Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (98): Süleyman Sazak’ın MHP’den istifası, Enes Kara olayı, Demirtaş-Öcalan-Erdoğan

Haftaya Bakış‘ın 98. bölümünde Ruşen Çakır ve Kemal Can, Süleyman Sazak’ın MHP’den istifasını, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın “Edirne’deki İmralı’ya hesap verecek” sözlerini, Enes Kara olayını ve Kazakistan’da yaşananları konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan konularını ele alacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Enes Kara olayı hâlâ çok gündemde, onu konuşacağız. İmralı-Demirtaş meselesini konuşacağız. Ama öncesinde, yeni bir haber var: Süleyman Sazak’ın MHP’den istifâ ettiğini öğrendik, daha doğrusu kendisi açıkladı. Sazak Ailesi çok köklü bir aile ve Türkiye’de milliyetçi hareketin önde gelen ailelerinden biri. Gün Sazak, 12 Eylül öncesinde Gümrük ve Tekel Bakanı’yken suikasta kurban gitmişti. Süleyman Sazak da Gün Sazak’ın oğlu olarak MHP’de siyasete girdiğinde şaşırtmamıştı. Milletvekili oldu, hattâ “MHP’nin başına geçer mi?” diye konuşuluyordu. Şimdi milletvekili değil, ama partili, partiyle özdeşleşmiş bir isim. “Milliyetçilik sadece bölücü terörle mücadele değildir” diye başlayan, en sonunda da ekonomiye değinen bir sosyal medya paylaşımıyla istifâsını duyurdu. Sen bu hareketi yıllardır çalışan bir gazeteci olarak, Süleyman Sazak’ı da biliyorsun. Hatta MHP Genel Merkezi inşaatını da onlar yapmış, Yüksel İnşaat’ın eseriymiş. Bu olay çok şaşırtıcı değil sanki; belli ki Bahçeli’yle bir mesâfesi vardı. İstifâsı ve bunu alenen açıklamasıyla, belli ki önümüzdeki günlerde sesini daha çok duyacağız. Bu ne anlama geliyor Kemal? Sen nasıl yorumluyorsun?

Kemal Can: Senin de söylediğin gibi, Süleyman Sazak hem aileden bir isim, hem daha sonra kendisi de MHP’de siyâset yapmış bir isim. Aileden gelen özellikleri dolayısıyla, bildiğin gibi Gün Sazak, 80 öncesinde silahlı saldırıda ölmüş önemli bir MHP’li, dolayısıyla böyle bir arka planı var. O nedenle önemli bir şahsiyet. Süleyman Sazak’ın, 99’da milletvekili olmasına rağmen, 2000’ler sürecinde Bahçeli MHP’siyle biraz mesâfeli bir ilişkisi olduğunu biliyoruz. Hatta İYİ Parti ayrılışı sırasında ismi, Akşener’le davranabilecek isimler arasında telaffuz edilmişti, bazı açıklamaları böyle yorumlanmıştı. Ama daha sonra yine MHP’de kalmaya devam etti. Şimdi ise çok açık bir ifâdeyle MHP’den istifâ ettiğini açıkladı. Bu, aslında bir süredir gördüğümüz serinin bir parçası. Sen de birçoğuyla yayın yaptın: Alişan Satılmış, Atila Kaya, Suat Başaran, Şefkat Çetin… Özellikle Ülkü Ocaklı, çoğu başkanlık yapmış isimler, MHP’den ya koptular, ya uzaklaştılar, ya da ihraç edildiler. Şevket Bülent Yahnici gibi pek çok isim ihraç edildi. Yine açıkladıklarından anladığımız kadarıyla, bâzıları basına yansıyan, bâzıları gizli kalmış saldırılara uğradılar. Zaten sözlü saldırılara sürekli uğruyorlar da, fiilî saldırılara da uğradılar. Dolayısıyla bu, iki taraflı; bir tarafıyla tasfiye, bir tarafıyla mesâfelenme süreci. 

Burada en belirleyici faktör, Bahçeli’nin AKP iktidarıyla ve Erdoğan’la kurduğu ilişki. Bu ilişkide, ülkücü tabanın eski kadrolarının, önemli liderlerinin, önemli sembol isimlerinin, tabanın da paylaştığı ve artık oylara da yansımaya başlayan rahatsızlığı daha yüksek sesle ifâde etmeleri ve bu ifâdenin sonucunda ya tasfiye edilmeleri ya da kendilerinin ayrılma süreci devam ediyor. İktidarla yapışma devam ettiği sürece, bu süreç de devam edecek. Önemli bir kısmı İYİ Parti’yle birlikte MHP’den ayrılmıştı zâten. Ama hâlâ MHP’nin asıl parti olarak, “öz milliyetçi” adres olarak savunulması ve bırakılmaması gerektiğini söyleyen, bu kopmadan sonra hâlâ MHP’de kalmaya ve orada muhâlefet etmeye devam eden isimlerin de birer birer ya uzaklaştırıldığını ya da koptuğunu görüyoruz. Tabii bu süreç, önümüzdeki dönem seçim yaklaştığında, daha da çok örnekle karşımıza gelebilir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Zaten Süleyman Sazak’ın ve demin dile getirdiğin kimisi Ülkü Ocakları yöneticiliği yapmış isimlerin siyâseten ne yapacağı da önemli. Henüz fiilen İYİ Parti’ye katılmış değiller. Katılırlar mı? İYİ Parti onları bağrına basar mı? Herhalde onlar gelmek isteseler, İYİ Parti’nin îtiraz edeceğini sanmıyorum — özellikle Süleyman Sazak gibi bir isme. Senin de söylediğin gibi, ilk başta da adı İYİ Parti’yle beraber anılmıştı. Öyle bir durumda, bu sefer MHP tabanının ve kadrolarının İYİ Parti’ye kayma görüntüsü artar. Ama bu arada İYİ Parti’nin “MHP’nin alternatifi” iddiası da artar. Getirisi ve götürüsüyle kıyaslandığı zaman, acayip ilginç bir görüntü var. Ama benim tahminim, Süleyman Sazak İYİ Parti’de siyaset yapacak gibi. Bir şey bilmiyorum, daha kendisiyle konuşmuş değilim. Meral Akşener de bundan memnun olur herhalde. Çünkü o isim, o câmia içerisinde bir prestij. Aynı zamanda bunlar zengin bir aile, değil mi Kemal? Sadece birey olarak değil, işin içinde ekonomik güç de var. Herhalde öyle olur diye tahmin ediyorum. Ülkücü hareket içerisinden yeni bir parti çıkacağını sanmıyorum. Zaten Ümit Özdağ da Zafer Partisi’ni kurdu, az da olsa insan oraya gitti. Büyük Birlik Partisi’nin en azından hâlâ bir şekilde adı var.

Kemal Can: O da ikiye bölündü. Remzi Çayır oradan ayrılıp yeni bir parti girişimi başlattı. BBP’de de bir muhâlefet hareketi başladı ve orada da yeni bir parti oluşumu var.

Ruşen Çakır: Diğer konuya geçelim: Biraz önce Selahattin Demirtaş’ın sosyal medya paylaşımlarını gördük. Açıkçası Selahattin Demirtaş, sosyal medyayı dışarıdaki birçok siyâsetçiden ve kendi partisinin fiilî yöneticilerinden de daha etkili bir şekilde kullanıyor. Erdoğan’ın grup toplantısında ona yönelik söylediği sözler vardı. Demirtaş’ın adını vermedi, ama “Edirne” dedi. Edirne deyince, tabii ki cezaevi anlaşılıyor. Erdoğan “Edirne’deki, İmralı’ya hesap verecek” dedi. Aslında bu, çok önemli bir lâftı. Daha önce de benzer şeyler yaptılar. Yerel seçimde Öcalan’ı devreye sokmaya çalıştılar. Olmadı, olamadı, yarım kaldı. Hattâ bugün Yeni Şafak’ta, “Kandil ve HDP, Öcalan’ı İmralı’ya diri diri gömdü” diye yazı çıkmış. Biz benzer bir şeyi herhangi bir şekilde söyleyecek olsak, herhalde ânında ifâde vermeye gideriz diye tahmin ediyorum. Her biri eski tâbirle “Apocu” oldu. 

Ben bu konuyu daha önce de gündeme geldiğinde çok konuşmuştum. Hattâ yarın da Medyascope’ta bunu anlatmayı düşünüyorum. O yüzden, daha çok senin ne düşündüğünü soracağım. Hakîkaten acayip bir durum. Öcalan’a bel bağlanır, bağlanmaz, ayrı; ama başlarının en fazla sıkıştığı anda, Erdoğan’ın Selahattin Demirtaş’ı Abdullah Öcalan’la tehdit etmesi, onun gözünü onunla korkutmaya çalışması ve Bahçeli’nin ve diğerlerinin bu konuda hiçbir şey söylememesi başlı başına mânîdar. Ben sözlerimi yarına saklayayım. Belli ki bu mesele sürekli önümüze gelecek. Seçim yapılana kadar, hatta son seçim ânına kadar Öcalan kartını kullanacaklar. Ellerinde varsa tabii ki — var sanıyorlar. Belki de vardır. İktidarın bir kartı daha vardı biliyorsun: Osman Öcalan’ı da kullandılar. O da koronavirüsten hayatını kaybetti. Şimdi bir tek Abdullah Öcalan kaldı. Ne diyorsun? Buradan ne umuyorlar, ne bulurlar? 

Kemal Can: “Seçime kadar bu tür şeyler önümüze çok gelecek” dedin ya; Türkiye zaten uzunca bir süredir, hattâ 2007’den bugüne kadar, neredeyse her seneye bir seçim, bir referandum sığan, hiç bitmeyen bir seçim dönemi yaşıyor. AKP’nin, kendi desteğini ve iktidarını savunma stratejisi, süreklileşmiş bir seçim atmosferiyle sürüyor. Çoğu zaman erken seçim işâreti, baskın seçim işâreti, “Onun için yapıyor, bunun için yapıyor” deniyor; ama bu, seçimin takvimine çok bağlı değil. İktidârın sürekli olarak kendi tabanı ve muhâlefet seçmeni üzerinde birtakım hamleler yapması ve oyunlar oynaması süreklileşmiş bir şey. Çünkü bir yandan da, bunun sonuçlarını ölçe ölçe kullanıyor. Bu mesele, İmamoğlu’na incelemeyle, fezlekelerle başladı. Muhtemelen HDP’yi kapatma davası da hareketlendirilecek, bir de üstüne bu… Anlaşılan o ki, bu tema, senelerdir kullanılan HDP, Kürt siyaseti, güvenlik politikası ekseninde muhâlefeti sıkıştırma stratejisi, çeşitli boyutlarıyla tekrar edilecek. 

Senin de söylediğin gibi, bu çok sonuç veren bir şey mi? Değil. En azından yerel seçimde yapılan riskli hamleye bakılınca, aldıkları sonuç büyük bir başarısızlık. Erdoğan, bunu görüp, üstelik de muhâlefetin o zamandan îtibâren kullandığı gibi, bunu şimdi de kullanacağını bile bile, neden tekrar ediyor? Önceki gün Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın İmralı’nın “postacılığı”na soyunduğunu söyledi. Galiba Davutoğlu da bir şey söyledi. Bugün Akşener, doğrudan “Bu fezleke meselesidir” diye bir çıkış yaptı. Dolayısıyla muhâlefet Erdoğan’ın bu açıklamasıyla, kendilerini HDP üzerinden sıkıştırmaya çalışan iktidâra karşı önemli bir koz elde etmiş oldu. Üstelik Erdoğan, daha önce başarısız olmuş, çok da istediği sonucu alamamış bir hamleyi tekrar ediyor. Bence bunun verimli ve muhalefet blokunu bozma anlamında hâlâ işe yarar olduğunu düşünüyor. Bunun küçük işâretlerini aldığını düşünüyorum. Özellikle İYİ Parti’nin bu konudaki hassasiyetinin yeni rotasıyla arttığını, dolayısıyla oradan bunu sıkıştırabileceğini düşünüyor. 

İkinci tarafı da, bu netleşmeye başlayan muhâlefet blokunun, şimdilik iki tarafın da mutâbık kaldığı biçimde, HDP’nin doğrudan parçası olmadığı biçimde ilerlemesi, şu anda işliyor gibi görünen bir formül. Ama Kürt seçmen üzerinde, belki bir tavır değişikliği değil, ama motivasyonunu zayıflatacak bir müdâhalenin zeminini yokluyor olabilirler. Yerel seçimde denediklerini, tekrar denemeyi düşünebilirler. Sadece bir kafa karışıklığı yaratmak îmâsı da olabilir. Bugün Deutsche Welle’de bir haber vardı: Ne kadar etkili bir isim olduğunu bilmiyorum, ama ismini açıklamayan bir AKP’li yetkili, 2019’daki yerel seçimlerde olduğu gibi PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir mektup kaleme almasının gündeme gelebileceğini söylemiş.

Ruşen Çakır: Kemal biliyorsun, geçen sefer önce avukatları kullanmak istediler; avukatlar yanaşmadı. Sonra, Munzur Üniversitesi’nden bir akademisyeni, Ali Kemal Özcan’ı yolladılar. O da Öcalan’la görüştü, ama açıklamayı yapacak yer bulamadı. Daha doğrusu, iktidar medyası yer veriyor, ama hitap ettiği kitlenin muhâtap aldığı bir medya değil. Dolayısıyla ellerinde kaldı, pek bir işe yaramadı. Tabii bir de şöyle bir husus var: Diyelim ki bir tarafta terör örgütü, bir tarafta yasal parti var. Normal şartlarda, ülkeyi yönetenlerin, terör örgütü liderini geri planda bırakıp yasal partinin liderini öne çıkartmaları gerekirken, tam tersini yapıyorlar. Yani Selahattin Demirtaş’ın kötü, Öcalan’ın iyi olduğu bir denklem kuruyorlar. Hakikaten akıllara ziyan bir şey.

Kemal Can: Daha ilerisi, Bahçeli’nin tavrı. Bahçeli’nin, o mektup olayından sonra nasıl reaksiyon vereceği beklenirken, Öcalan’ı arkalayan bir şekilde, “Doğru bir uyarı yapmıştır” dedi. Sürekli tartışılan “mesâfe koyma, kim kimden faydalanıyor, kim kimin tâlîmatlarıyla davranıyor?” tartışmalarını açan bir iktidarın kendi söylemini çok bozan bir şey bu. Üstelik iki üç gündür görüyoruz ki, muhâlefet liderleri de zâten buraya vurmaya başladılar. Ama ben şunu soruyorum: Erdoğan bunu öngörmemiş olamaz. Bunun böyle kullanımının olacağını ve bu tür tuhaf çelişkiyi yarattığını bilmiyor olamaz. Çünkü daha önce de kullandı, ilk defa kullanmıyor. Buna rağmen, bunu söyleme ihtiyâcı, tamâmen kafa karıştırmak ve bulanıklık yaratmak amacına mâtuf da olabilir. Bunun devâmında bir şeyleri hazırlama anlamında bir tarafı da olabilir. Bugün Deutsche Welle’deki kulis haberi dışında, henüz çok fazla veriye sâhip değiliz. Ama ben, İBB incelemesiyle başlayan silsilenin, fezlekelerle, HDP’yi kapatma davasıyla ve bu tür hamlelerle devam edecek bir serinin parçası olduğunu düşünüyorum. Bu öyle ağızdan kaçmış bir lâf değil.

Ruşen Çakır: O kesin. Ortada belli ki bir çalışma var, onda haklısın. Bu anlamda bunun devâmı belki gelecek. Sen “kafa karıştırmak”diyorsun ya; burada en çok iktidar destekçilerinin kafaları karışıyor, öyle değil mi? Bir taraftan Cumhurbaşkanı, bir taraftan Bahçeli, bir anlamda Öcalan’ı kayırıyorlar. Hem “Bebek katili” açıklamalarını yapıp, bir taraftan da, okumadım ama Allah bilir, HDP kapatma davası iddianâmesinde, Öcalan’a olumlu referans verilmesini kapatma gerekçesi olarak kullanıyorlardır. Esas kafası karışık olan ya da karışacak olan, iktidârın kendisi. Burada bir oyun kuruyor olabilir. Ama sonuç olarak, geçen yerel seçimde olduğu gibi, burada da bu oyunun elinde patlama ihtimâli çok fazla.

Kemal Can: Tabii var. Kendi seçmeninin kafasının ne kadar karıştığı, ne kadar olumsuz etkilendiği ya da buna ne kadar duyarlı olduğu tartışma götürür. Hatırlarsan, çözüm süreci döneminde, Öcalan’ın mesajı dev ekranlarda yayınlandı, okundu ve iktidâra yakın bütün televizyonlarda yayınlandı. O zaman da büyük bir etki yaratmadı. Daha sonra mektup olayında da, evet, bir sonuç alamadı ama, kendi tabanından da büyük bir reaksiyon almadı. Dediğin gibi, Bahçeli bile mâkul buldu, “Tamam, olur” dedi. Bunlara baktığımızda, kendi tabanında yaratacağı kafa karışıklığıyla çok ilgili olduğunu düşünmüyorum. Ama kendisinin “Siz onlarla birliktesiniz” tezini zayıflatıyor. Orada şu ayrımı yaratmaya ve Kürt seçmenin kafasını şuradan karıştırmaya çalışıyorlar: “Bu çözüm sürecini de bitiren şey, Öcalan’ı dinlemeyip hem Kandil’in, hem Demirtaş’ın, süreci tersine çevirerek, zorlayarak bir tutum almasından dolayı oldu. Dolayısıyla buradaki problem, aslında onların içindeki gerilimden çıkıyor.” Bunu, bâzen söylentilerle, bâzen açık temalarla, tekrar tekrar kaşımaya ve kullanmaya çalışıyorlar; buradan bir kafa karışıklığı yaratabileceklerini düşünüyorlar. Ama HDP seçmeni yerel seçimde de gösterdi, bütün anketlerde de gösteriyor ki, bir kararlılıkla muhalefet blokunda durmaya devam ediyor. Ben burada bir oy geçişinden çok, o motivasyonu kırmakla ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Eyvallah. Yayının sonuna bırakmayı düşünüyorduk, ama bence yeri: Bu Kazakistan meselesinde, HDP hariç bütün Meclis grup başkanvekillerinin imzaladıkları bir metin var, görmüşsündür. Her halükârda çok kötü bir metin. Dili de, pozisyonu da kötü. Kazakistan’daki otoriter rejimin yanında olduklarını gösteren bir metin. Ölenlere rahmet diliyorlar, ama oradaki protestoları bir anlamda gayrimeşrû gösteren, rejimin meşrûiyetinin altını çizen bir metne, CHP ve İYİ Parti de imza atıyorlar. 

Ben bugün emekli büyükelçi ve eski CHP milletvekili Murat Özçelik’le bir yayın yaptım; bu konuyu orada da konuştuk. O da çok net bir şekilde, muhâlefetin dış politika konusundaki bilgilenme kanallarıyla ilgili çok ciddi bir sorun olduğunu ve ortada sanki bir devlet politikası varmış gibi hizâlandıklarını söyledi. Eski bildiğimiz bir lâf vardır ya: “Devlet politikası, tüm kurumlarıyla dış politikada”. Halbuki bu tamamen siyâsî bir duruş, öyle değil mi? Hattâ Kazakistan olayı ilk başladığı zaman, iktidar, Kazakistan meselesini Türkiye’deki sokak olaylarına karşı kullanmaya çalıştı. Duruşları da açık bir şekilde rejimden yana ve protestoculara karşıydı. Burada İYİ Parti bir yere kadar, ama CHP’nin böyle bir bildiriye imza atmasının ne anlamı var? Atmasa ne olacak? CHP tabanından insanlar, CHP seçmeni, “Siz nasıl olur da Kazakistan’da rejimin yanında durmazsınız, o bildiriye imza atmazsınız?” mı diyecek? İktidar partisi “Bakın, gördünüz. Bunlar bilmem nereyi destekliyor” diye CHP’yi mi suçlayacak? Anlaşılır gibi değil. 

Kemal Can: Pek çok meselede bizim bir türlü anlayamadığımız, ama onların çok haklı gerekçeler bulduğu tuhaflıklar yaşıyoruz. Daha önceki dış politika meselelerinde çok fazla örneğini yaşadık. 

Ruşen Çakır: Suriye olaylarında terör deyip yorum yaparsın, ama Kazakistan’daki insanların doğalgaz fiyatlarındaki protestosu için sokaklara dökülmesinin, o insanların talebinin sana nasıl bir zararı var? Diyelim ki Suriye’deki operasyon iç politikayla bağlantılı diye düşünürüz, tamam. Ama Kazakistan’daki toplumun bir kesiminin sokağa dökülmesinin, senin beka söyleminle ne alâkası var?

Kemal Can: Hiçbir alâkası yok. Ama senin söylediğin, “Bize ne derler?” ezberiyle ilgisi var. İktidarın söylem belirleyiciliği böyle kuruluyor ya; Kazakistan’daki mesele dış güç operasyonu olarak sunulduğu için, “Biz bunların dışında kalır ve îtiraz ediyor gibi görünürsek, dış güçlerin uzantısı oluruz, onlarla ilişkilendirilmiş oluruz” diyorlar. Kendilerine gelebilecek varsayımsal bir tehlikeden kaçınmak için, çok daha acayip tuzakların ve kumpasların içine atlamakta büyük bir heves gösteriyorlar. Bunu dış politika meselelerinde çok sık görüyoruz da, iç politika meselelerinde de böyle. Bu hafta yaşadığımız olayda…

Ruşen Çakır: Birazdan konuşacağımız mesele.

Kemal Can: “Cemaat yurtları meselesinde bir şey dersek bize ne denir? Montrö’de şöyle dersek, böyle mi olur? Ayasofya meselesinde şöyle dersek bize ne derler?” Yani her alanda, her meselede, “Bize karşı şöyle kullanırlar” diye varsayımsal ve neredeyse kesinmiş gibi, bir ihtimâli gerekçe yapıp, saçma sapan hamleler yapıyorlar. Senin dediğin gibi, o metni imzalamasan ne olur? Zaten bu imzalanması gereken bir durum da değil. Ortada, Meclis’in tavır göstermesi gereken bir durum da yok. Devlet yetkilileri, Dışişleri bir açıklama yapar ya da yapmaz. Onu desteklersin ya da desteklemezsin. Ama Meclis’te grubu bulunan partilerin imzaladığı bir metnin ortaya çıkmasını gerektirecek bir durum yok. 

Ayrıca, Kazakistan’daki vaziyet, biraz “Allah’ın lütfu” hadisesine benzeyen bir şeye dönüştü. Bir yandan, kendi iç kapışmalarının ve içeride olan bir iktidar mücâdelesinin, Nazarbayev’i de tasfiye etmenin bir parçası olan bir operasyon. Çok karışık tarafları da olduğu anlaşılıyor. Şu andaki devlet başkanının da içinde olduğu bir “Allah’ın lütfu” durumu da var sanki. Dolayısıyla iktidarın, Kazakistan’da olup biteni kendisine gösterilen tepkilerle ilişkilendirip sokağı kriminalize ettiği bir aşamada, Kazakistan’da olanları… Diyelim ki orada birtakım komplolar da var, ama sıradan insanların tepkisi de var. Birtakım güçler o haklı talepleri kullanmış da olabilir. Ama sonuçta, bu topa girmek, böyle bir tavır almak, topyekûn, orada olanı bir dış güç müdâhalesi olarak etiketlemek, tam da iktidarın peşine takılmak ve varsayımsal bir tehlikeden kaçarken, hazırlanılmış bir çukura düşmek demek. Hakîkaten bunun açıklanabilir bir tarafı yok.

Ruşen Çakır: Son olarak Enes Kara meselesine girelim. Çarşamba günü “Adını Koyalım”da bu meseleyle ilgili çok yoğun bir tartışma yaptık ve uzun uzun konuştuk. Ama konu hâlâ gündemde. Her ne kadar yayın yasağı gelse de, çok hayâtî bir konu. İktidârın ve iktidar yanlılarının müdâhalesiyle, olay başka yerlere de çekilmeye çalışılıyor. Aile burada kendi sorumluluğunu üzerinden atmak için, Enes’in arkadaşlarını, düşünce ve inanç hayatındaki yönelişini sorgulayıp, olayı bir yere kitlemeye çalışıyor. 

Bir yandan da, buradan çıkan bir cemaatler tartışması var. Burada da en uç pozisyonlardan daha yumuşak pozisyonlara kadar, değişik kademelerde pozisyonlar var. Meselâ kendini solda tanımlayan birisi, kalkmış, “Hepinizin toplama kamplarında taş kıracağı günleri görmek istiyorum” demiş. Böyle abes şeyler de yapıyorlar. İş, hep olduğu gibi maalesef kutupların çatışması için çok elverişli bir olaya dönüştü. Çarşamba’dan bu yana, daha da konuşulacağa benziyor. Öncelikle Enes’e tekrar rahmet dileyelim, çok acı bir olay. Bu, sonuç olarak Türkiye’de birtakım şeylerin tartışılmasına vesîle oldu, daha da olacak. Çok mu iyimser yaklaşıyorum bilmiyorum, ama artılarıyla ve eksileriyle bakıldığı zaman, bu meseleyle ilgili tartışmak sanki daha pozitif oldu. Bunu ölüm olayından ayrı olarak, tartışma bazında söylüyorum. Tabii ki yanlış yere savrulmalar var, ama yine de bu konunun gündeme gelmesine vesîle oldu. Keşke olmasaydı, ama oldu. Ama ben daha çok, pozisyonların olumlu olduğu kanısındayım, bilmiyorum ne dersin? 

Kemal Can: Ben senin iyimserliğine çok emin değilim. Böyle sarsıcı olaylar tabii ki böyle sonuçlar vermeli. Her sarsıcı olay önümüze geldiğinde, ona neden olan bütün konuları bu vesîleyle tartışmak, çözüm önerilerini ortaya koymak, problemleri işâret etmek gerekir. Ama genellikle senin söylediğin taraf, bu tür olaylarda hep öne çıkıyor ve o sertleşmeyle birlikte, içeriğin kaybolduğu bir alana kayıyor. Mesela iktidar tarafı bunu hemen başka bir şeye çeviriyor. Bir milletvekilinin Meclis’te yaptığı basın toplantısını da gördüm. Hükümet Sözcüsü Ömer Çelik’in açıklamasından, yandaş medyadaki değerlendirmelere kadar baktığımızda, cemaatler problemini ortaya koymanın “din düşmanlığı”olduğunu söylüyorlar. Bu, İmam-Hatip tartışması olduğunda da böyle oluyor, Ayasofya tartışması olduğunda da. Bunu iktidar böyle yapacak diye, muhâlefet, bu sorunu derinlikli bir mesele olarak karşısına alıp çok net ifâdelerde bulunmuyor. Dolayısıyla, “Cemaatler ve cemaat yurtları kapatılsın” gibi çok spontan sloganlarla yaklaşıyor. Bu iki taraf da meseleye böyle yaklaştığı için, konu, içeriğini genişletecek bir muhtevâ kazanmıyor. Böyle bir tarafı var. Kadın cinayetleri konusunda da öyle. Mesela, tâciz veya tecâvüz eşliğinde bir kadın cinayeti yaşanıyor, birdenbire “İdam geri gelsin” diye bir tartışma başlıyor. “İdam geri gelsin” tartışması yapılırken, “Kadın cinayetleri oluyor. Tâciz, tecâvüz çok yaygın. Üstelik sözleşmeden de çıkmış bir memlekette yaşanıyor” diyerek bunun hayâtî bir mesele olduğunu konuşmak yerine, birdenbire iki slogan etrafında bir sosyal medya hareketliliği, sonra da sönüp giden bir şey oluyor. Bence bu mesele de böyle bir tuzak içeriyor. 

Muhalefetten yorum yapan bazı insanlarda da şunu görüyorum: “Bunların kapatılması yeraltına inmeye neden olur, bunların da bir fonksiyonu var” diyenler oluyor. Bunlar yer üstünde mi ki yer altına inecek? Bunlar açık faaliyetler mi? Asıl sorun, isteyerek buraya gidenlerin, yasaklanırsa da bir yolunu bulacak olmaları değil. Buna gitmeye mecbur kalanların kurtarılması gibi bir öncelik var. Bu hem öğrenciler anlamında, hem gençler anlamında, hem buna mecbur kalan aileler anlamında böyle. Üstelik bu, sadece mâlî ya da ekonomik meselelerle ilgili de değil. Çarşamba günü konuştuk bunu. Çocuğunun başka bir yere savrulması korkusu kafasına yerleştirildiği için buna mecbur kalan insanlar var. Başka bir seçeneği olmadığı, parası olmadığı için buna mecbur kalan insanlar var. Ailesi zorladığı için oraya gitmek zorunda olan çocuklar var. Meseleyi gönüllü bir faaliyet gibi göstererek, “Cemaati yasaklarsanız, buraya gitmek isteyenler var, o zaman yeraltına inerler.” Tamam, inerler de, biz oraya gitmeye gönüllü olan insanlardan bahsetmiyoruz ki. Buna mecbur bırakılmış çok büyük bir kalabalık var. Mecbur bırakılmış aileler ve bundan hasar gören çocuklar var.

Ruşen Çakır: Çok hayâtî bir başka mesele de var: Bunların gerek devletin gerekse sivil toplumun denetiminden uzak olmaları. İktidârın böyle bir şeye zâten çok niyeti de yok. Toplum da açıkçası korkuyor. Diyelim ki Elâzığ’da yaşayan insanlar, “Bu çocuklar burada ne yiyor, ne içiyor?” diye bir şey yapmaya kalksalar, “Size ne kardeşim?” diye kapıdan kovalanırlar. Kimse, hele Anadolu’da böyle bir şeye cesâret etmiyor. Buradaki mesele yeraltı-yerüstünden öte –senin söylediğin önemli–, yerin üstünde, ama yer neresi? Tamamen kendi başına buyruk yerler. Meselâ orada çalışan insanların yeterliliği nedir? Yaşam koşulları nedir? Bunlar tamâmen cemaatlerin insâfına bırakılmış konular. Sorsan, “Sana ne?” diye tepki alıyorsun. Hattâ cemaat ve tarîkatların şeffaf olması gerektiği tartışması yapıldığını hatırlıyorsundur. Ama bu konu gündeme geldiğinde, hemen, “Dindarlara şunları şunları yapıyorlar, onları mağdur ediyorlar. Kim şeffaf ki?” gibi gerekçeler buluyorlar. Bu, geçmişte de çok oldu ve hâlâ yapılıyor. Bu, aslında hepsinin kullandığı bir zırh. Bir şey söylüyorsun, hemen onun içerisine, geçmişte yaşadıklarını iddia ettikleri bir mağduriyeti sokuyorlar. Bir tür dokunulmazlık var. Esas olarak, o dokunulmazlığın sorgulanması gerekiyor.

Bir de, AKP iktidarında “Yurtlar kapatılsın” demenin de çok bir anlamı yok. “İktidar değiştiğinde ilk olarak bunlara çekidüzen vermek lâzım” deseler anlayacağım. Ama AKP’ye “Yurtları kapat” diye çağrıda bulunuyorlar. Geçen gün bir milletvekili çıktı ve işi dış güçlere bağladı. Dış güçler çocuğun intihârına neden olmuşmuş. Deminki iyimserlik meselesinde benim söylediğim şu: Kadın cinayeti konuşurken “idam”diyerek olayı saptıranlar, bilmem ne olurken şunu, bunu yapanlar… Bunlar sesleri çok çıkanlar. Çok sevdiğim bir tâbir değil ama, “sessiz çoğunluk” diye de bir şey var. Burada, dindar ya da dine mesâfeli hiç önemli değil, hakîkaten Enes için üzülen, serinkanlı bir şekilde böyle bir meselenin olduğunu kabul eden insanların sayısının daha fazla olduğu kanısındayım. Sesleri çok çıkmıyor olabilir, diğerlerinin sesleri daha baskın çıkıyor olabilir. 

Kemal Can: Sadece yurtlar mevzuuna bakarsak; kaç senedir, tâciz-tecâvüz oldu, yangında cayır cayır çocuklar yandı, cinâyet oldu, dayak ve kötü muamele oldu, baskı ve zorla tutmaların olduğu ortaya çıktı. Denetimsiz oldukları zâten biliniyor, şimdi böyle bir intihar olayı çıktı. Bu tür alanların nasıl kayırıldığı, nasıl teşvik edildiği, nasıl fonlandığı defâlarca konuşuldu. Bu, senelerdir, hepsi de çok çarpıcı, her seferinde, “Artık bu çok kritik bir şey” denilen çeşitli vakalarla karşımıza çıktı. Şaka değil yani. Ölümler, tecâvüzler, dayaklar, kötü muameleler, intiharlar, böyle bir zincirle geliyor. “Bunları AKP iktidarı kapatsın” sloganı attınız, tamam, ama o da kapatmıyor; “Siz dine, Diyânet’e saldırıyorsunuz” diyor ve olay birden yörüngesinden çıkıyor. Buna îtiraz edenler de, iktidardan cevaplanmayacak bir taleple, vazîfesini yapmış oluyorlar. İşte bu yüzden iyimser değilim. Bu bana bir yere varan bir şey gibi gelmiyor. Burada daha fazlasını beklediğim için böyle düşünüyorum. Tabii ki her seferinde bir toplumsal farkındalık oluşuyor, insanlar buna tepki veriyorlar, belki dikkatini çekmeyen birilerinin daha dikkatini çekiyor, ama bunun kuvvetli bir politik meseleye dönüşmesi yine de benim istediğim ya da olması gerektiğini düşündüğüm gibi cereyan etmiyor. 

Ruşen Çakır: Doğru, haklısın. Böyle böyle yazık oluyor. Yananlar, tecâvüze uğrayanlar, hayatlarını sonlandıranlar… Bunların hepsi aslında bu toplumun ortak sorumluluğunun bir faturasını ödüyorlar. Tekrar üzüntümüzü belirtelim. “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım Kemal. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İzleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz. İyi günler.

Kemal Can: İyi günler, iyi haftalar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.