İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu geçtiğimiz günlerde vefat etti ve toplumumuz bu duruma nasıl tepki verilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlığa düştü. Muhafazakâr köklerden gelen siyasetçiler, cemaatleri hayatın doğal akışının göz ardı edilemeyen parçaları olarak gördükleri için taziye mesajı yayınlamaktan ve hatta cenaze törenine katılmaktan imtina etmediler. Aşikâr şekilde, onlar cemaat ve tarikatları özcü bir yaklaşımla ele almıyor ve karşısına dikilmiyorlar. Hatta, bu tip dini yapıların liderlerini manevi öncüler olarak görüyor ve toplumun maneviyat ihtiyacını karşılayan mimarlar olarak selamlıyorlar. Öte taraftan, cemaat ve tarikatların saygıyı hak etmediklerini düşünenler de var. Onlar için bu yapılanmalar bir sömürü mekanizmasından başka bir şey değil ve müritlerini sömürerek siyasal iktidarlar ile yakınlaşıyor, siyasal iktidarlar ile yakınlıkları sayesinde ise kamu kaynaklarına adeta kene gibi yapışıyorlar. Dolayısıyla, dünyevi açıdan bakıldığında saygıyı hak etmeyen bu insanlara, siyasetçilerin manevi dünyamızın mimarı gibi sıfatlar atfetmelerine anlam veremiyor, bu tutumu eleştiriyorlar.
Bu alışkın olduğumuz türden bir gerilim. Alışkın olmadığımız şey ise muhafazakârların, şimdiye kadar agresif, ötekine yaşam hakkı tanımayan ve otoriter bir aydınlanmacılıkla eleştirdikleri sekülerler karşısında arzu ettikleri karşıtlığı artık kuramıyor oluşları. Yani, yıllarca başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınmamaları gibi kuşku götürmez bir biçimde haklı bir davanın ekmeğini yiyerek bütün sekülerleri yaftalamanın rahatlığına artık sahip değiller. Dolayısıyla, Ustaosmanoğlu’nun vefatına yönelik tepkileri bu geleneksel karşıtlığa oturttukları zaman “demokrat”, “sivil” ve “özgürlükçü” kimliklerinin konfor alanına kolaylıkla oturamıyorlar. Yıllardır ustalıkla gizlemeye çalıştıkları İslamcı kimliklerini gizleyemiyorlar.
Bu durumun birçok sebebi olabilir. Mesela artık daha seküler bir topluma sahibiz ve insanların sosyal medya platformları sayesinde sesleri daha fazla duyuluyor. Dolayısıyla, 90’lı yıllarda geleneksel medyanın temsil ettiği muhafazakâr ve seküler tiplemelerinin dışında kanlı canlı insanların aslında sanıldığından daha derinlikli ve karmaşık varlıklar olduğunu görüyoruz. Normalde, cemaatlerin kutsanmasına tepki verdiği zaman anında beyaz Türk olarak yaftalanacak bir sekülerin aslında kendi emeği ve zekasıyla yükselmiş bir köylü çocuğu olduğunu okuyabiliyoruz. Veyahut muhafazakâr bir ailede büyüyen ancak zaman için hayat tarzını değiştiren bir kadının şahit olduğu hikayeleri ve cemaatlerin sömürü düzeninden kurtulmak için verdiği savaşı dinleyebiliyoruz. Yani Sözcü ve Akit ikileminin, Nur Serter ile Emine Şenlikoğlu karşıtlığının dışında bir hayat var ve birçok insan kurgulanmış bir tiyatro oyunu içinde figüran olmayı reddediyor.
Sekülerleşme ise beraberinde yalnız olmama duygusunu getiriyor elbette. Dünyevi değerlerin bekçisi olarak gördüğümüz ordu artık siyasi hayatımızda bu rolü oynamıyor. Yani artık sadece birbirinin hayat tarzını savunan insanlara ve toplumsal gruplara güvenebiliriz. 20 senelik AKP iktidarı ise bu konuda oldukça başarılı oldu. İnşa edilen yozlaşmış rejim, kendisini gizlemek için arkasına saklandığı her değeri hızla tüketti ve yıpranmış halde toplumun kucağına bıraktı. İslam bunlardan en öne çıkanı. Yapılan yolsuzlukları gizlemek için paylaşılan “hayırlı cumalar” mesajları veya gecenin alakasız saatlerinde atılan Bakara suresi ayetleri günahları örtemediği gibi birçok insanı da İslam’dan uzaklaştırdı. Özellikle yeni nesiller, dinin şekli pratikleri yerine daha çok özündeki felsefeye merak duyuyor ve evrensel bir ahlak kuralının, insanları birbirlerine verebileceği zararlardan, bu pratiklerden daha fazla koruduğuna inanıyor. Böylece, muhafazakârlar ile sekülerlerin yaşam pratiğine indirgenmiş kimlik savaşı yavaş yavaş çöküyor.
Bunlarla birlikte, Türkiye’nin 15 Temmuz sonrasında yaşadığı sürecin, cemaat/tarikat karşıtlığını arttırdığının da altını çizmek gerekiyor. Kendilerini niçin ülkeyi demokratikleştirici bir kimlik atfettiklerini hiç kimsenin anlamadığı ve aslında siyasal İslam ile birçok ilkeyi paylaşan Fetullahçıların başarısız olan darbe girişimi, bu tip yapıların askeri ve bürokratik kadrolaşma eğilimlerinin sonuçlarını göstermesi açısından son derece dramatikti. Darbe girişimi sonrası, saygı duyulan birçok meslek grubu üyesinin, tarikat şeyhi Gülen’e olan bağlılıkları sonucu ne denli irrasyonel hareket ettiğine dair hikayelere tanık olduk. Dolayısıyla eleştirilen, sadece tarikat ve cemaat üyelerinin kadrolaşması değil, aynı zamanda devlet hiyerarşisi dışında bir silsileye bağlı olmalarıydı. Öyle ki, bu durum onları cumhuriyet kanunları ve devlet bürokrasisinin yönetmelikleri yerine, yani ulus yerine, bağlı bulundukları cemaate sorumlu oldukları bir noktaya sürükledi. Bu akıl almaz durum, açık bir komitacılıktı ancak ortada dünyevi bir ideolojik kararlılık yerine dini motivasyonlarla mankurtlaşmış müridler vardı. Cemaat ve tarikatların üyeleri ile sorunlu ilişki kaçınılmaz olarak sorgulandı.
Ne var ki AKP’nin 15 Temmuz darbe girişiminden çıkardığı ders, devlet kadrolarını objektif kriterlere göre, şeffaf ve ölçülebilir bir seçme sistemiyle doldurmak yerine yine kendisine bağımlı grupların üyelerine kapıları açmak oldu. Dahası, Fetullahçı olmadığını ispatlamak için birçok devlet memuru adayından, başka cemaat ve tarikatlara olan bağlılığını ispatlaması istendi. Yani, AKP bir soyutlama yaparak cemaat ve tarikatların oluşturabileceği sorunları tartışmak ve reform yapmak yerine, ihanete uğrama paranoyası ile kendisine bağlı ve bağımlı cemaatlerin müridlerini kamu kadrolarına yerleştirdi ve yükseltti. Böylece, Fetullahçılık dışında bir cemaate üye olmak oldukça cazip bir hal aldı. Bir bürokratın ikbale giden yolu bu tip bir cemaat veya tarikat ile kurduğu ilişkiden geçiyor.
Bu başlı başına bir oksimoron ve toplumun gözünün önünde yaşanıyor. Bir yandan, Fetullahçıların cemaat içi ilişkileri dünyevi yargılar ile eleştirilirken diğer yandan başka cemaatlerin üyeleri taltif ediliyor ve bu tip dini yapılanmalar yeniden etkin hale getiriliyor. Bu yüzden, Fetullah Gülen 16 Aralık 2013’te ölseydi, bugün Mahmut Ustaosmanoğlu’na taziye bildirmek için, cenaze namazında saf tutmak için birbiriyle yarışan siyasetçilerin tamamının aynı şekilde davranacağı gerçeği yüzlerine vuruluyor. Bundan kimsenin şüphesi yok. O halde cevaplanması gereken soru: Fetullahçıların kabahatinin müridlerinin iradesini gasp eden, hiyerarşik, kapalı ve kamu kaynaklarını tüketmek için kamuda örgütlenen bir örgüt olması mı, yoksa AKP ile siyasi olarak ters düşmesi mi, sorgulanıyor.
15 Temmuz aslında İslami hareketin aktörlerinin birbirinin kanını döktüğü tarihtir. O günden sonra hiçbir hikaye eskisi kadar inandırıcı olmadı. Hiçbir dava eskisi kadar tutkuyla savunulmadı. İslami dayanışma ve Müslümanların kardeşliği meselesi fiili olarak çöktü ve tarihin cilvesine bakın ki ülke tarihinde en çok muhafazakâr, İslamcı köklerden gelen bir partinin iktidarında hapishanelere girdi, işinden oldu ve ülkeden kaçmak isterken hayatını kaybetti.