Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Ekonomide bürokratik “vesayet” ve kamuculuk

Bugünlerde ekonomideki bozulma ve artan yoksulluk herkesin dilinde. İktidar temsilcileri ülkede kimsenin “aç” olmadığını iddia ederken, muhalefet de her geçen gün sokaklarımızda daha da görünür hale gelen yoksulluğu gündemde tutmaya çalışmakta. Daha bundan yirmi yıl önce, AKP iktidara gelmeden, bugünkü iktidarın temsilcilerinin yaptığı siyasi eleştirilerinden birisi ülkedeki “yoksulluktu”.

AKP muhalefetteyken halka “3Y” ile mücadele sözü vermişti. Bunlar “Yoksulluk”, “Yolsuzluk” ve nihayet “Yasaklar”dı ve o günkü Türkiye koşullarında son derecede anlamlı vaatlerdi. Bugün bu “3Y”den kalanları kamuoyunun takdirine bırakıyorum. Zaten çok beklemeden sonuçlarını önümüzdeki seçimlerde hep birlikte göreceğiz. Ancak TÜİK’in resmi verilerine dayanarak, gelir dağılımı ve yoksulluk bakımından durumumuzun 2001 yılı öncesine yaklaştığını, hatta geçtiğini daha bugünden söyleyebilirim.

O günlerde iktidar mücadelesine girmiş olan AKP, ülkedeki her tür vesayet unsuru ile mücadeleye girmeyi kendine amaç edinmişken, bunu sadece kendi siyaset alanını daraltan askeri vesayet unsurlarıyla sınırlaması, sadece buna indirgemesi, 20 yıllık AKP iktidarının en belirleyici özelliği oldu. Ancak bugün ekonomide çıkan sorunlar ve bu sorunları çözmek için başvurulan tedbirlere bakıldığında, AKP’nin iktidar süresini uzatmaya hizmet eden ama geçmişte sıkça kullanılmış olan, devleti ve kamu menfaatlerini öne çıkarmayı amaç edinmiş “devletçi bürokratik yapının” düşüncelerinin karar süreçlerinde hala etkin olduğu görülmektedir. Her ne kadar bu kurumlar eski Türkiye’ye ait kurumlar olsalar da, AKP iktidarının kendini devlet ile özdeştirme gayretlerinin sonucu olarak, kurumsallaşmada ileri noktalara gelmiş serbest piyasa sistemine zarar vermek pahasına, geçmişin “devletçi – merkezi” bürokratik düşüncelerini devreye sokması ilgiye şayan bir gelişmedir.

Malum olduğu üzere AKP iktidara çok büyük bir krizin ardından geldi. Bu krize uzmanlar tek başına bir anlam vermeye çalışsalar da 2001 krizine, büyük ölçüde 1990’lı yıllar boyunca izlenen makroiktisadi politikalar ve “prematüre serbest piyasa” sistem neden olmuştur. Sadece yarım kalmış piyasa sistemini inşa gayretlerinin yol açtığı krizlerden biriydi.

Ekonominin kontrolünü bir türlü elinden bırakmaya yanaşmayan “devletçi” bürokrasinin sivil kanadının siyasilerle girdikleri ittifakların neticesinde geciktirilmiş reformların yol açtığı bir krizdi. Bu bakımdan 2001’in 1994 yılındaki krizin devamı olduğunu düşünmek sanırım çok yanlış olmayacaktır. Zira 2001 krizini de tetikleyen, o günlerde uygulanan ve ülkenin siyasi yapısına çok da uygun olmayan makroiktisadi politikalar ve bunun sonucunda alınan yanlış ekonomik kararlardı.

Bu krizin bir başka özelliği de iktisat tarihimizin köşe taşlarından biri olan 24 Ocak 1980 kararları gibi, ekonomide kaynak kullanım önceliklerini temelden değiştirmeyi ve bu şekilde piyasa mekanizmasının işleyişini güçlendirmeyi amaçlayan ekonomik reformların hayata geçirilmesine vesile olmasıdır. Aslında bu yönüyle 2001 reformları 24 Ocak 1980 reformlarının devamı niteliğinde olan, 20 yıldır yapılmasından özellikle kaçınılan ve kamu sektörünü hedef alan reformlardır.

İlk bakışta bu reformlar, dünyadaki benzer uygulamalarla birlikte ülkemizde 1980 yılında başlayan, ekonomide kaynak kullanım önceliklerinin belirlenmesinde piyasayı öne çıkartan neoliberal yaklaşımın bir parçası olarak görülebilir. Ancak konu Türkiye ekonomisi olunca, bu reformların bizim için farklı bir anlamı daha var. O da, kuruluşundan itibaren ülkemizde “devletçilik” adına kamu erkini kullanan kamu bürokrasisinin, ekonomik sistemin işleyişinde ağırlıklarını yitirmelerine vesile olmasıdır. Dolayısıyla yaşanan bu sürecin basit bir neoliberal “piyasalaşma süreci” olmadığını düşünmekte yarar var. Bu reformlar, kamucu ekonomi bürokrasisinin ekonomideki ağırlıkları neticesinde oluşturdukları birtakım siyasi söylemlerle, o günlerdeki siyasi kadrolar üzerinde oluşturdukları vesayetin de ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir.
Bu reformları elbette dünyadaki benzerleriyle değerlendirip, bir yerlere koymak önemlidir. Ama bizim için bu reformların bizim için başka anlamlarının olduğu da göz ardı edilmemeli.

Ekonomideki devletçi, bireyi dışlayan, siyasilerin zor durumlara düştüklerinde devlet bürokrasisinin onların üzerinde yarattığı “vesayete” son vermekti amaç. Bu bürokrasi ekonomide uygulanacak iktisat politikalarının öznesi olarak devleti görmekte, nispi fiyatlar üzerinde devletin sahip olduğu kontrolün piyasaya bırakılmasına direnç göstermektedir. Çok daha önemlisi, devletin bütçe imkânlarını kullanarak yapılacak harcama tercihlerdeki inisiyatifini kaybetmeye rıza göstermemektedir. Bu şekilde amaç, hep ekonomideki harcamalarda belirleyici olmak, hem de ekonomiye devletin “bekasını” sağlayacak şekilde yön verebilmektir. Elbette bahsedilen “bekanın” tanımını da yine bu devletçi-merkeziyetçi bürokrasi yapacaktır.

Bu yüzden 24 Ocak 1980’de başlayan reformların ve piyasalaşma sürecinin, kamu kesimi ayağı bu bürokratik yapı tarafından dirençle karşılanmış ve bilinçli olarak geciktirilmiştir. Ta ki 2001 yılına kadar…
Bu süre içinde zamansız yapılan sermaye piyasalarının dışa açılması ve 32 numaralı tebliğle birlikte doğan finansal imkânlar, “devletçi” bürokratik yapının kaynak kullanımına ciddi manada rahatlık getirmiş ve o güne kadar alışık olduğu şekilde elde ettiği mali imkânları harcamaya devam edebilmiştir.

Aynı dönemde bu bürokrasinin sınırsız kaynak kullanımı, özel sektörü mali piyasalardan dışlayarak ekonomideki kaynak kullanımında verimliliğin düşmesine yol açmıştır. Tıpkı bugün gibi o dönem de kamucu bürokratik yapının özel sektör ve serbest piyasa sistemine karşı üstünlük sağladığı bir dönemdir. Piyasa kurumları bile bu kamucu bürokrasinin kaynak kullanımı üzerindeki tekelini devam ettirebilmesi için kullanılmıştır. Reformlarla birlikte gelen yeni kurumlar kamunun borçlanabilmelerine aracılık etmeye yaramıştır.

Bahsi geçen kamu kesimi reformlarının yapılmasını zorlayacak yeterli sivil toplum baskısının olmayışı, o dönemdeki siyasilerin en büyük avantajıydı. Bunda iki faktör etkili olmuştur. Birincisi, bu sistemden özel sektörün de ciddi şekilde yararlanması ve kamu bürokrasisi ile ilişkileri yoluyla kaynak kullanımında bazı özel sektör kurumlarının imtiyaz elde edebilmesiydi. İkincisi ise, kamunun ekonomideki rolü konusunda sivil toplumda süregelen kafa karışıklığıydı. Bu kafa karışıklığının kamuoyunda bugün bile devam ettiğini gözlemlemek mümkün.

Özellikle ülkemizde, serbest piyasa taraftarlarının yanında, her şekilde devlet bürokrasisinin ekonomide ağırlığının olmasını savunan “kamucu” bir anlayış bulunmaktadır. Kaynak kullanımında verimliliği gözetmeyen bu anlayış sahiplerinin bir kısmı, sol düşüncenin bir tezahürü olarak kamuculuğu samimi bir şekilde savunmaktadır. Bir diğer önemli bir kısmı da, sol düşünce ile alakası olmayan ve Osmanlı’dan günümüze gelen, devlet merkezli bir beka anlayışına sahip olan ve bu nedenle bireyi, bireysel özgürlükleri ve çoğulculuğu gözetmeyen bir anlayışın mensuplarıdır. Bu ikinci grup, zaman zaman gerektiğinde serbest piyasa sisteminin savunucularıyla, bazen de alışıla gelmiş özgürlükçü sol anlayışa sahip kesimlerle, devletin bekasını odağına alan bir mücadele içine girmişlerdir. Hatta neoliberal düşünceye karşı özgürlükçü sol düşünce sahipleri ile ekonomide kamuculuğu savunmak için, bilerek veya bilmeyere işbirliği içine girmekten çekinilmemiştir.

Ancak bir kesim daha var ki onlar ekonominin devlet merkezli kamu bürokrasisinin vesayetinden kurtulması gerektiğini söylerken, devletin ekonomideki ağırlığının azaltılması, kaynak kullanımındaki verimliliğin arttırılmasını savunup, piyasanın kurumsallaşması bağlamında neoliberal politika savunucularıyla aynı tarafa düşmüş ve kamuoyu tarafından “neoliberal” olarak algılanmışlardır. Onlar için “piyasalaşmak” kamudaki bu merkezi-devletçi bürokratik anlayışın siyaset üstündeki vesayetinden kurtulmanın bir aracıdır. Bu kesimin ekonomide arzuladığı hedef devletin sadece kaynak kullanımında etkinliği ve verimliliği gözeten bir anlayış içinde olmasıdır. Yoksa kamu erkinin suiistimal edilerek, devlet odaklı bir bürokratik yapının iktidardaki ikbalini sürdürme yönünde gerekli görülen “kamuoyu rızasını” üretmek için, yine kamu kaynaklarının verimsizce kullanılması değil. Bu tarz kamuculuk ve devletçilik özünde toplumun refahına etki edecek şekilde kamu kaynaklarının kullanımından yanadır.

Bugünkü Türkiye’nin geldiği geçmişte devlet toplum nezdinde her zaman farklı bir öneme sahiptir. Devlete atfedilen bu önem, yukarıdaki satırlarda bahsedildiği şekliyle kamucu görüşlere ciddi bir meşruiyet kazandırmaktadır. Zira ülkenin geçmişinde devlet her zaman bireye tercih edilirken, kamuoyunun geniş bir kesimi tarafından kamuculuğa devleti yaşatıp, yüceltmek anlamı yüklenmektedir. Diğer yandan bireyin önemsendiği, bireysel refah artışının her şeyin üzerinde tutulduğu bir anlayışın böyle bir kamuculukta yeri yoktur. Kanımca ülkemizde çok uzun yıllar hâkim kılınan “devletçilik” anlayışı, temelinde bireyi dışlayan ve piyasaya karşı devletin ekonomideki ağırlığını yüksek tutmayı, aslında bireyi ve yurttaşlık haklarını dışlayarak devlet için beka arayışının bir parçasıdır.

Devletçi düşünce ekonomide ortaya konulan sermaye birikim sürecinde de devletin ağırlığının arttırılmasını öngörür. Ama günümüzde bu devletçi yaklaşımın önemli bir açmazı var. Kamunun, 1980’lere kadar doğrudan sermaye birikim sürecindeki ağırlığı da ciddi miktarda azaldı. Daha da önemlisi hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanan aşırı “finansallaşma” sanayileşmenin yavaşlamasına yol açtı. Bununla birlikte kamunun fiziki sabit sermaye birikimi sürecine dâhil olma süreci de sekteye uğradı. Sermaye birikiminin şekli sanayiden hizmetlere kayarak değişince, ister istemez özel sektör öne çıktı. Bu da ekonomide devletçiliği savunan anlayışın krizini hazırladı. Amaç sermaye birikimi sürecinde devleti etkin kılmak olmasına rağmen dünya ekonomisinin değişen kurumsal yapısı ve dünya çapında oluşan yeni nispi fiyatlar devletin dâhil olacağı bir sermaye birikim sürecini imkânsız hale getirdi.

Devlet ekonomideki ağırlığını korumak istiyorsa, bunu fiziki sabit sermaye birikim sürecine dâhil olarak yapamayacaktır; bu çok açık. O zaman kendi ağırlığını arttırabilmek için farklı yollar, mekanizmalar bulmalıdır. Özellikle ekonominin “sanayisizleşme” sürecine girdiği, hizmet-ticaret-inşaat gibi sektörlerin öneminin arttığı bir dönemde kamunun ekonomideki varlığını doğrudan bu tarz faaliyetlere dâhil olarak sürdürmek çok zor görülmektedir. Fakat kamu kaynaklarının bu faaliyetleri icra eden özel sektörün teşvik edilmesiyle, hizmet-ticaret-inşaat üzerinden yeni bir sermaye birikim sürecinde devletin dolaylı olarak etkin olması mümkündür. Sermayeyi biriktiren kamu olmasa da seçilmiş kişilerde ve kurumlarda (örneğin çeşitli vakıflarda) birikimini kolaylaştıran ve bu amaçla kamu kaynaklarını kullanan yeni bir “kamucu” anlayış geliştirilebilir. Aslında AKP’nin son yıllarda yaptığı da, ana hatlarıyla budur.

Bugün AKP’nin ekonomide içine düştüğü darboğazla birlikte uygulamaya koyduğu ekonomik politikaların niteliği, kamu ile özdeşleştirdiği kendi menfaat ve ikbalini sağlamayı amaçlamaktadır. Bu da iktidarın devletçi-bürokratik yapının ekonomik görüşlerinin tekrar gündeme gelmesi ve piyasa ile ciddi mücadele içine girmesi anlamına gelmektedir. Tahminimce gelecekte bu mücadele piyasa lehine birtakım sonuçlar doğuracaktır. Ardından da bu süreç bahsi geçen devletçi bürokratik düşüncenin ekonomi üzerindeki etkilerinin tasfiye edilmesini sağlayacak birtakım ekonomik reformlara vesile olacaktır. Bu noktada, bundan 20 yıl önce “3Y” ile mücadele etme iradesi gösteren ancak bu konuda istikrarlı bir duruş sergileyemeyen siyasilerin yakın bir zamanda kamuculuğu yeniden tanımlamalarına ihtiyaç doğacaktır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.