dünya görüşü olarak Seyit Rıza’dan farklı görüşe sahip olduğunu sürekli söylüyor; ama yine de dönüp dolaşıp Seyit Rıza’yı referans vermesi çok mânidâr. Herhalde bir müddet daha Sedat Peker’i konuşacağımızı tahmin ediyorum.

Son olarak, MHP’nin, 100 maddelik yeni anayasa önerisini konuşalım. Açıkçası ben çok da bakmadım. Ama o nedenle de Habertürk TV’de epey bir temizlik olmuş. Önerilen anayasa taslağı ile dalga geçildiği iddiası vardı. Bugün Taha Akyol Karar gazetesinde bir yazı yazmış. Taha Akyol, bu anayasa taslağının, parlamenter sistemdeki başbakana benzeyen bir “başkan” önerdiğini ve Meclis’in yetkilerini güçlendiren öneriler getirdiğini yazıyor. Senin konuyla daha fazla ilgilendiğini biliyorum. Ne dersin? Taha Bey doğru mu söylüyor? Böyle bir şey herhalde Erdoğan’ın asla kabul etmeyeceği bir durum. Erdoğan’ın kafasında, Meclis’in kendisini sıkı bir şekilde denetlediği bir sistem yok. Meclis’in iyice sembolik bir hâle geldiği bir sistem düşünüyor diye biliyorum.

Can: Bugün Cuma namazı çıkışında Erdoğan’a MHP’nin anayasa teklifi meselesi sorulmuş. O da “Biz de teklifimizi hazırlıyoruz. Bahçeli ile bu konuları konuşuyoruz. Sonra bir ortak metin hâline getireceğiz” diye açıklamış. Taha Akyol’un yazısı dışında, başkaları da bu minvalde yorumlar yaptılar. Yani “Acaba Bahçeli anayasa önerisini, Erdoğan’la bir tür pazarlığın parçası hâline mi getiriyor?” şeklinde yorumlar gördüm. Fakat kronoloji böyle işlemedi. Biliyorsun, anayasa fikrini ortaya atan aslında Erdoğan. Hatta Erdoğan anayasa fikrini ortaya atınca, yine bu “çatlak” tezine yakın çevreler, “Erdoğan, anayasa konusunu açarak Bahçeli’ye mesaj gönderiyor, aslında onu dirseklemek istiyor” yorumlarını yaptılar. Erdoğan anayasa önerisini yaptığında, “Başkanlık Sistemi’ni tahkim edecek bir anayasa tabii yaparız. Anayasanın temel mantığı da, Başkanlık Sistemi’ni yerleştirmek olmalı” dedi ve sonra iki partinin heyetleri çalışmaya başladı. Dolayısıyla, kronolojide önce Erdoğan’ın Bahçeli’ye “mesaj” gönderdiği tezini savunanlar, şimdi de, Bahçeli daha erken bir anayasa teklifi hazırladığı için, Bahçeli’nin Erdoğan’a mesaj gönderdiğini söylüyorlar. 

Tabii henüz önerinin tamamı açıklanmış değil; ama “Acaba mı?” dedirten birkaç nokta var. Bir tanesi, Taha Akyol’un ileri sürdüğü gibi, Meclis fonksiyonlarını, özellikle Meclis Başkanı’nı daha etkin bir siyasî aktöre dönüştüren bazı düzenlemeler var. Bir de, iki başkan yardımcısının seçilmesi tezi var — ki bu da yeni değil. Aslında, ilk anayasa değişikliği referandumu sırasında da ileri sürülmüş, ama sonra pakete girmemiş bir düzenlemeydi. Bir de, bakanların biraz daha kuvvetli hâle getirilmesi. Bunu, “MHP’nin, Erdoğan’ı ya da AKP’yi sıkıştırma hamlesi” diye yorumlayabilmek için, “MHP’nin bundan özel olarak çıkarı nedir?” diye bakmak lâzım. Şu anda, mevcut aritmetiğe, anketlerin çıkardığı tabloya ve iktidar ortaklarının ağırlığına ve etkisine baktığımızda, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in, MHP açısından getireceği avantaj nedir? Yani, iddia edildiği gibi, asıl sayısal ağırlığı taşıyan MHP olsa, Meclis’teki ağırlığını kullanarak, iktidar üzerindeki gücünü artırabileceğini varsayabiliriz. Ama şu anda, 2023 için cumhurbaşkanlığı adayını bile açıklamış bir MHP’den bahsediyoruz. Dolayısıyla, “Bahçeli’nin, ortaya attığı anayasa teklifiyle Erdoğan’ı sıkıştırmak istediği” tezi, hayatın gerçekleriyle uyuşur gibi gelmiyor bana. Biraz fazla zorlama bir yorum olduğunu düşünüyorum. Zaten Erdoğan’ın verdiği reaksiyon da tam öyle değil. MHP’nin açıklamasının hemen sonrasında, AK Parti Meclis Grup Başkanı Naci Bostancı da, “Bizim de anayasa yazım sürecimiz bitmek üzere. Sonrasında konuşacağız zaten” açıklaması geldi. Ama bunu seçim yasası meselesinde gördük. Reform paketinde gördük. Af meselesinde gördük. Bunların hepsinde “büyük çatlak” tartışmaları açıldı. Ama sonunda, iktidarın, birbirlerine ne kadar muhtaç olduklarını bilen tarafları ortak bir zemin buldular. Tabii ki başka tezler de vardır; ama şu anda anayasa paketinden çok ciddi bir koalisyon krizi işareti almak için, fazla bir şey gördüğümü söyleyemem. Ama hatırlıyorsan, Medyascope’ta bir “spekülasyon” yayını yapmıştım. Ben bu Anayasa Referandumu işinin, senin ve tabii ki muhalefetin “erken seçim” sıkıştırmasına karşı kullanılacak bir araç gibi yedeklendiğini düşünüyorum. 

Çakır: O zaman izleyicilere “Erken seçim mi, Anayasa referandumu mu?” üzerine bir bahis oynatalım. Kemal, sana da yollamıştım ya, Mustafa Sarıgül’den bir TikTok videosu kullanmayı düşündüm, ama onun ne olduğunu anlayamadığım için vazgeçtim. Şimdiden özür diliyorum. Kısa bir şey zaten. Ama birkaç kere baktım, olayın ne olduğunu çözemedim. Onun için yayınlayamıyorum. 

Şimdi, şöyle bir hikâyemiz var: Biliyorsun, izleyicilerimizden destek istiyoruz. Bu desteklerinin karşılığında da izleyicilerimize Medyascope kupası ve t-shirt hediye ediyoruz. Kupanın bir tarafında da “Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler” yazıyor.

Can: Çok güzelmiş.

Çakır: İzleyicilerimize, özellikle Patreon’dan destek olanlara ve YouTube’dan belli bir miktarda destek olanlara böyle bir hoşluk yapalım istedik. Biraz geç oldu farkındayız. Artık seninkini de buraya geldiğin zaman veririz. Sen yine de adresini bana yolla, kargoyla göndereyim. 

Can: O zaman şöyle yapalım; bu hafta programı çoğul olarak bitirelim: “Söyleyeceklerimiz bu kadar. İyi günler” diyelim.

Çakır: Evet, çok güzel oldu. Söyleyeceklerimiz bu kadar. Haftaya buluşmak üzere. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.