Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır ve Prof. Dr. Ufuk Akçiğit tartışıyor | Türkiye, ekonomik açıdan yapısal sorunları nasıl aşar? Beyin göçünü engellemek mümkün mü?

Ekonomik kriz , enflasyon, işsizlik ve hayat pahalılığı Türkiye’nin gündeminde.

Türkiye, ekonomik açıdan yapısal sorunları nasıl aşar?

Beyin göçünü engellemek mümkün mü?

Ruşen Çakır ve Prof.Dr. Ufuk Akçiğit tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Stüdyomuzda konuğumuz, dünya çapında bilinen ekonomistimiz Prof. Dr. Ufuk Akçiğit. Hoşgeldin Ufuk.

Ufuk Akçiğit: Hoşbuldum. 

Ruşen Çakır: Ufuk Akçiğit, Chicago Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi. Araştırmalarını ekonomik büyüme, verimlilik, rekabet, inovasyon, girişimcilik konuları üzerine yapıyor. Ufuk, seninle daha önceden bir tanışıklığımız olmuştu. Uzun uzun sohbet etmiştik. Sürekli aldığın ödüllerle ilgili haberlerin geliyor. En son Almanya’da bir ödül aldın. Bu ödülle ilgili bize kısa bir bilgi verir misin? Konuşacağımız çok şey var; çünkü Türkiye ekonomisi iyi durumda değil. 

Ufuk Akçiğit: Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü, I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da kurulan 100 yıllık bir enstitü. Almanya’nın, hatta dünyanın en eski enstitülerinden. Her yıl Küresel Ekonomi Ödülleri veriyor. Bugüne kadar 15 kez verilmiş ve ödülü alanlar arasında 10 kişi Nobel ödüllü. Gerçekten prestijli bir ödül ve bu ödülü almak benim için çok gurur verici oldu. Küresel Ekonomi Ödülleri her yıl üç alanda; siyâset, iş dünyası ve ekonomi alanında veriliyor. Ekonomi alanındaki ödülü bu yıl ben aldım. 

Ruşen Çakır: Tebrikler. O zaman Nobel’e doğru gidiyorsun. 

Ufuk Akçiğit: Estağfurullah. 

Ruşen Çakır: Dünya Bankası ve Chicago Federal Merkez Bankası’na danışmanlık yaptığını biliyorum. Hattâ Türkiye’de de dönem dönem ekonomik kurumlarla ilişkin olduğunu biliyorum. Yaptığın çalışmalar, özellikle ekonomi alanında, şirketlerin, devlet yatırımlarının bilgilerini didik didik araştırıp, analiz edip, sorun tespiti ve çözüm önerilerini yapmak. Bir de bayağı geniş bir ekibin var. Doğru mu özetledim? 

Ufuk Akçiğit: Doğru. Zâten araştırmamın getirdiği yenilik, aslında o yaklaşım. Bir makro ekonominin analizini yapmak, insan vücûdunu araştırmak gibi. Diyelim ki baş ağrınız var. Hastaneye gidip “Ruşen Abi’nin başı ağrıyordu, ona ilaç vermişsiniz, iyi gelmiş. Aynısından bana da verin” diyemem. O baş ağrısının ayrı bir sebebi olabilir. O yüzden, tıpkı bir insan vücûdu gibi yaklaşıp, onun testlerini yapıp, verilere bakarak, yani hangi sektörün, hangi bölgenin, hangi tarzda firmaların sıkıntıları var ya da hangi tarzda firmalar iyi yapıyor ki onlara destek verelim meselesini anlayabilmek için veri bazlı araştırmalar yapıyorum. Bu hafta sonu Almanya’da Kiel Enstitüsü’nden aldığım ödülün sebebi de oydu aslında. Orada getirdiğim yaklaşım, konu başlığı olarak: “Etkin Yerel Bazlı Politikalar” dizayn etmek. Çünkü her ülke parmak izi gibi. Biz Amerika’ya veya Fransa’ya bakarak, “Onlar şu şu politikaları yapıyorlar. Biz de onu yapalım” diyemeyiz. Yoksul ülkeler ya da gelişmekte olan ülkeler genel olarak zâten kendi reçetelerini yazamadıkları için sıkıntı yaşıyorlar. Daha detaylara gireriz, ama baktığınızda çok ilginç şeyler görüyorsunuz. Örneğin devlet politikası olarak, yoksul ülkeler veya gelişmekte olan ülkeler, Gayrisâfî Millî Hâsıla’ya (GSMH) oranla çok fazla kaynak ayırıyorlar. Ama ayrılan kaynağın geri dönüşümüne bakarsanız, çok düşük. 

Ruşen Çakır: Yani kaynak boşa gidiyor. 

Uğur Akçiğit: Evet.

Ruşen Çakır: Türkiye’yi çok yakından tâkip ettiğini biliyorum. Hem kişisel merâkından hem işin gereği tâkip ediyorsun. Türkiye’de ekonominin çok kötü olduğu konusunda herkes, hattâ ekonomiyi yönetenler de birleşiyor. Ama sanki biz olaya, daha çok, hayat pahalılığı ve döviz kuru üzerinden bakıp, işlerin çok kötü gittiğini ve her geçen gün kötüleştiğini görüyoruz. Ama olay bu kadar basit değil herhalde. Çok daha yapısal bir sorun var, değil mi?

Uğur Akçiğit: Evet. Bütün bu göstergeler aslında bir sonuç. Bunun temelinde yatan, yapılması gereken işlerin bir listesi var; ama bir şekilde bu ev ödevlerini yıllardır yapamadığımız için, hep orta gelir tuzağına takılıp kalmış durumdayız. Bizim olaya çok daha sistematik yaklaşmamız gerekiyor. Ama bu, yılların problemi. 90’larda da çok benzer tartışmalarla gündem meşguldü. Ondan önce de hep böyleydi. Sonuçta, bizim gibi ülkeler, orta gelir tuzağına takılmış durumda ve o sıçramayı yapamıyorlar. Çünkü yapabilmenin tek koşulu, sabırlı bir şekilde, uzun vâdede geri dönüş sağlayabilecek politikalar belirleyip atılımı yapabilmek. Ama kimsenin o sabrı yok. Politikacıların da, kurumdaki o insanların da sabrı yok. Aslında bu aralar bunları çok düşünmeye başladım. Son dönemlerde üniversitelerin, kurumların yapısını da sorgulamaya başladım. Appropriate Institutions diye bir literatür var. Yani siz gelişme aşamasındayken, bulunduğunuz aşamaya göre farklı farklı kurumlarla ilerlemeniz gerekiyor.  Siz çok sınırda inovasyon bazlı büyüme sağlamak istiyorsanız, finansal kurumlarınızın, yargı kurumlarınızın farklı işlemesi gerekiyor. Ama siz, çok geride, yoksul bir ülkeyseniz, örneğin dışarıdan teknoloji getirip kopyalama üzerine büyümek isteyen bir ülkeyseniz, o zaman da farklı kurumlar ve farklı politikalarla işlemeniz gerekiyor. Bu ne demek? Biz nasıl firmaların dinamik kalmasını istiyorsak, kurumların da dinamik olması gerek. Ülke büyüyüp bir aşamaya geliyorsa, bir noktadan îtibâren artık bâzı şeyleri elden çıkarıp, yeni yapılara geçmeniz gerekiyor. Yani, herhangi bir kurumun içerisindeki kişilerin veya yapıların artık işlevsiz olması ve yenilerinin gelmesi, eski köye yeni âdet getirmenin sürekli yapılması gerektiği anlamına geliyor. 

Ruşen Çakır: Ama buna çok büyük bir direnç olur. 

Ufuk Akçiğit: Kesinlikle öyle. Bu yaratıcı yıkımın her yerde olması gerekiyor.

Ruşen Çakır: Yaratıcı yıkım mı?

Ufuk Akçiğit: Evet. Zâten bunu yapamadığımız için, bunu sürekli kültürümüzün bir parçası hâline getiremediğimiz için, hep bir yerde takılıp kalıyoruz. 

Ruşen Çakır: Elimizde çok sayıda tablo var, onları da kullanalım. Meselâ, şimdi en kolay ve en çarpıcı bir şekilde söyleyebileceğin, Türkiye’de artık olmaması gereken ne var? Yaratıcı yıkımdan çoktan nasîbini alması gerekirken, hâlâ varlığını sürdüren yaklaşım veya kurum hangisi?

Ufuk Akçiğit: Ben çok yakın bir zamanda meselâ üniversiteleri çok detaylı bir şekilde inceledim. Bu konuda raporlar da yazdım. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından yayınlanan Türkiye Bilim Raporu’nu yazmıştım.  Bu raporun temel amacı, tamâmen veriler ışığında Türkiye’deki akademik ve bilimsel ortamın her yönüyle detaylı resmini çekmek, uluslararası karşılaştırmalarını yapmak, eksiklerini ortaya koymak ve bu doğrultuda çözüm önerileri geliştirmektir. Zaten 17 yıl önce, daha ilk işe başladığımda, Türkiye’deki üniversitelerin ivme kaybettiğini fark ettim. Arkadaşlarım Türkiye’deki üniversitelere başladı, ben de Amerika’da bir üniversiteye başladım. Arkadaşlarımla sürekli irtibat hâlinde olduğum için, zaman içerisinde makasın çok açıldığını fark ettim. Oturup incelediğinizde, mevcut yapının çok hantallaşmayı gerektirdiğini görüyorsunuz zâten. Bu yapısıyla üniversitenin dinamik kalabilmesinin imkânı yok. Örneğin, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) üniversitelerin önünde büyük bir engel bence. Üniversitenin kendi adına bağımsız karar alabilmesi, kendi yatırımlarını yapabilmesi veya kendi sistemlerini kurabilmesinin önünde bir engel teşkil ediyor. YÖK belki zamanında gerekliydi, bilemiyorum tabii, tartışmak gerekir. Ama günümüzde bu kadar dinamik, değişime bu kadar ihtiyaç olan bir ortamda, üniversitelerin kendi adına bağımsız yapılarıyla kararlar alabilmesi ve kendi sistemlerini yaratabilmesi gerekiyor ki üniversiteler arasındaki rekabetin önü açılsın. Sonuç olarak, en iyi neyse, onun yukarı çıkması lâzım. Bu, toplumda, insanlar arasında da böyle. Örneğin ekonomik büyümenin en önemli ögelerinden bir tânesi de kişiler. Biz daha çok firmalara, üniversitelere odaklanıyoruz tabii ki. Ama sonuçta onların içerisinde de insanlar var. Bu insanlar kimler? Biz toplumda, 80 milyon kişinin hepsine eşit fırsat tanıyor muyuz hayâta başlarken?  Daha sonra onların arasında kendini ispatlamış insanlara kaynaklarımızı ayırabiliyor muyuz? Çünkü eldeki kaynaklar limitli. Bu sâdece Türkiye gerçeği değil, her ülke için geçerli. Dolayısıyla yapılması gerekeni ders anlatır gibi karikatürize etmeye çalışacağım. Toplumda grubu ikiye ayırmak gerekiyor. Çok basit bir şekilde örneklendirmek gerekirse: birincisi, rutin işleri yapabilecek insanlar; ikincisi de, daha zor, yayılım etkisi yaratacak, yarının teknolojilerini ve fikirlerini geliştirecek insanlara, düşünebilecekleri, yaratıcılıklarını gösterebilecekleri ortam sağlamak. 

Peki bunu nasıl yapmamız gerekiyor? Bir sistemle, insanların kendilerini ispatlamaya fırsat verip, daha sonra eldeki araştırma ve eğitim imkânlarını, kaynakları, o kendisini ispatlamış insanlara doğru ayırmamız gerekir. Dolayısıyla, üniversitenin ya da araştırma kurumlarının içerisinde olsun, onlar, Türkiye’nin kullanacağı teknolojileri, bilgileri ortaya çıkarabilsin. Onlar ortaya çıktıktan sonra, kapsayıcı büyüme yaratabilmek için toplumda onları yaratabilmek gerekiyor. Yani olay, fırsat eşitliğini sağlamak. Ama daha sonra bu kaynakları herkese eşit dağıtmaktansa, kendisini ispatlamış insanlara vermek, onlardan bir değer yaratmak ve o değeri toplum içerisinde paylaşabilmek. 

Ruşen Çakır: Bu noktada, 1’den 10’a kadar bir rakam verecek olursan, Türkiye hangi rakamda sence?

Ufuk Akçiğit: Bunu söyleyebilmek çok zor. Çünkü dediğim gibi, ben veri bazlı konuşmayı tercih ediyorum. Bu konuda bir anekdot örneği vermek istiyorum. Bir de, veri bazlı bir yorumda bulunmak istiyorum. Normalde, gelir eşitsizliği hayatın bir gerçeği. Zâten eşitsizliği biraz tolere de edebilmek gerekiyor. Çünkü kaynakları herkese eşit olarak dağıtmaya çalışırsanız, motivasyonları ortadan kaldırırsınız. Birisine bir başarısının karşılığında bir ödül mekanizması olması gerekiyor ki rekabet sayesinde daha önemli değerler çıkabilsin. Ama daha sonra önemli olan, bu eşitsizliği kontrolden çıkartmamak gerekiyor. Ödül mekanizması daha sonra toplumda insanlara hayatlarının başındaki o fırsat eşitsizliğini getirmemesi gerekiyor. Ben Türkiye’de bazı şeylerin fenâ çalışmadığını düşünüyordum. Kendimden de örnek verebilirim bu konuda. Örneğin, bir çocuk hayata başladıktan sonra ilkokula gidiyor. İlkokulun sonunda Anadolu Lisesi devlet parasız yatılı okul sınavlarına sokuyoruz ve çocukları sıraya sokuyoruz. Daha sonra ortaokulun sonunda, sonra lisenin sonunda ve üniversitede sıraya diziyoruz. Üniversite sonunda çocuk işe giriyor. Burada belli sıralamalar var. Türkiye’de çok basit bir şekilde şunu araştırabiliriz: Bu sıralamaları, yani daha basit yeteneklerine göre ilkokulun sonundaki bu çocukları, daha sonra toplumun hangi aşamasında kaybediyoruz, bu çok basit, birkaç ay içerisinde sonuç çıkarabileceğimiz bir araştırma. Yani sistem nerede tıkanıyor? Siz finansal kaynakları, doğru politikalarla birkaç ay içerisinde düzeltebilirsiniz. Belli reformlarla yatırım ortamını düzeltirseniz, finansal kaynak eksikliğini düzeltebilirsiniz. Ama yetenek o kadar az bulunan bir şey ki. Siz bir kuşağı yanlış eğitirseniz, yanlış kişileri okula gönderirseniz, toplum olarak o yetenekli insanları hayatları boyunca kaybedersiniz. Daha sonra doğru politikalar da izleseniz, onu yerine getiremezsiniz. 

Ruşen Çakır: Bu bağlamda, son dönemde, Türkiye’nin gündeminde çok ciddî bir beyin göçü var biliyorsun. Aslında hep vardı, ama şimdi çok daha yüksek oranda. Özellikle sağlık konusunda, hekimler için söyleniyor; ama belli bir ortalamanın üzerindeki üniversitelerden mezun olan, yabancı dil bilen veya yeni teknolojiler üzerine çalışanların beyin göçü de son dönemde dikkati çekiyor. Beyin göçü daha çok ekonomik nedenlerle açıklanmaya çalışılıyor. Ama sen de gelen birçok öğrenci tanıyorsundur, olay sâdece ekonomik mesele değil galiba. 

Ufuk Akçiğit: Hayır, değil. Beyin göçü çok boyutlu bir şey. Ben genel olarak beyin göçünden korkulmaması gerektiğini düşünüyorum. Yeter ki beyin göçünü beyin gücüne çevirebilesiniz. Bu kulağa hoş gelsin diye söylediğim bir şey değil. 

Ruşen Çakır: Yani giden geri gelebiliyorsa. 

Ufuk Akçiğit: Ya da gidenden faydalanabiliyorsan. Az önce, yeni teknolojiler, yeni bilgiler geliştirmekten bahsettim. Bâzen de bu, aslında sıkletinizin üzerinde yumruk atmanız gereken bir şey olabilir. Yani boyumuzu aşan, bizden çok daha yüksekte kalan bir şey olabilir. Bu durumda yapılabilecek şeylerden bir tânesi, olayı kaynağından öğrenmek. Türkiye’den gelip yurtdışında yaşayan yüz binlerce insan var. Onlarla bağlantıda kalmak da Türkiye’ye bilgi akışını sağlayabilecek bir şey. Son dönemlerde bu konuyla ilgili çarpıcı bir araştırma yapıyoruz, bununla ilgili bir şeyler göstermek istiyorum: Yakın zamanda Türkiye’deki beyin göçünü, daha doğrusu bilim insanlarını araştırmak için bir projeye başlamıştık. Türkiye Bilişim Vakfı’nın destekleriyle de birlikte, Türkiye’den çok güzel bir öğrenci ekibiyle bu verileri araştırıyoruz. Dünyada yapılmış bütün akademik yayınların verilerini aldık ve oradaki isimlerden kimlerin Türk kökenli olup olmadıklarını son tekniklerini kullanarak bulmaya çalıştık. Diyelim ki Ruşen Çakır ismini görüyoruz ve soyadından, isminden bu insanların hangisinin Türk kökenli olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Tabii ille bu şekilde olmayan başka örnekler de var. Oradan da Wikipedia verilerinin bütün veri tabanını indirip Türk kökenli bilim insanlarını ortaya çıkardık ve daha sonra çeşitli sorular sorduk. Türkiye’den yurtdışına giden bilim insanlarını araştırmaya çalıştık. 

Bu konuştuğumuz konuları biraz daha ilginç bir hâle getirmek için bir grafik göstermek istiyorum. 62 numaralı grafikte Türk araştırmacıların Türkiye’den ayrılma olasılığını gösteren bir veri var, ekranda. Bu grafikte de görüldüğü gibi, 1997’den sonra yurtdışına gitme oranı 2006’ya kadar aşağı doğru bir iniş göstermiş. 2006 yılı Türkiye Akademisi için bir mîlât. Türkiye’de farklı farklı mîlâtlar var. Örneğin Türkiye’deki firmaların rekabet ortamı için mîlât, 2013 yılı. Firma rekabeti açısından işler 2013’ten sonra gerçekten sıkıntılı bir döneme giriyor. Akademi açısından ise Türkiye’de mîlât 2006. Bu veriye bakarsak, yurtdışına gitme olasılığı 2006’ya kadar epeyce düşerken, 2006’da duruyor. 2015 sonrası, 2016’dan îtibâren de yükseliyor. 

Buradan hemen bir sonrakine, 63 numaralı grafiğe geçelim. Türk araştırmacıların, ülke bazlı dönme ve kalma oranlarını gösteren bir veri bu. İlk üç ülke, Avustralya, İsviçre ve Kanada’ya gidenler genelde geri dönmüyorlar. Belki bu ülkeler vatandaşlık almanın kolay olduğu ülkeler olabilir. En çok gidip geri dönülen ülkeler de Japonya, İtalya ve Belçika.  Bu geri dönüşler, belki uyum sağlanması daha zor olan ülkeler olduğu için olabilir.

Ruşen Çakır: Avustralya ve Kanada’nın yabancıları entegre etmesi daha kolay. Kanada’yı biliyorum, Avustralya’yı duydum.

Ufuk Akçiğit: Doğru. Özellikle Avustralya son on senede Türklerin çok uğrak noktası hâline geldi. 

Ruşen Çakır: Bir de çok uzak olduğu için dönmüyorlar. 

Ufuk Akçiğit: Olabilir. Konu konuyu açıyor, ama bu grafiği atlamayalım. 65. grafikte bir şey göstermek istiyorum. Şöyle bir şeyi araştırdık: Hayatları boyunca sâdece Türkiye’de yaşayan akademisyenler, hayatları boyunca sâdece yurtdışında yaşamış akademisyenler, kariyerine Türkiye’de başlamış ve sonra yurtdışına gidip dönmemiş olanlar, bir de yurtdışına gitmiş ve geri dönmüş akademisyenler olarak dört sınıfa ayırdık. Bu kişilerin verimlilikleri hayatları boyunca nasıl bir patika izliyor ona baktık. Alttaki rakamlar yıllar daha doğrusu akademik yaşlar. 1 sayısı, akademik camiaya ilk girdiği yılı gösteriyor. Bu grafiğe baktığımız zaman ilginç şeyler çıkıyor: Örneğin, sâdece yurtdışında olan akademisyenlerin verimlilikleri genelde en yüksek seviyede. Kırmızı nokta ile işâretlediğimiz, sâdece Türkiye’de başlayıp Türkiye’de devam eden akademisyenlerin verimlilikleri ne yazık ki en altta. İstisnâlar tabii ki var, ama bu sistematik bir farkı gösteriyor. Bence burada en ilginç grafik, koyu lacivert olan çizgi. Yani Türkiye’den yurtdışına taşınmış olan akademisyenlerin verileri. Yurtdışına taşınma yaşını geçince, verimlilik Türkiye’dekilere göre bir anda yukarıya çıkıyor. Geri dönmeye yaklaştıkça verimlilik aşağıya iniyor. Geri döndükten sonra da verimlilik Türkiye’dekilerle aynı seviyeye geliyor. İşte bunu sorgulamamız gerekiyor. Neden akademisyenler yurtdışındayken daha verimliler ve neden Türkiye’ye döndüklerinde bir anda verimliliklerini kaybediyorlar? Zâten sâdece yurtdışında olanlar ve sâdece Türkiye’de olanlar diye iki grup vardı. O iki farkı zâten burada sorgulayabiliriz. Ama bir de, yurtdışına gittiğinde daha verimli olup Türkiye’ye döndüğünde verimliliği azalan grup var. Biz nasıl motivasyon sağlıyoruz, nasıl bir bilim ortamı sağlıyoruz, ne gibi kaynaklar var, ders yükü nasıl konularında çok detaylı bir tartışmanın yapılması gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Senin en önemli çalışma konularından biri: İnovasyon, yani yaratıcılık. Dünyada da, genç insanların başlattıkları, başta çok da büyük sermaye gerektirmeyen ama tamâmen yaratıcılıkla gelişen, yeni teknolojilerle birlikte hızlı büyüyen, küreselleşen şirketler var. Bu anlamda Türkiye’ye baktığımız zaman, son dönemde, yeni yeni, meselâ kurye şirketlerinin küreselleştiğini görebiliyoruz. Türkiye son dönemde yeni marka üretme, yeni tüketim alışkanlıkları ya da yeni sektörler yaratma konusunda gerçekten başarısız mı diğer ülkelerle kıyasladığımızda?

Ufuk Akçiğit: Sorunuza cevap vermeden önce, bir önceki konuda bir noktayı daha belirtmek istiyorum, ondan sonra hemen bu sorunuzu cevaplayacağım. Yurtdışına gidenler konusunu konuşmuştuk. Bu konuda 66. grafiği bir gösterelim. Bu grafik Türk araştırmacıların yurtdışına taşınma anlarındaki verimliliği gösteriyor. Alttaki sıfır noktası, bir Türk araştırmacının yurtdışına taşınma yılını gösteriyor. Sıfır noktasından önce Türkiye’deki, sıfırdan sonra yurtdışındaki verimliliğini görüyoruz. Türkiye’de sabit bir çizgiyken, yurtdışındayken verimliliği bir anda yukarıya çıkıyor. Bu önemli bir bulgu, zâten buna şaşırmamamız gerekiyor. İlk 10 yıl içerisinde verimliliğinde yüzde 25 bir artış var. Asıl soru şu: Diyelim ki birlikte çalışıyoruz, birlikte araştırmalar yapıyoruz; sen yurtdışına gittin. Burada “Ben geride kalınca bana ne oluyor?” sorusu önem kazanıyor. Asıl, geride kalana ne oluyor? Bir sonraki grafikte bunun cevâbını görebiliriz. Bu grafikte de, eş yazarı yurtdışına çıkmış Türk araştırmacının yani geride kalanın verimliliğini görüyoruz. Eğer biz bağlantıda kalırsak, geride kalan araştırmacının da verimliliği yüzde 10 kadar yukarıya çıkıyor. Gidenin verimliliğine yüzde 25 demiştik. Dediğim gibi eğer bağlantıda kalırsa, çünkü oradan hâlâ bir bilgi akışı, birlikte bir sinerji var. 

Bir sonraki 68. grafikte, eğer bağlantıda kalınmazsa ne olduğuna dâir veriyi görüyoruz. Birlikte çalıştığımız kişi yurtdışına gitti. Diğeri kendi başına kaldı. Bu grafikler bize, yurtdışına giden araştırmacılarla gerçekten bağlantıda kalabildiğimizde, yurtiçinde kalanların da bundan fayda sağladığını gösteriyor. Şu anda üzerinde çalıştığımız projelerden bir tânesi de, dünyadaki Türkiyeli bilim insanlarının haritasını çıkarabilmek. Böylece Türkiye’deki bilim insanları, şirketler, öğrenciler bu insanların farkına varsınlar ve onlardan bilgi sağlayabilirler. Yani her şeyi devletten beklememek lâzım diyerek elimizi taşın altına sokmaya çalışıyoruz.

Ruşen Çakır: Biz, Medyascope deneyimimizde yurtdışında yaşayan çok sayıda insandan inanılmaz katkılar gördük, görmeye de devam ediyoruz. Bu da bana şunu gösteriyor: Gidenin aklı burada kalıyor aslında.

Ufuk Akçiğit: Kesinlikle öyle.

Ruşen Çakır: Konuşabileceği, katkıda bulunabileceği kişi ya da kurumlar olmasını tercih ediyor. Yani bir hayırseverlik gibi değil, gerçekten kolektif bir şekilde işin bir parçası olabileceği kişiler, kurumlar, bağlantılar arıyorlar. Meselâ biz Medyascope olarak başka bir yerlerden edinemeyeceğimiz deneyimleri, yurtdışında, özellikle Batı’da yaşayan tâkipçilerimizden edindik. Tabii bizimki çok basit bir şey, ama bunun üniversitelere, sektörlere yayılması çok önemli. Bu anlamda yurtdışında gerçekten bir fikir sermâyesi var. 

Ufuk Akçiğit: Tabii. Ben kendimin uç bir örnek olduğumu düşünmüyorum. Kendimden örnek verirsem, Türkiye’de devletin imkânları sâyesinde, Anadolu Lisesi sınavları ile devlet parasız yatılı okullarında büyüdüm. Tabii ki insan ister istemez borçlu hissediyor, bu kadar birikim sağladıktan sonra bunu geri vermek istiyor. Hattâ şöyle enteresan bir örnek anlatayım: Ben MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) doktora yaparken, Türkiye’den gelen öğrencilerle bir takım kurmuştuk, bir Pazar sabahı maç yapıyorduk. Devre arasında bir anda TRT kameralarını gördük, bize mikrofon uzatıp röportaj yaptılar. Çok şaşırdık. “Amerika’da Türk olmak” diye bir belgesel yapıyorlarmış. Yolda giderken birisine rastlamışlar, o da “Türk takımının maçına gidiyoruz, sizi de götürelim” demiş. TRT geldi, devre arasında bizimle röportaj yaptı. “Hedefiniz nedir?” diye soruyorlar. O videoyu izleyince de görüyorsunuz. Söylediğim şey şuydu: “Doktorayı bitirir bitirmez hemen Türkiye’ye geri döneceğim ve burada öğrendiklerimi anlatacağım”. Çünkü doktora yaparken, bilim ve araştırma açısından aradaki farkı görünce şok olmuştum. O sabırsızlıkla, bir an önce geri dönüp öğrendiklerimi anlatmak istiyordum. Çünkü önemli olan insan hayatına dokunabilmek. Sonuç olarak ondan keyif alıyoruz. Daha sonra önümde farklı imkânlar açıldı ve ABD’de devam ettim biliyorsunuz. 

Ruşen Çakır: Bir de, kendi doktora ve yüksek lisans programlarında Türkiye’den çok sayıda öğrenci yetiştiriyorsun. Bulabiliyor musun?

Ufuk Akçiğit: Açık söylemek gerekirse, son yıllarda daha sıkıntılı olmaya başladı. Türk öğrencilerin yurtdışına gidip başarılı olma oranları da ciddî şekilde düşmeye başladı. Nedenini araştırmak lâzım. Ama eskiden çok yoğun bir şekilde, Türkiye’den gidenlerin orayı salladığı, çok başarılı olduğu durumlar vardı. Artık öğrenci bulmakta biraz zorlanıyoruz. 

Ruşen Çakır: Girişimcilik ya da yeni girişimcilik meselesine geçelim mi? Tüketiyoruz, ama bu yeni girişimciliğin etkisini global piyasalarda çok göremiyorum. Ben mi yanılıyorum?

Ufuk Akçiğit: Sistematik olarak uluslararası şampiyon firmalar yaratamadığımız bir gerçek. Bu konuda birkaç detaylı araştırma yapmıştık. Bu konuda da sistematik politikalar silsilesi geliştirmemiz gerekiyor. Büyük resme bakalım: Elde kaynaklar limitli. Eldeki bu limitli kaynaklarla biz uluslararası şampiyonu nasıl yaratabiliriz? Herkese sübvansiyon vermekle olmaz. Dolayısıyla önceliklendirme yapmamız lazım. Bu nasıl yapılacak? Verileri farklı şekilde kırabilirsiniz. Her yere eliniz yetmeyeceği için, sektör bazlı, coğrâfî bazlı ya da firma bazlı politikalar oluşturmanız lâzım. Burada da, verilen mevcut destekler nereden daha fazla geri dönüşüm sağlıyor, onları incelememiz lâzım. Biz bunun araştırmalarını yaptığımız zaman, Türkiye’de şunu görüyoruz: Türkiye’deki firmalardan en çok dış kaynağa ihtiyaç olan ve istihdam açısından geri dönüşümü sağlayan, orta ve büyük ölçekli firmalar. Diğer ülkelerdeki ve Türkiye’deki firmalara baktığımız zaman, meselâ Almanya’daki, Fransa’daki, ABD’deki büyük firmalar gerçekten çok büyükler. Global ölçekte onların orta ölçektekileri bile çok büyük. Bizim firmalarımız ise onların arasında çok küçük kalıyorlar ve rekabet edemiyorlar. 

Yaptığımız bir araştırmada, Türkiye’de finansal piyasalarda likidite ne zaman azalırsa, ne zaman daralma yaşanırsa, en çok patinaj yapmaya başlayan firmalar orta ölçekli firmalar olduğunu gördük. Çünkü çok fazla dış kaynağa ve yerel finansal piyasalara ihtiyaç duyuyorlar. Orada bir daralma olduğu anda, fâizler yukarı gittiğinde ya da kur oynadığında, piyasada bir çeşit sallanma olduğunda, orta ölçekli firmalar patinaj yapmaya başlıyorlar. Dolayısıyla, bizim çok fazla küçük ve mikro ölçekli firma odaklı programlarımızı revize etmemiz gerekiyor. Çünkü oraya odaklanan çok fazla sayıda programımız var. Biz mikro ve küçük olmayı çok tatlı hâle getirirsek, iki etkiye sebep oluyor. Biri, asıl ihtiyacı olan firmalara daha az kaynak kalıyor. İkincisi, küçük kalmayı tatlı hâle getirirseniz, o firma büyümek istemeyecek, çünkü kaynaklara ulaşımı kalmayacak. Dolayısıyla, Türkiye’de kaynakların daha orta ölçekli firmalara kalması gerekiyor ki, daha fazla ulusal ve uluslararası şampiyon firmalar yaratılabilsin. 

Konuşmamız gereken bir mesele daha var. O konuyla da ilgili bir grafik göstermek istiyorum. Uluslararası şampiyonlar yaratmak istiyorsak, bu işin beşerî sermâye ayağını da asla unutmamamız gerekiyor. 45. grafiği gösterebilir miyiz lütfen? Şöyle bir araştırma yaptık. 1970’den başlayarak, yıllar içerisinde ABD’de mezun olan öğrencilerin hangi alanlarda tez yazdığını inceledik. Bütün bu farklı çizgiler, farklı alanların oranlarını gösteriyor. Bu alanların içerisinde, tarım, kimya, elektrik-elektronik, bilgisayar mühendisliği var. Kırmızı çizgi en çarpıcı olan. 1970’lerde en aşağıdan başlıyor ve şu anda en çok tez yazılan ikinci alan hâline gelmiş; o da bilgisayar mühendisliği. Sonuçta dünyada bir devrim yaşandı; bilgisayar ve yazılım artık hayâtımızın bir parçası. 

Aynı çalışmayı Türkiye için yaptık; ama zaman içerisinde yapmak yerine son on yılın bir kesitini göstermek istiyorum. 46. grafikte göreceksiniz. Türkiye’de 2010 yılından sonra yüksek lisans ve doktora tez alanlarına baktığımızda, en çok işletme, ziraat, tarih, psikoloji, ekonomi diye ilerliyor. Bilgisayar mühendisliği 10. sırada. Aslında ele bir fırsat geçmiş durumda. Eskiden firmaların sermâyeleri, kaynakları belki sıkıntılı bir durumdaydı, ama şimdi dünya değişti. Üretim artık daha veri, daha bilgisayar ve yazılım odaklı hâle gelmeye başladı. İşte orada avantajlı durumda olabilmek için, biz beşerî sermayemizi, gençlerimizi doğru alanlarda yetiştirebilirsek, daha rekabetçi hâle gelebiliriz. Ama eğitim kurumlarımızın ya da verdiğimiz eğitim alanlarının da ne kadar geride kaldığının bir örneği bu aslında. Türkiye’deki firmaların yaşadığı en büyük sıkıntılardan bir tânesi yazılımcı eksikliği. Söyledikleri de şu: “Elde çok az yazılımcı var. Biz onları eğittikten sonra yurtdışındaki firmalar gelip, verdiğimizin 5-10 katı maaşla işe alıyorlar. Biz 2-3 katını da versek, tutamıyoruz”. Ama işte hayâtın gerçeği bu. Artık birbirine bağlanan dünyada onun farkına varıp, kişilerimizi ona göre yetiştirmemiz gerekiyor. Bir taraftan da düşünürseniz, aslında bu bâzı şeyleri de demokratikleştirmeye başlayan bir şey. Ne demek bu? Sizin yazılımcınız İngilizce biliyorsa, yurtdışındaki firma gelip onu alıyor. Ama Anadolu’da bir dolu İngilizce bilmeyen genç var. Meselâ onlar eğitilse, büyük ihtimalle sâdece Türk firmaları için çalışacaklar. Aslında daha önce ulaşılamayan insanlara, gençlere ulaşılabilme fırsatı yaratan bir ortam var. Dediğim gibi politikalar doğru belirlenirse, o gençlere eğitimler verilirse, bence böyle bir fırsat var. 

Aslında Türkiye’nin oturup şunu düşünmesi, ciddî bir şekilde tartışması gerekiyor: “Biz ne şekilde, hangi modelle büyümek istiyoruz?” Çin modeli filan tartışılıyor, ama öyle bir şeyi kastetmiyorum. Biz Amerika modeli, yeni inovasyon, yeni firma bazlı mı büyümek istiyoruz? Ya da Alman modeliyle mi, yaşlı, eski, ama dinamik bir firma olarak mı büyümek istiyoruz? Çünkü Almanya’nın Fortune 500’deki firmalarına bakarsanız, bir tânesi hariç hepsi 1939’dan önce kurulmuş firmalar. Bütün piyasaları yaşlı, eski firmalarla, ama dinamik tutuyorsunuz. Çünkü Beruffschule denilen meslek okulları ile gençleri 12 yaşında iki yöne doğru kanalize ediyorsunuz. Alman modelinde doğrudan teknik eğitimler vererek firmalara kalifiye işçi yaratıyorsunuz. Amerikan modelinde ise çocuklara daha çok genel eğitim vererek yeni fikirler düşünmeye yönlendiriyorsunuz. O yüzden Almanya’da yeni firma kurulumu, Amerika’dan yüzde 50 daha düşük. Ama Alman ekonomisi iyi durumda. Sonuç olarak iki farklı model var. Eğer gençlerimizi teknik açıdan iyi eğitebilirsek, belki Türkiye’de Alman modeli daha iyi çalışabilir. Ama bunu geniş kapsamlı bir tartışmaya açmamız gerekiyor ve büyüme modeli için bir karar vermemiz gerekiyor. Günlük tartışmalarda çok kaybolduğumuzu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Tabii bütün bunlar için siyâsî bir irâde gerekiyor. Şu anda Türkiye ekonomik bir krizle boğuşuyor. İktidar kalsa da değişse de en temel öncelik bunu hafifletmek olacak. Meselâ sen ilk başta “orta gelir tuzağı” dedin. Ama son dönemde artık orta sınıfın da yok olduğu bir ülke hâline geliyoruz. Orta gelirli insanlar eskiden yapabildikleri birçok şeyi yapamaz hâle geldi. Meselâ anketlerde görmüşsündür, bu yaz tatil yapmayı düşünenlerin oranında çok büyük bir düşüş olduğu görülüyor. Aslında bunların hepsi iç içe geçmiş hikâyeler. 

Ufuk Akçiğit: Bu gibi kriz ortamlarının, geliri bir yerden başka bir yere doğru dağıttığı çok bilinen bir gerçek. Farklı gelir grupları farklı şekillerde etkileniyor. Şu şekilde hareket etmek gerektiğini yıllardır savunuyorum ve onu tekrar söyleyeceğim: Bu kriz ortamından en çok kimin etkilendiğini anlayabilmek çok zor bir şey değil. Bunun çok sıcak verileri zâten var. Tabii ki anketler üzerinden bir şeyler öğreniyoruz, ama çok daha sistematik resmî veriler var. Oraları sıcak bir şekilde işleyip, ona göre politikalarla insanları ayakta tutabiliriz. Örneğin, bu Covid döneminde Finlandiya örneğini çok vermiştim. Kriz başladı, Finlandiya hemen ekonomistlerden oluşan bir kurul oluşturdu. İşsizlik şu bu gibi başvurulardan, hangi bölgelerde kanama var, toplumun hangi kesimi en çok etkileniyor, bunları belirleyip, kaynakları doğrudan oraya aktararak oralara pansuman yapmaya başladı. Bizim de böyle bir şey yapabiliyor olmamız lâzım. Ama ne yazık ki bizim veri kullanma kültürümüz yok. Bu en büyük sıkıntılarımızdan bir tânesi. El yordamıyla iş yapmaya çalışıyoruz; çünkü elimizde veri yok. Örneğin tarımda sistematik veri toplayamıyoruz. Tarımda çok ciddî bir verimsizlik var. İlginç bir grafiğimiz var, onu bir gösterelim: 10. grafikte, Türkiye’de tarımın Gayrisâfî Millî Hâsıla (GSMH) içindeki oranına ve istihdâma bakıyoruz. Türkiye’de tarımın GSMH içindeki oranı yüzde 5, yüzde 6. Ama istihdam açısından yüzde 18’lerde. OECD ülkeleri arasında, oran olarak tarımda nüfusunu en çok çalıştıran ülke konumundayız. 

Tarımda bu kadar fazla istihdam varken, burayı koordine etmemiz gerekiyor. En büyük sıkıntılardan bir tânesi şu: Eğer bu sene domates iyi fiyat yaptıysa, ertesi yıl herkes domates ekiyor, ondan sonra domatesin fiyatı aşağıya iniyor. Ama meselâ ortada pancar olmadığı için pancarın fiyatı yükseliyor. Bu sefer ertesi yıl pancar ekiliyor gibi. Bütün bunların koordine edilmesi gerekiyor. Ölçek olarak çok mikro ölçeklerde çalışılıyor. Bu nedenle verimliliği artıracak teknolojiler satın alınmıyor ya da ülkeye getirilmiyor. Dolayısıyla bizim veri bazlı işlememiz gerekiyor. Tarımda olsun, imâlatta olsun, hizmet sektöründe olsun, nereden daha fazla etki yaratabiliriz, bunları anlamamız gerekiyor. Ama şöyle bir sıkıntı var ki bu iki taraflı sıkıntılı bir durum: Biz tarihsel olarak veri bazlı tartışma yapmıyoruz, politika da yapmıyoruz. Bu yumurta-tavuk ilişkisi gibi şöyle bir şey yaratıyor: Veriler sıkıntılı. Tabii her veri sıkıntılıdır. Amerikan verileri de, Alman verileri de sıkıntılıydı. Bir verinin sıkıntılı olması, bu işin doğası gereğidir. Veri toplama yönteminizden, raporlama yönteminden ya da kayıtdışı yüzünden olabilir. Sıkıntılar her veride olabilir. Ama yapılan araştırmalar, tartışmalar o veriyi daha iyi hâle getirir ve bir sonraki araştırmacı o sonucu ona göre kullanır. Bu silsileler sonrasında, o veriler artık daha güçlü bir şekilde kullanılır ve bu şekilde politika yapıcılara doğru girdiler verilir. Aynı şekilde, ekonomistler veya tartışmaya katılan insanlar doğru yere bakıp, doğru şeyden konuşur. Hani ortada bir fil var, herkes onun hakkında yorum yapmaya çalışıyor, ama kimse ne olduğunu bilmiyor. Durum biraz o hâle geliyor. Birileri de veriler problemli diye kurumları eleştiriyor. Kurumlar da içe kapanmaya başlıyor. Ne veriler ortaya çıkıyor, ne bir tartışma ortamı yaratılıyor. Gerçekten de dört beş senelik bir sabırlar verilerin açılıp, temizlenip, daha fazla veri bazlı tartışmaların yapıldığı ortamlar yaratmamız gerekiyor. 

Şimdi önümde sayfalarca grafik var. Yaptığımız araştırmalarda da ortaya binlerce grafik çıkartıyoruz. Çünkü tek bir gerçek var. O da, hayatta ne oluyorsa veriye yansıyor ve tek gerçeklik de o. Onun hâricinde böyle şifâhî konuşmalarla zaman kaybediyoruz ve ilerleme sağlayamıyoruz. 

Ruşen Çakır: Türkiye’de işler kötü gidiyor. Ne yapılabilir? Ne olacak? IMF’ye mi başvurulacak? Yine “acı reçete” mi içilecek? Çünkü daha önce Kemal Derviş dönemiyle bunu yaşadık. İnsanlar bunu söylemekten de ürküyor. Ama böyle genel bir umutsuzluk hâli var. Bütün bu yaşanan realiteler içerisinde, Türkiye’nin esas olarak kendi öz gücüyle, kendi geliştireceği politikalarla ekonomisini toparlayabilmesi mümkün mü? Gerçekçi bir şekilde bakacak olursak, nasıl bir toparlanma zamanı düşünürsün? “Türkiye bugünden îtibâren birtakım politikaları uygulamaya başlarsa, diyelim ki beş yıl içerisinde rahat nefes almaya başlar” gibi bir şey söylenebilir mi? Böyle bir rakam söylemenin zor olduğunu biliyorum tabii.

Ufuk Akçiğit: Bu işin cevâbı kocaman bir evet. 1960’larda Alexander Gerschenkron’un Advantage of Backwardness teorisi, Yani “geri kalmanın bir avantajı” olarak tanımlanabilir. Aslında düzeltilebilecek çok fazla şey var. Gelişmiş bir ülkenin ileriye sıçraması çok daha zorken, geride kalmış bir ülkenin, yapabileceği basit dokunuşlarla çok fazla sıçrama yapabileceği bir durum var. Ama burada problem, o sıçramaları yapabilmek için doğru adımları atmak. Nasıl yapabilirsiniz? Ben her şeyi bilemem. Siz medyayı bilirsiniz. Ben ekonomik büyümeyi bilirim. Bir başkası da sağlık alanını bilir.

Bir ülkenin ileriye gidebilmesi için… Bir arabanın dört tekerliği de patlaksa, siz bir tânesini tamir ederek onu ileriye götüremezsiniz. Dört tekerleğin de aynı anda düzeltilmesi gerekiyor. Dolayısıyla, oranın düzeltilmesi için, her alanın uzmanı ekipler oluşturup, detaylı araştırmalarla yapılacakların listesinin çıkarılması gerekiyor. Küçük bir ekibin her konuda yorumlar yaparak hareket etmesi şifâhî bir şey. Mesela ben girişimcilik konusunda saatlerce teknik detaylı yorumlar yapabilirim. Aynı şekilde, sağlık, dış ticâret, işçi piyasaları, kadın hakları gibi bütün bu alanlardaki problemleri ancak oranın uzmanları bilir. O insanların, yapılması gerekenlerin listesini çıkartması, karar alıcıların da onu uygulamaya geçirmesi gerekiyor. Her alanda yapılacak reformlar, farklı farklı zamanlarda geri dönüşüm sağlayacak. Zaman darlığından çok fazla konuşamadık bu konularda, ama basit bir örnek vermem gerekirse, girişimcilik ve inovasyon konusuna bakarsak: Örneğin verilere baktığımızda, yurtdışında, ABD’de, Finlandiya’da, Danimarka’da en çok mûcit, doktoralı insanlar arasından çıkıyor. Biz doktorayı Türkiye’de ne kadar tartışıyoruz? Hiç. Sıfır. Biz üniversiteleri tartışıyoruz, ama başka sebeplerden ötürü tartışıyoruz. Araştırma açısından, doktora programları açısından tartışmıyoruz. Onların programları, istihdâmı bayağı geniş bir konu aslında.

Diyelim ki biz doktora programlarımızı geliştirip o insanları firmalarda çalışacak hâle getirmeye, o firmaların AR-GE laboratuvarlarını ya da araştırmalarını güçlendirecek inovasyon bazlı bir politika izleyeceğiz. Ne kadarlık bir sabır göstermemiz gerekiyor? Çocuklarımızı bugün eğitmeye başlasak, altı yıl doktora yapacaklar. Gittikten sonra tecrübe kazanacaklar. Bir dört yıl da oraya ekleyelim. On yıl. Eğer inovasyon bazlı büyüme sağlamak istiyorsak, on yıl sabır göstermemiz gerekiyor. Tabii ki basit dokunuşlarla bâzı alanlarda hızlı bir düzelme sağlayabiliriz. Ama her şeyin rayına oturması, doğru politikalarla ilerlersek, beş on senelik bir sabrı gerektirecek. 

Ruşen Çakır: İnşallah. Ufuk, programı burada noktalayalım. Gerçekten konuşacak çok konu var. Sen Türkiye’ye sık sık geliyorsun. Seni buldukça arada bunları tâzeleriz. Ama bunu bir giriş, bir ders olarak alalım. Ben de çok şey öğrendim. Çok teşekkürler Ufuk, katıldığın için. 

Ufuk Akçiğit: Ben teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Chicago Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ufuk Akçiğit’le, “Türkiye ekonomisinin geleceğini nasıl kurtarabiliriz?” üzerine keyifli bir sohbet yaptık. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.